ÜMMET İDEALİ İLE ULUSÇULUK GERİLİMİ ARASINDA KÜRT KİMLİĞİ

Kürt halkı, tarih boyunca çeşitli medeniyetler ve dinî geleneklerle temas etmiş, ancak İslam ile kurduğu ilişki hem bireysel hem kolektif düzeyde derin ve süreklilik arz eden bir nitelik taşımıştır. Bu ilişki genellikle ümmet idealiyle, zaman zaman da etnik kimlik arayışlarıyla sınanmıştır. Bugün, Kürtlerin İslam ile olan tarihsel bağlarını ve bu ilişkinin ulusçuluk söylemleriyle nasıl bir gerilim içinde olduğunu analiz etmek hem geçmişi doğru yorumlamak hem de geleceği daha adil ve dengeli bir çerçevede inşa etmek açısından önemlidir.

Günümüzde kendilerini İslam’a nispet etmekle beraber bir kısmı İslam dışı ideolojik zeminlere savrulmuş Türkler, Araplar ve Farsların kendilerini kadim kavimlerle ilişkilendirmelerine benzer biçimde gayr-i İslami cereyanlara yönelmiş bazı Kürtler de kendilerini MÖ ikinci binyılın sonlarında kısa bir dönem için de olsa önemli bir güç olarak ortaya çıkmış olan Medlere dayandırmaktalardır. Medler ile kurulmaya çalışılan bu bağ zamanla Kürtlerin aslen Zerdüşt olduklarına dair modern bir önermenin ilham kaynağına dönüşmüştür. Kürtlerin Zerdüşt köküyle ilgili iddia ilk olarak 1930’larda Kürt milliyetçi ideolojisinin teorisyenleri ve öncüleri olan Kâmuran Ali ve Celâdet Ali Bedirhan kardeşler tarafından ileri sürülmüştür. Bunlara göre “Ümmet ideali” Kürtleri bir etnisite olmaktan çıkarıp sadece Müslim kimliğiyle yetinen bir halk hâline getirmektir ve bu da “kültürel soykırımın” dinî versiyonudur. Kürt kimliğini İslam ümmetinin bir unsuru olarak görmek laik ve sosyalistlere göre Kürtleri merkeze alan değil, kıyıda/kenarda tutan bir yaklaşımdır. Yüzyılı aşkındır süren devasa bir sorunun ana müsebbiplerinin kendileri gibi benzer ideoloji sahipleri olduğu gerçeğini görmezden gelen bu yaklaşım ne ahlaki ne de gerçekçidir.

Sykes-Picot Antlaşması’yla cetvelle çizilmişçesine yapay sınırlarla ayrılan Kürtlere ait bölge; bugün de uzun asırlar boyunca da onlar tarafından yurt edinilmiştir. Osmanlı sonrası dönemde ulus devletlerin yükselişiyle birlikte İslam’ın ilk dönemlerine kıyasla muvahhid ümmet ideali maalesef pratikte işlevini büyük ölçüde yitirmiş durumdadır. Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi devletlerde Kürtler sistematik olarak asimilasyon, inkâr ve baskı politikalarına maruz kalmışlardır. Bu devletler dini çoğu zaman kendi ulusal politikalarının meşruiyet aracı olarak kullanmışlardır. Bunca acı tecrübeye rağmen bazı yerlerde durum hâlen bu minval üzere devam etmektedir.

Türkiye örneğinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “kontrollü” din hizmetleri yürütmesi, İran’daki milliyetçi Râfizî mollaların Şiî merkezli yaklaşımı, Irak’ta yine Arap üstünlüğünün öncelenmesi ve Nusayrîler dönemi Suriyesinde Baasçı Arap milliyetçiliği, ümmet söyleminin seküler, milliyetçi ve Şiî yönetimler tarafından Kürtler için nasıl bir eşitsizlik zeminine dönüştürüldüğünü açıkça göstermektedir.

İslam’la Temas: Davet ve Fetih

Kürtlerin İslam ile olan ilişkilerinin İslam’ın Hicretten sonraki ilk yıllarda meydana geldiğini birçok güvenilir kaynak ortaya koymaktadır. Resûlullah’ın ashâbından olan ve kaynaklarda ismi Câban (veya Gâvan) El-Kurdî olarak geçen sahabi Medine’de Resûlullah (sav) ile karşılaşmış ve hadis rivayetinde bulunmuştur. Onun oğlu Meymûn ibni Câban da güvenilir râvilerden biri olarak kabul edilir.[1] Bazı Kürt tüccarlar Cezire bölgesinden kalkıp Taif’e gitmişler ve orada İslam’ı kabul ettikten sonra kendi beldelerine dönerek orada İslami davet çalışmaları yapmışlardır.[2]

Sahabi Câban El-Kurdî’nin eliyle Müslim olan ve daha önce İran Kisrası’nın baş muhafızlığını yapan Deylemê Kurdî (Kürdistanlı Deylem), Kadisiye Savaşı’nda İslam ordusunun saflarında yer alarak Sasani kuvvetlerine karşı savaşmıştır. Kürtlerin İslam’a giriş sürecinin ilk aşaması Müslimlerin Hicri 16/Miladi 635 yılında Celûla’da[3] zafer elde etmeleriyle başlamıştır.

İslam’ın Kürdistan’a girmesiyle Kürtler, İslam ordusunun fatihleri vesilesiyle müsbet bir durumla karşılaştılar. Maksatlı ve hasmane tutumdan kaynaklı bazı müfterilerin dillendirdiklerinin aksine Kürdistan bölgesinde ya da Kürtlerin yaşadığı diğer bölgelerde İslam ordusunun yaptığı fütuhatlar asla Kürt halkıyla yapılan bir savaş değildi. Tarihî kayıtlardan da anlaşıldığı üzere bu savaşlar Kürdistan’daki işgal ve sömürülerini sürdüren ve İslam ordularının gelişiyle çıkarları tehlikeye giren Bizans ve Sasani İmparatorluklarının ordularıyla olmuştu. Bizans ve Sasani İmparatorlukları insanları kendi kurdukları siyasal rejime kulluk etmeye zorlarken, İslam ordularının fatihleri ise insanları insanlara kulluktan kurtararak tek ve El-Kahhâr olan Allah’a (cc) kulluğa davet ediyorlardı. Bu ise İslam’ın hasımları tarafından tarihsel olarak önemsizleştirilmeye çalışılan olabildiğince mühim ve azim bir meseledir.

Fetih ve Vahdet

O dönem hâkim uygarlığa ve tebaası oldukları ülkedeki yaygın dine tabi olan veya söz konusu ülkenin ordusunda asker olan bazı Kürtlerin kendi kavimlerinin kahir ekseriyetinin aksine fetih için gelen İslam ordularına karşı savaşmış olmaları tüm Kürtlerin savaşarak ve kılıç zoruyla İslam’a girdikleri anlamına gelmez. Bu fütuhatların en önemli olumlu sonuçlarından biri de daha önce Med Devleti’nin yıkılışıyla dağılmış olan Kürtlerin, İslam ordularının fetihleri sayesinde yeniden birlik hâline gelmiş olmalarıdır.

Kürtler İslam’ın ilk asrında ve sonrasında sadece önemli bir yer tutmakla yetinmemiş aynı zamanda kuzeyde Gürcülerden ve Yahudi Hazarlardan, batıda ise Bizanslılardan ve onlarla müttefik olan Ermenilerden İslam Devleti’ne karşı yapılan saldırıları henüz uç cephelerde ezip etkisiz hâle getiren koruyucu bir set gibi olmuşlardır. Bu stratejik konum ve etkinlikleriyle Kürtler uzun bir müddet İslami Hilafet Devleti’ne karşı yapılan Haçlı Seferlerini durdurmuş ve İslam Devleti’nin diğer devletler içerisinde en güçlü olanlardan biri olmasında büyük pay sahibi olmuşlardır.

Kürt halkı, son yüz yılda olduğu gibi yalnızca politik mücadelelerde değil, bilim, sanat, edebiyat ve felsefe gibi alanlarda da önemli katkılar sunmuş, bu alanlarda iz bırakmış çok sayıda şahsiyet yetiştirmiştir. Bunlardan Ebu’l İzz El-Cezerî (1136–1206), otomatik makineler ve mekanik buluşlar konusunda yazdığı “Kitâb fî Ma’rifeti’l Hiyel El-Hendese” adlı eseriyle tanınır. Bu eser, robotik biliminin temellerinden biri kabul edilir.[4] İbnu’l Esîr (1160–1233), aslen Cizrelidir ve “El-Kâmil fî’t Târîh” adlı çalışmasıyla tarih yazıcılığının öncülerinden olmuştur. Eser, İslam dünyasındaki siyasi ve askerî olayların yanı sıra Haçlı Seferleri gibi küresel çapta öneme sahip olayları da kapsamaktadır. Ehmedê Xanî’nin (1650–1707), sadece edebî değil, aynı zamanda astronomi, dil bilim ve felsefe alanlarında da çalışmaları bulunmaktadır. Melayê Cizîrî (1570–1640), klasik Kürt edebiyatının kurucu isimlerinden biridir. Arapça, Farsça ve Kürtçeyi kullanarak yazdığı tasavvufi şiirleriyle hem mistik bir atmosfer oluşturmuş hem de derin felsefi anlamlar taşımıştır. Halk şairi olan Feqiyê Teyran (1590–1660), kuşların diliyle konuştuğu rivayet edilen, doğayla derin bir bağ kuran mistik şiirleriyle tanınmıştır. Eserlerinde halk bilinci, kader ve ahlaki ikilemler gibi temalar yer alır.[5]

Selâhaddîn Eyyûbî (1137-1193) Kürt olmakla beraber Hicri 583/Miladi 1187 yılında İslam ümmetinin medar-ı iftiharı muzaffer bir komutan olarak Kudüs’ü Haçlıların pençelerinden kurtarmıştır. Selâhaddîn Eyyûbî aynı zamanda tüm Müslimler için İslam tarihinin sembol isimlerinden biridir. Şunu da belirtmek gerekir ki onun başarısı sadece Kürt olmasından değil, İslam ümmetinin bir ferdi olarak İslam ahlakıyla yetişmesi, siyasi vizyonu, askerî dehası ve ümmeti birleştirip harekete geçirme kapasitesiyle mümkün olmuştur.

Katkı ve Kimlik

Kürdistan’ı yüzyıllar boyunca işgal edip sömürgeleştiren güçlerin köklü dinleri, felsefi ilkeleri ve Kürdistan toprakları üzerinde iz bırakmış kadim uygarlıkları vardı. Yahudilik ve Hıristiyanlık da bu dinler arasındaydı. Aradan uzun yüzyıllar geçmesine ve kısmen bağımsız/özerk bir statü elde etmelerine rağmen Kürtlerin kitlesel olarak İslam’dan irtidat ettiklerine dair herhangi bir tarihî kayıt veya bilimsel verinin olmadığı ortadadır.

Türkiye’de ve Kürtlerin yaşadığı diğer yakın coğrafyada Batıcı, Laik, Baasçı, Nusayrî, Sosyalist, Milliyetçi ve Kamalist rejimlerin ortaya koyduğu ulus devlet modeli ve kendinden başka tüm etnik yapıları yok sayma politikalarıyla beslenen baskı, zulüm ve katliamlara rağmen Kürtlerin büyük bir kısmı zahiren İslam’a zıt olan farklı dinlere ve ideolojilere yönelmemiştir. Ancak son yarım yüz yıldır yaşanan gerilim ve çatışmalı süreç gösterdi ki İslam dışı din ve ideolojilere yönelimler İslam coğrafyasındaki gelişmelere paralel bir şekilde Kürtler arasında da ivme kazanmıştır. Kürtlerin İslam ile olan ilişkisi tarihsel olarak köklü, sosyolojik olarak çok katmanlı, siyasal olarak ise bazı dönemlerde hâkim yönetimle zaman zaman gerilimli bir vasatta sürmüştür.

Özgür Dağlarda Tevhide Yöneliş

Kürdistan halkı genel olarak kendi rızasıyla ve isteyerek İslam’a intisap etmiş ve İslam Kürtler arasında güçlü bir bağla nüfuz etmiştir. İslam ordusunun fatihlerinin hayatında tevhid akidesinin pratiğine ve İslami ahlaka şahit olan Kürtlerin büyük çoğunluğu merhale merhale İslam’a girmiştir. Kürt halkının tehditle, zorlamayla veya kılıç zoruyla İslam’a girdiği şeklindeki iddialar asla makul ve kabul edilebilir değildir. Kürtler İslam’ı; özgürlüklerini, onurlarını, huzur ve saadetlerini koruyup sürdürecek olan yegâne hak yol olduğunu bilip buna tüm kalpleriyle inandıklarından dolayı kabul ettiler.

İslam’ın ilk dönemlerde Kürtler arasında hızlı yayılışının çeşitli sebep ve vasıtaları bulunmaktadır ki bunların en başında da İslam’ın fıtrat dini olması ve insanların da İslam fıtratı üzerine yaratılmış olmaları gelmektedir. İslam; tevhid akidesi ve Nebevi sünnetle pratize edilen şeriatıyla insanların elde etmek için hırs gösterdikleri ve sahip olmaya çalıştıkları bütün üstünlükleri kendisinde barındırmaktadır.

Kuşkusuz insan İslam’a göre Allah’a (cc) aracısız ve doğrudan bir bağla bağlanır. Diğer dinlerde ise mesela birisinin hidayete ermesi dinî otoritenin kararıyla mümkün olabiliyor. İslam bunun için ancak şehadeteyni dile getirmeyi, söylediği bu söz üzere yaşamayı ve vefatına kadar bu hâl üzere sebat etmeyi ister. Kürt olsun veya başka bir kavimden olsun insandan tümüyle hayır, eşitlik ve adalet olan İslam şeriatına ittiba etmeyi yeterli görmektedir. Gayet açıktır ki İslam’a girmek oldukça sade ve içinde herhangi bir kapalılığın olmadığı bir husustur.

İslam, en başından beri ırk ve renk ayrımcılığını reddetmektedir. İnsanlar arasında barışa ve kardeşliğe çağrıda bulunarak etnik sınıflaşmayı hiçbir zaman kabul etmemiştir. İnanç ve ahlak ilkeleri yönüyle ne geçmişte ne de çağımızda hiçbir din ya da ideoloji İslam’ın akidesiyle gerçek manada yüzleşememiştir. Muvahhid bir kimsenin İslam’dan sonra kendi nefsine zulmederek başka yol ve yöntemlerle İslam dışı ideolojilere ve dinlere yönelmesi genellikle istisnai bir durumdur. Kürtler bu manalara vâkıf olduklarında ve bu davetle müjdelenen İslam ordularındaki fatihlerin tasarruf ve amellerinde bunu gördüklerinde fetih ve davet için gelen Müslimlerin işgalci, zalim ve arazi kapma peşinde koşan eşkıyalar olmadıklarına tam kanaat getirdiler.

İslam’ın Kürtler arasında hızlı yayılışının sebeplerinden ikincisi olarak da şunu söyleyebiliriz: Müslim fatihler İslam’ı bir emanet olarak ve sadakatle yüklendiler. Bu yüzden de fetihlerde İslam’ı halklara birer davetçi misyonuyla takdim ettiler. Müslim fatihler ordularını hezimete uğratarak işgalci ve sömürgeci güçlerden kurtardıkları Kürt şehirlerinde yaşayan halka insaf, güzel ahlak ve adaletle muamele ettiler. Fethedilen beldelerdeki halkın haklarını gasp etmediler, bilakis adalet ve mürüvvet gereği o zamana dek sahip olmadıkları haklara kavuşturdular.

Her biri birer davetçi de olan Müslim fatihler İslam’ın yayılmasında aynı şekilde güzel örneklik göstererek bu alanda ciddi bir katkıda bulundular. Çünkü İslam ordusundaki mücahidler, tevhidin bayraktarlığını yaptıkları şuuruyla güçlü bir imana ve güzel/sağlam bir ahlaka sahip idiler. Bugün olduğu gibi geçmişte de İslam ordusundaki mücahidlerin tamamının ilimde derinleşmiş olması gibi bir şart yoktu. Ancak o mücahidlerin güzel ahlakı, onurlu duruşları ve başkalarıyla yardımlaşmaları insanların onları sevmesine ve dinlerine muhabbet beslemesine vesile olmuştur.

İslam’ın Kürtler arasında hızlı yayılışının bir de Kürtler açısından bazı sebepleri vardır. Şu bir gerçektir ki eğer İslam olmasaydı Kürdistan dağlarına ve Kürtlerin kalbine hiçbir ordu güç yetiremezdi. Bunun en çarpıcı kanıtı da daha önce belirttiğimiz gibi bu bölgeye hükmetmeye çalışan milletlerdir ki bunların uygarlıkları ve dinleri de vardı. İslam’ın Kürdistan’a gelmesinden sonra bu uygarlıklar ve dinlerin Kürtlerin kahir ekseriyetinin üzerinde kalıcı ve derin bir izi ve etkisi kalmamıştır.

Kürtler, fetih için gelen topluluğun tek İlah’a kulluğa davet ettiklerini gördüler. Resûlullah’ın (sav) sünnetine ittiba etmeyi, ihlaslı olmayı, takvayı, adaleti, dürüstlüğü, doğru sözlü olmayı, hayır işlemeyi, aile için bir düzen getirmeyi, devlet için bir siyaset belirlemeyi, ümmet için yasal bir çerçeve oluşturmayı, insanlarla tağut yöneticilerin arasını ayırmayı, yöneticilere görev ve sorumluluklar yüklemeyi, zalimin zulmüne engel olmayı ve mazluma yardım etmeyi vadeden ve bu vaadini pratikte güçlü bir şekilde gösteren bir topluluktu Müslim fatihler. İslam’ın Kürdistan’da zorla ve baskıyla yayıldığını vurgulamaya çalışan ve din düşmanlığından ziyade İslam düşmanlığıyla bilinen çevrelerin çabaları çok dar ve bağnaz bir muhitte ancak karşılık bulabilmiştir ki bunlar da kayda değer değildir. Bu güruhların on yıllardır ağızlarında geveledikleri sabuklamalar Kürtlerin asli değerlerini, kuvvetlerini ve yurtlarının sahip olduğu doğal yapıyı hafife almak demektir.

Eğer İslami fetihler Müslim Araplar tarafından sadece askerî bir hücum ya da bazılarının iddia ettiği gibi Arapların Kürtleri bir sömürüsü olsaydı durum Arapların Kürt bölgelerine askerî anlamda hâkim olmasını temin etmek için Müslüman Arap kuvvetlerinin büyük bir yardım almasını zorunlu kılardı. Bu da derin vadilere, geniş düzlüklere ve çok sayıda yüksek dağlara dağılmış olan Kürtlere karşı koyabilecek devasa büyük bir savaşçı topluluğu bulundurmak anlamına gelirdi. O dönemki şartlar göz önünde bulundurulduğunda Kürt coğrafyasının arazi yapısı ve askerî sevk ve koordinasyonun zorluğu Kürdistan’ın bir şehrinden diğerine intikali olabildiğince güç kılmaktaydı.

Ulus-Ümmet Geriliminde Müslüman Kürtler

İnsanların etnik kökeni, rengi, dili ve yaşadığı coğrafi bölge gibi unsurların yerine tümünü kapsayan ve onları tevhid inancı üzere toplayıp uhuvvetlerini perçinleyen esas, İslam’a intisapla beraber “ümmet” olmak şuurudur. Yurtların, milletlerin ve devletlerin tevhid bayrağının gölgesinde toplanmasıyla ortaya çıkan kuvvetin adıdır ümmet. Ümmet; Resûlullah’ın (sav) tebliğ ettiği dine, yani tevhid akidesine inanan ve yeryüzünde aynı çağda yaşayan muvahhidlerin meydana getirdiği topluluktur. İslam’ın ilk dönem uygulamalarına bakıldığında ayet ve hadisler ışığında değerlendirecek olursak kapsamı ve kastettiği hususların yerine getirildiği ve uyulup uygulama alanına konulduğu takdirde her çağda hem bildirim (ültimatom/nota) hem de yaptırım (caydırıcılık/fetih) gücü olan muazzam bir güçtür.

İslam’a ve muvahhidlere karşı tarihsel olarak tevarüs etmiş kin ve düşmanlıkla hareket eden Haçlı-siyonist Batı dünyasının sözde her kavmin kendi kaderini tayin hakkı/self determinasyon yahut bağımsızlık olarak nitelendirdiği, ancak nihayetinde devasa ümmeti küçük lokmalara bölerek rahatça işgal edip sömüreceği ulus devlet tuzağına karşı koruyucu kalkan muvahhid ümmet olmaktır. Allah’ın ayetlerinden olan ayrı diller ve renkler ile farklı kavmiyetler ve coğrafyaları tevhid ve sünnet birliğiyle bütünleştirici bir şemsiyedir ümmet.

Ümmetin bu kuşatıcılığı ve koruyuculuğu 18. yüzyılın ilk yarısından itibaren belirginleşip ikinci yarısında hız ve görünürlük kazanan Batılılaşma süreciyle beraber büyük darbeler almaya başladı. Bir tarafta Batı’nın özellikle askerî ve siyasal alanlardaki üstünlüğü açıkça kabul edilmeye başlanmış, öte yandan Hristiyan ve siyonist düşünürlerin ortaya koyduğu milliyetçilik/ulusalcılık gibi beşerî ideolojiler ümmeti oluşturan Müslüman kavimler arasına nüfuz etmiştir. Müslüman halklar artık ümmet olmaktan uzaklaşarak kavmiyetçilik belasıyla sınanmaya başlamıştır. Bunun en yıkıcı uygulaması da Anadolu topraklarında yaşandı. İslam ümmeti olarak bin dört yüz yıl boyunca sevinçte tasada bir olan Türkler ve Kürtler arasına ölümcül zehirli beşerî ideolojiler kaynaklı ayırımcılık ve bölücülük cereyanları sokuldu.

Bölücü sıfatı kullanılırken herkesin aklına ilk ânda yakın zamanda kendisini fesheden PKK ve örgüte müzahir çevreler gelir. Ancak insaflı olmak adına şu hakikati dillendirmek gerekir ki ilk bölücülük faaliyeti ümmetin uhuvvet ve muhabbet potasında yüzyıllarca eritilmiş kurşun gibi saf bağlayarak kardeşçe yaşamış olan Kürtleri ikinci sınıf vatandaş statüsüzlüğüne iten ve çoğunun kökeni Türk bile olmadığı hâlde Türk ırkçılığı yapanlarca başlatılmıştır. Bölücülük kendi ırkını necip, seçilmiş, üstün ve fazıl görerek diğer kavmi ise ancak hizmetkâr ve köle olarak konumlandırmaktır. Kürtlerin hatırı sayılır bir kesiminin ulusal bilinçle yanlış zeminlerde fikrî ve fiilî mücadeleye yönelimi işte bu retçi, inkârcı, üstünlükçü, ayırımcı ve dışlayıcı hâkim zihniyete karşı güçlü bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır.

Etnik köken üzerine kurulmuş her devlet veya hareket beraberinde daha çok parçalanmayı, küçük lokmalara bölünüp zelil bir şekilde işgalci ve sömürgeci güçlerin köleliğine hizmete elverişli hâle gelmek sonucunu doğurur. Müslümanların tarihî görevlerinde üstün gelebilmeleri ve sömürülmekten kurtulmalarının yegâne yolu ümmet ruhunu diriltmekle mümkündür.

Orta Dünya’daki Osmanlı bakiyesi Müslüman halklar mahkûm edildikleri ulusal sınırlar içerisinde maruz kaldıkları modernizm ve Batılılaşma politikaları yanında bir de tarihlerinde hiç şahit olmadıkları, kimliklerini inkâr uygulamalarıyla da karşı karşıya bırakıldılar. Bu zulüm politikalarının en şiddetli şekilde tatbik edildiği yerlerden biri de Türkiye idi. Türkiye’de kimlikleri ve etnik özellikleri inkâr edilen en önemli çoğunluk Kürtler oldu. Kur’ân-ı Kerim’de etnik kimliklerin İlahi iradeyle yaratıldığı ve tanışma/teâruf için bir vesile olduğu beyan edilir.[6]

Kim olursa olsun ve hangi etnik yapıya yönelik olursa olsun bir etnik kimliği bastırmak, bu İlahi hikmeti yok saymak anlamına gelir. Bu bağlamda Müslüman Kürtlerin, tıpkı Araplar, Türkler ve Farslar gibi ulusal kimliklerini koruma ve savunma istekleri İslam ümmetine sadakatsizlik veya ayrışma anlamına gelmez. Bilakis Allah’ın yaratışına saygının bir gereği ve göstergesi olabilir. Bunu yaparken gayet tabii olarak şer’i sınırlar ve Rabbani ölçüler çerçevesinde hareket edilmelidir.

Kimlik ve Aidiyet Şuuru

Haçlı siyonist güçler Mezopotamya’da ve Kürtlerin yaşadığı diğer bölgeler ile bu bölgelerin çevresinde Türk, Kürt, Arap ve Fars tanımlı ulus devletleri projesi tasarlamıştı. ABD’nin başını çektiği Batılı koalisyonun 2002 yılı ve sonrasında uygulamaya çalıştığı “Büyük Ortadoğu Projesi”nde asıl gaye bölgedeki etkinliklerini ve çıkarlarını ilgilendiren iki temel meseledir. İlki; petro-dolar sistemi ekseninde ekonomi alanında petrol ve doğal gaz zengini ülkelerdeki çıkarlarının korunması, ikinci olarak ise ümmet bakiyesi halklarda bilhassa yeni nesillerin tevhid ve sünnet şuurundan uzakta tutulmasıdır.

Ulus devletler çağında Kürtler, en az dört farklı ulusal yapı içinde bölünmüş, haklardan mahrum bırakılmış ve sistematik olarak bastırılmıştır. Modern dönemde ulus devlet paradigması Kürtler gibi diğer halkları da zorlayıcı yapılarla karşı karşıya bırakmıştır. Bu durum, Kürt kimliğini bastıran sistemlere karşı ulusal bilinç gelişimini tetiklemiştir. Bu koşullarda ulusal kimlik, sadece etnik farkındalığın değil, aynı zamanda kolektif direnişin de bir aracına dönüşmüştür. Fakat burada önemli olan, bu bilincin ümmet bilincini reddetmeden inşa edilip edilememesidir. Ulusçuluk adına temel hakları, özgürlükleri ve değerleriyle baskılanan etnik kimlikler zamanla içinden çıkılamaz bir soruna dönüşmüş ve takip eden dönemlerde çok daha ağır bedellerin ödenmesi sonucunu doğurmuştur. Ümmet ve etnik aidiyeti doğru bir zeminde birlikte değerlendiren çok katmanlı bir kimlik inşası mümkündür. Esasen etnik/ulusal kimlik ile ümmet aidiyeti arasında zorunlu bir karşıtlık yoktur. Bu ikisi, geçmişteki İslami yönetimlerde olduğu gibi adalet temelinde uzlaştırılabilir.

Kürtlerinkine benzer bir statüsüzlükte olan Tuaregler[7] ve Beluçlar[8] gibi İslam coğrafyasında baskı altında bulunan ve parçalanmış halkların varlığı ancak kimliklerinin tanınması ve temel haklarının teslimiyle anlamlı hâle gelebilir. Aksi hâlde hâkim pozisyonda gibi görünen Türkler, Araplar ve Farsların ümmet söylemi bir örtüye ve sessizleştirme aracına dönüşür. Dolayısıyla, sahih bir dinî yaklaşım, Kürtlerin hem ulusal hem ümmet aidiyetlerini eş zamanlı olarak yaşamasına mâni değil, bilakis bunu teşvik etmektedir. Nitekim Resûlullah (sav), Medine Vesikası’yla farklı inanç ve kavimlerden oluşan bir toplumu hukuki bir sözleşmeyle bir arada yaşatmıştır. Bu model, modern anlamda çoğulcu ve eşit yurttaşlığa açık bir toplum tasavvuruna da imkân tanımaktadır.


[1]        .    İbn Hibbân, V, 418; İbnü’l Esîr, Usdu’l Ğābe, I, 301; İbn Hacer, I, 429; Ayrıca bk. İbn Sa’d, VII, 280

[2]        .    Zuhûru’l Kurd fi’t Târîh, Cemal Reşid,  s. 427, 447

[3]        .    Şu ânda Bağdat’ın bir nahiyesi olan Celûlâ, Dicle Nehri’nin doğu tarafında aynı adı taşıyan ırmağın kenarında, Sevâd ile İran arasında ve Horasan yolu üzerinde kurulmuştur. Hânikīn’den yaklaşık 40 km, Medâin’den de 180 km uzaklıktadır.

[4]        .    Donald R. Hill, Studies in Medieval Islamic Technology, Ashgate Publishing, 1998

[5]        .    M. Khaznadar, Tarixî Edebiyatî Kurdî, Hewlêr: Aras, 2001

[6]        .    “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, takvaca en üstün olanınızdır.” (49/Hucurat, 13)

[7]        .    Tuaregler, Berberî (Amazigh) kökenli, Kuzey Afrika’nın Sahra bölgesinde yaşayan yarı göçebe bir halktır. Bu halk da yapay sınırlarla bölündüğü için şu ân itibarıyla beş farklı ülkede (Mali, Nijer, Cezayir, Libya ve Burkina Faso) yaşamaktalardır. Ümmet coğrafyasındaki halklardan durumları Kürtlerinkine benzeyen bir halk olan Tuaregler, 20. yüzyılda Fransız sömürgeciliğinden sonra oluşan devlet sınırları içinde parçalanmış bir halk hâline geldiler. Mali ve Nijer gibi ülkelerde ayrımcılık, dışlanma ve kaynaklara erişim sorunu yaşadılar. Bu durum zaman zaman isyanlara (özellikle 1990’lar ve 2012’de Mali’de) yol açtı. 2012’de Mali’deki Tuareg isyanı sırasında kısa bir süre için Azawad adlı bağımsız bir Tuareg devleti ilan edildi; ancak bu devlet uluslararası toplum tarafından tanınmadı ve varlığını sürdüremedi.

[8]        .    Beluçlar, Güneybatı Asya’da yaşayan bir halktır. Ana yurtları Belucistan olarak bilinir. Belucistan bugün üç farklı ülkeye bölünmüş durumdadır: Pakistan: Beluçların çoğunluğu burada yaşar (özellikle Belucistan Eyaleti).

               İran: Güneydoğuda, Sistan-Belucistan Eyaleti’nde. Afganistan: Güneybatı bölgesinde. Ayrıca Türkmenistan, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri ve Doğu Afrika’ya kadar dağılmış diaspora toplulukları vardır.

               Beluçlar tarih boyunca kimlikleri ve özerklikleri için mücadele etmişlerdir: Pakistan’da Beluçlar sık sık ayrımcılık, yoksulluk ve devlet şiddeti ile karşılaşmaktadır. Bağımsızlık ya da özerklik isteyen bazı Beluç silahlı hareketleri vardır, (Örneğin İran’da Ceyşu’l Adl ve Pakistan’da Beluç Kurtuluş Ordusu, Beluç Birleşik Cephe/Koalisyon). İran’da da Beluçlar, Kürtler gibi hem etnik hem de mezhepsel nedenlerle marjinalleştirilmiş bir halktır. Afganistan’da ise daha az sayıdalardır ama kültürel varlıklarını korurlar.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver