Abdullah b. Sebe faaliyetlerini bir topluluğun lideri olarak sürdürmüyor, bilakis bireysel olarak insanlar arasında yayıyordu. Yani Şia bir taife olarak o fikirlere inanmıyordu. Sadece Abdullah b. Sebe’nin çevresinde olanlar, buna inanıyorlardı. Daha sonra taife hâlinde insanlar, bu inançlara itikad etmeye başladılar.
Buna iki örnek verebiliriz. Her iki rivayet de Sahih-i Buhari’de geçmektedir.
1. Rivayet: İkrime radıyallahu anh diyor ki: “Ali, İslam’dan irtidad eden bir grup insanı ateşle yaktı.” Bu olay, İbni Abbas’a ulaşınca şöyle dedi: “Allah’ın azabı ile azap etmeyin. Çünkü ateşin Rabbi Allah’tır.” Burada İbni Abbas radıyallahu anh, onların öldürülmesine değil ateşte yakılmasına itiraz ediyor.
İmam Ahmed’in Müsned’inde ve tarih kitaplarında şöyle geçmektedir:
“Bu adamlar Ali’nin kapısına gelerek: ‘Sen, O’sun’ dediler. Ali: ‘Ben kimim?’ dedi. Onlar da: ‘Sen ilahsın’ diye cevap verdiler. Ali de onları yaktı.”
2. Rivayet: İmam Buhari, Ebu Cuheyfe’den aktarıyor:
“Ben Ali’nin yanına geldim ona sordum: ‘Sizin yanınızda Kur’an’dan olmayan bir şey var mı?’ (Başka bir rivayette ise: ‘Sizin yanınızda insanların yanında olmayanlardan var mı?’) Ali dedi ki: ‘Bizim yanımızda Allah’ın kitabı ve bu kâğıttan başka bir şey yoktur.’ ” (Ali’nin radıyallahu anh kılıcının kabzasından çıkardığı kâğıtlarda öldürülen insanların diyetleri, esirlerin nasıl serbest bırakılacağı ve bir kâfire karşı bir Müslümanın öldürülmemesi meseleleri yazılıydı.)
Günümüzde Şia’nın itikadlarından bir tanesi de şudur, Allah subhanehu ve teâlâ Ehli Beyt’e has olarak birtakım ilimler vermiştir. (Şia kaynaklarının en meşhur ve güvenilir(!) hadis kitabı olan El-Kafi isimli kitabın yazarı Kuleyni, söz konusu hadis(!) kitabında şu rivayete yer verir:
‘El-Kafi’nin, Ebu Abdullah’tan rivayet ettiği hadiste: ‘Andolsun ki bizde Fatıma’nın Kur’an’ı vardır. Fatıma’nın Kur’an’ını onlara bildiren de nedir?’ dedi. Ben de: ‘Fatıma’nın Kur’an’ı da nedir?’ dedim ve o da dedi ki: ‘Sizin şu Kur’an’ınız gibi üç misli (büyük bir) Kur’an’dır. Allah’a yemin ederim ki onda sizin şu Kur’an’ınızdan bir harf bile yoktur.’ (El-Kafi, 1/239))
O ilimler sadece onlarda vardır. Başka kimselerde o ilimler yoktur.
Yine Şia inancına göre on iki imam, kâinatta bulunan her zerrede hükmetme yetkisine sahiptir. Hiçbir Nebi veya melek onların seviyesine çıkamaz. Bununla imamlara rabblik sıfatı verilmiştir. ( Humeyni denilen imamları(!) ‘El-Hukumetu’l İslamiyye’ adındaki meşhur kitabında diyor ki: ‘İmam için övülmüş bir makam vardır. Âlemin hükümranlığı, kâinatın tüm zerreleriyle imamların velayetine ve egemenliğine boyun eğer. Mezhebimizin inanç gereklerinden bir tanesi de; imamlarımızın bir makama sahip olması ve o makama yaklaştırılmış meleklerin, Rasûllerin ve Nebilerin ulaşamamasıdır.’ (El-Hukumetu’l İslamiyye, s. 52))
Bu rivayetlerden de anlıyoruz ki, insanların bazıları o dönemde bu meseleleri konuşmaya başlamışlar.
Abdullah b. Sebe fikirlerini insanlar arasında yayarken aşamalı olarak yapmıştır. İlk olarak ilmin ve sünnetin fazla olmadığı İslam topraklarında bu fikirleri insanlar arasında dillendirmiştir. Şer’i delillere akılla yaklaşarak, mantık zemininde fikrini ortaya koymuştur. Mesela, Abdullah b. Sebe, Rucat/Reenkarnasyon inancını henüz Mısır’da kalırken şu sözlerle ortaya atmıştı: ‘Ey Müslümanlar! Bir gün İsa’nın geri geleceğine inanıyorsunuz da ondan daha faziletli olan Muhammed’in bir gün geri geleceğine inanmıyorsunuz? Bu gerçekten şaşırtıcı bir durumdur.’ O dönemde Abdullah b. Sebe sadece makul bir şekilde bunu insanların arasında gündem ediyor, daha sonraki aşamalarda ise bu inancını, (Ali’nin radıyallahu anh vefatından sonra) pratikleştiriyor.
Abdullah b. Sebe’nin faaliyetlerine bakacak olursak;
1. Ali radıyallahu anh Dönemi: Ali radıyallahu anh, Nehravan’da Haricileri mağlup ettikten sonra Hariciler bu yenilgiyi kendi nefislerine yediremediler. Nehravan Savaşı’nda sahabe, Haricilerin çoğunu öldürerek onları ağır bir yeniliğe uğrattı. Hariciler bu savaştan sonra sahabeye karşı aşırı kin ve öfke duymaya başladı. Kendi aralarında toplandıkları bir mecliste bu meseleyi gündem ederek yani Haricilerin savaştaki kahramanlıkları ve cesaretlerini anlatarak acılarını tazelediler. Bu arada içlerinden biri: ‘Onlar öldükten sonra bizim yaşamamızın ne anlamı vardır? Gelin nefislerimizi Allah’a satalım ve kardeşlerimizin intikamını alalım’ diyor. Bazıları da bu adamın teklifini kabul edince kendi aralarında Ali, Muaviye ve Amr bin As’ı radıyallahu anhum öldürmeye karar verdiler. Çünkü onlara göre bütün bu olayların müsebbipleri bunlardı.
Abdullah b. Mülcem, Ali’yi diğerleri de Muaviye ve Amr b. As’ı suikastla öldürmeyi kararlaştırdılar. Bunlar kendi aralarında tarih belirleyerek ayrıldılar. Belirlenen tarih geldiği zaman Muaviye ve Amr b. As’a suikast düzenledi. Fakat her ikisi de büyük ihtimalle korumaları sayesinde saldırıdan sadece yara alarak kurtuldular. Abdullah b. Mülcem ise Ali radıyallahu anh mescidde namaza duracağı sırada sesini yükselterek: “Ey Ali! Hüküm ne senin ne de ashabındır. Hüküm sadece Allah’ındır’ diyerek saldırdı. Ali, Abdullah b. Mülcem’den kılıç darbeleri aldı. Saldırı sonucu hemen ölmedi. Fakat kılıç önceden zehirli olduğu için ağır yaralandı. Ali, yaralı olduğu hâlde Abdullah b. Mülcem için ashabına şunu söyledi: ‘Eğer ben ölürsem ona kısas yapın. Yok, sağ kalırsam onu bana bırakın.”
Kısa bir süre sonra Ali, kılıç darbelerine dayanamayarak şehit oldu. Ali’nin vefat olayı kısa sürede bütün İslam topraklarına yayıldı.
Bu haber, Abdullah b. Sebe’ye ulaştığında haberi getirene şöyle dedi: ‘Vallahi sen onun kafasını yetmiş ayrı kabın içinde de getirsen, yetmiş tane adaletli şahit de getirsen biz Ali’nin öldüğüne inanmayız. Allah’a yemin olsun ki, Ali yeryüzünün bütün mülkünü eline almadan, Arabı ve Acemi ıslah etmeden gökyüzüne yükselmeyecektir.’
Abdullah b. Sebe bu sözleri ile Rucat itikadını (Ölmüş olan bir insanın tekrardan dünyaya dönmesi) Müslümanlar arasında yaymaya çalışıyordu. Ki daha önceleri Rasûlullah’ın da geri gelebileceğini mantıklı şekilde izah etmişti. Rucat itikadı, tevhid inancına aykırı bir çok itikadı barındırmaktadır. Abdullah b. Sebe bununla yeryüzüne geri gelen ve ölmeyen insanların birtakım rabblik sıfatlarına sahip olduklarını ispat etmeye çalışıyordu.
Abdullah b. Sebe haberi getirene yönelerek, ‘Ali işini henüz bitirmedi. Muaviye’den ve Haricilerden intikam almadı ve bütün mülkü, Ehli Beyt’in eline vermedi. Bunları yapması için Ali mutlaka geri gelecektir’ dedi. Abdullah b. Sebe bu sözü açık bir şekilde dillendirmeye başlayınca başta Ehli Beyt olmak üzere insanlardan çok sert tepki aldı. Nitekim Hüseyin radıyallahu anh bu olay üzerine şunu söylemiştir: ‘Abdullah b. Sebe’nin ismini her duyduğumda tüylerim diken diken oluyor. Bu adam Ali’ye rububiyet iddiasında bulundu. Oysa Ali, salih bir kuldu ve Rasûlullah’ın yanında değerliydi. O, Rasûlullah’ın yanındaki değerini sadece Allah ve Rasûlü’ne itaat etmekle elde etti.’
Abdullah b. Sebe, Ali’nin radıyallahu anh vefatında oynamış olduğu oyun; daha önceleri Şia’nın içerisine tohumlarını attığı Rucat itikadını, Şia’nın içerisinde yaymaktan ibarettir.
İslam’a hizmet eden Müslümanların kendilerine rehber olan bir meseleye değinmek yerinde olacaktır:
İslam toplumunu tehdit eden insanlar İslam toplumundan uzaklaştırılmalı ve cezalandırılmalı mıdır? Yoksa İslam toplumun içerisinde ıslah mı edilmelidir?
Hem Ali radıyallahu anh dönemi hem de günümüzde mevcut olan İslami hareketin en büyük problemlerinden biri de budur.
Bazıları yanlış delile dayanarak bu tip insanların İslam toplumu içerisinde ıslah edilmesi gerektiğini ileri sürdüler. Delil olarak Rasûlullah’ın Medine’de münafıklara olan muamelesini aldılar. Rasûlullah var olan münafıkları sürmeden, ceza veremeden ve öldürmeden İslam toplumunda ıslah etmeye çalıştı. Buna dayanarak Müslümanların arasında olan sıkıntılı (ıslah olmayan) insanların uzaklaştırılmadan düzeltilmesi sonucuna ulaştılar.
Rasûlullah’ın yaptığı uygulama haktır. Fakat burada dikkatten kaçan bir nokta vardır: O da Rasûlullah’ın vakıası ile bizim vakamızın kesinlikle bir olmamasıdır. Bizim Rasûlullah’ın uygulamasını kendi hayatımıza geçirebilmemiz için vakıaların birbirine uygun olması lazım. Oysa Rasûlullah’ın içinde bulunduğu vakıa hiçbir zaman yaşanmayacak birtakım özellikleri kendinde barındırmaktadır. (Vakiatu’l Ayn’dır.) Bu vakıanın has olan özelliklerini şöyle belirtebiliriz;
1. Rasûlullah’ın insanların yanında yüce konumu vardır. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir konu hakkında son sözü söylediğinde insanlara sadece itaat etmek kalır.
2.Vahiy gelmeye devam ediyordu. Allah münafıkların yaptıklarını ve yapacaklarını tafsilatlı bir şekilde Nebisine açıklıyordu. Abdullah b. Abbas radıyallahu anh: “Ben neredeyse Allah’ın Tevbe suresinde onların isimlerini vereceğini düşündüm.” Durum böyle olunca münafıklar İslam toplumunda rahat hareket edemiyorlardı. Allah onların oyunlarını beyan edince hemen yapacaklarından el etek çekerlerdi. Bu şekilde zarar ve ifsat çalışmaları önlenmiş oluyordu.
3. Medine’de münafıklar, nifaklarını açıktan yapmıyor gizli yapıyorlardı. Rasûlullah dahi bazen onların nifaklarını bilemiyordu.
“İnsanlardan öylesi de vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider. Bir de kalbindekine (Sözünün özüne uyduğuna) Allah’ı şahit tutar. Oysa o azılı bir düşmandır.” (2/Bakara, 204)
Rasûlullah’tan sonra bu özelliklerin hiçbiri olmadığından ve ifsat ediciler fesatlarını alenen yaptıklarından iki vakıa arasında fark vardır. Bundan dolayı İslam toplumunu tehdit eden şahısların ıslahı mümkün değilse bu insanların ya uzaklaştırılmaları ya da cezalandırılmaları gerekir. Aksi takdirde İslam toplumunda bozulmalara ve çözülmelere neden olacaktır. İslam toplumunda asıl olan, tevhidden sonra birliktir. Müslümanlar ne kadar güce ve imkâna sahip olsalar da, birlikte hareket etmedikleri müddetçe ilerleme katedemezler.
İslam toplumunu tehdit eden insanların toplum içinde ıslah edilmeleri görüşünün ne kadar yanlış olduğuna bizzat Ali’nin radıyallahu anh döneminde şahit olmaktayız. O dönemde İslam toplumunu en çok tehdit eden, sıkıntıya sokan Hariciler ve Abdullah b. Sebe’dir. Biri, İslam toplumunda anarşi yapmakta, diğeri ise İslam itikadının temellerine dinamit yerleştirmekle uğraşmaktaydı. Bunların Müslümanlara zarar vermesinin nedenlerinden biri de Ali’nin onlara karşı yanlış siyaset izlemesidir. Ali radıyallahu anh hem Hariciler hem de Abdullah b. Sebe meselesinde sürekli sükût etmeyi, onları cezalandırmamayı tercih etti veya sükût etmek zorunda kaldı. Ta ki daha büyük fitneler olmasın. Fakat fitnenin önü alınamadı. Bir türlü istenen İslam birliği sağlanamadan Ali radıyallahu anh şehit edildi.
Ebu Bekir radıyallahu anh, böyle bir hatanın içine düşmedi. Rasûlullah’ın vefatından sonra irtidad edenler, o dönemde İslam toplumunun münafıklarıydı. Ebu Bekir, onları idare edelim veya zekâtı onlardan almayalım demedi. “Tek başıma kalsam dahi onlarla savaşırım” azmini ortaya koyarak mürtedlerle savaştı. Bunun üzerine Allah, sahabeye büyük bir zafer nasip etti.
Buraya kadar, Şia’nın birinci merhalesi olan Ali radıyallahu anh dönemindeki oluşum sürecinden, Abdullah b. Sebe’nin faaliyetlerinden bahsedildi.
Davamızın sonu Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap