Türkiye’de, Benzeşen İki Farklı Din ve Düşündürdükleri

 

Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu Müslümandır. Nedensiz yere hemen her fırsatta ve yoğun bir tekrarla vurgulandığı için bu gerçeği ayrıca kanıtlamak gerekmez.

Evet, Türkiye toplumu Müslümandır, ancak bu dinin herhangi bir tanımı yok mudur? Bu sorunun -ne yazık ki- net ve açık bir yanıtı bulunmamaktadır. Oysa İslâm’ı: “Kitap ve Sünnet temeline dayalı ve evrensel kuralları olan bir yaşam ve yönetim biçimi” olarak tanımlayabiliriz. Bu noktadan yola çıkılarak son yıllarda önemli bir sır ifşa edildi. O da Müslümanlık ile İslâm arasında hemen hiçbir ilişkinin, hiçbir bağın bulunmuyor olmasıdır. Dolayısıyla Müslümanlığı İslâm olarak tanımlamak mümkün değildir.

Müslümanlığın, yüzyıllardır İslâm ile karıştırılıyor olması, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan ürkütücü bir skandaldır. Bunun asırlar sonra ortaya çıkması ise oldukça şaşırtıcıdır. Her gün binlerce kez dillerde dolaşan ve -bu ülkede- hemen her kesin vicdanını yakından ilgilendiren bir dinsel kurumun, gerçek dışı ilgilere tutunularak İslâm’ın bir başka adıymış gibi gösterilmesi herhangi bir ifade ile açıklanamaz. Bu sırrın ancak seksenli yıllardan sonra araştırılması ise tanımlara sığmaz bir gecikme olarak tarihe geçecektir. Takdir edilmelidir ki bu çelişki, Türkiye halkının sosyo-kültürel gerçeklerine ilişkin birçok bilinmezin daha var olduğunu hatırlatacaktır. Bunların belki de en önemlisi, yerli araştırmacıların bu konuda akademik formasyon bakımından henüz hem yetersiz oldukları hem de özellikle bu konuyu gündeme taşımayı göze alamadıklarıdır. Evet, Türkiye toplumunun sosyo-kültürel gerçekleri arasında bu sorun çok önemli ve çok ilginçtir.

Oryantalistlerin de şimdiye dek bu nokta üzerinde yoğunlaşmamış oldukları gözlenmektedir. Bunun stratejik nedenleri olabilir. Bunu kısaca şöyle açıklamak yerinde olur: Avrupalıların İslâm dünyasını işgal projelerinde oryantalistler, ileri keşif gücü olarak rol almış bir akademik zümredir. İslâm ile müslümanlığın tamamen farklı iki din olduklarını bilmelerine rağmen bu şahsiyetlerin şimdiye kadar -mesele hakkında- hemen hiçbir açıklamada bulunmamış olmalarını, Avrupa işgalciliğinin uzak geleceğini tehlikeye düşürmeme kaygısına bağlamak bir bakıma mümkündür. Bunun önemli gerekçelerinden biri şudur: “Müslümanlık her ne kadar şablon bir din ise de bu dinin bağlıları olan Müslümanlar ile İslâm’ın bağlıları olan muslimler, günümüzde artık ortak bir tarih ve kültüre sahiptirler. Zamanla yozlaşmanın, bilgisizliğin ve bilinçsizliğin sonucu olarak taraflar arasında böyle bir akrabalık kurulmuştur. Bu ilişki, ileride daha da pekişebilir. Öyle ki, çok geçmeden muslimler de Müslümanlaşabilirler. Dolayısıyla -bir zaman gelecek- Müslümanlar ve muslimler, İslâm ile Müslümanlık arasındaki uçurumu görebilecek bilgi ve basiretten tamamen yoksun kalacaklardır. Bu ise onları, Avrupalılara karşı birleşik bir cephe haline getirecektir. Dolayısıyla bu iki dinin farklı kurumlar olduğunu ifşa etmek Avrupa’nın İslâm dünyası üzerinde güttüğü amaçların gerçekleştirilmesini zorlaştırabilir.”

Oryantalistlerin, söz konusu tutumuna ilişkin bu değerlendirmeler tartışılır olsa bile, Müslümanlık ile İslâm’ın iki ayrı din oldukları realitesi bugün artık berrak bir şekilde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bununla birlikte İslâm’ın hemen hemen ortadan kalkmış bulunduğunu, bıraktığı boşluğun ise Müslümanlıkla doldurulduğunu itiraf etmek gerekir. Nitekim İslâm’ın (tüm dünyadaki) bağlıları olan muvahhid mu’minler sayıca o kadar azalmışlardır ki onların birkaç yüz bini bile geçmediklerini tahmin etmek güç değildir. Türkiye’deki muslim-mu’min nüfus hakkında ise rakamsal bir açıklamada bulunmak güçtür. Bunun nedeni gayet açıktır. Müslüman çoğunluğun ağır baskısı altında bulunan bu azınlığın özgürce konuşması elbet beklenemez. Bu sorun, mu’minlerin sayısal varlıkları, aralarındaki ilişkiler, siyasal kanaatleri ve genel olarak davranış biçimleri hakkındaki sağlıklı bilgilerin elde edilmesini engellediği gibi onları, Türkiye’de türlü tehlikelerle kuşatılmış kapalı bir topluluk olmaya da aynı zamanda zorlamıştır.

Bu ilgiyle belirtmek gerekir ki birinin öbürü ile özdeş olduğunu kanıtlayan hemen hiçbir temel ilintinin bulunmadığı Müslümanlık ile İslâm’ın görünürdeki yanıltıcı benzeşmeleri, ilim erbabını meşgul edecek korkunç bir sorunlar sarmalını oluşturmaktadır. Bu ise öyküsü ciltlerle kitaplara konu olabilecek bir din ve düşünce anarşisinin Türkiye’de siyasetten ekonomiye, sağlıktan eğitime ve tüm insan ilişkilerine varıncaya kadar toplumsal yaşamı etkilediği anlamına gelmektedir. Bu nedenle müslümanlığın -ilim diliyle- çok yönlü olarak irdelenmesi gerekir. Çünkü bu konudaki yanılgıların devam etmesi halinde, Türkiye toplumunda yaşanan din ve düşünce anarşisinin ileride tehlikeli raddelere tırmanacağı ve geleceği tehdit edeceği kaçınılmaz olur.

Son derece ilginçtir ki, aralarında hiçbir temel alâkanın bulunmadığı bu iki dinin, yüzyıllardır özdeş sanılmış olması, eğitimsizliğin, bilgisizliğin ve bilinçsizliğin karambolünde yakın geçmişe kadar bir gelenekler yumağı olarak yaşatılabilmiştir. Toplumun karanlık geçmişi bunu mümkün kılmış olabilir. Ancak 1950’lerden sonra okuma yazma öğrenen Türkiyeli yeni kuşaklar artık bazı gerçeklerin farkında olmaya başladılar. Bunlardan biri de 627 yıl ayakta kalmış olan Osmanlı Devleti’nin tarihi boyunca tebaasından ancak 1600 kişinin kitap yazmış olduğu gerçeğidir.[1] Bunun ise hemen hiçbir işe yaramadığını Cemil Meriç şu cümleleriyle özetlemektedir: “Osmanlı İmparatorluğunda büyük düşünür çıkmadı. Çünkü düşünceye ihtiyaç yoktu. Düşünce bir felâkettir. Zorlanmadan, mecbur kalmadan düşünmez insan. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa karşısındaki bozgunu, endüstriyel toplumun askerî bir toplumu yenmesidir…” [2]

Müslümanlık ile İslâm karşılaştırıldığında -kuşkusuz- ilginç bir tablo ortaya çıkacaktır. Bunu tahmin edemeyenler, hatta buna inanmayanlar olabilir. Fakat gerçeklerin gizlenmesi uzun sürse de sırların ortaya çıkması -nadir istisnalar hariç- mukadderdir. Bir Müslüman ile bir mu’min-muvahhidi karşılaştırırsanız kısmen aynı tablo ile yine karşılaşabilirsiniz. Unutmamak gerekir ki böyle bir mukayese için bir gün fırsat doğabilir.

 

[1]        .     Bk. Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri. Matbaa-i âmire İstanbul 1333.

[2]        .     Cemil Meriç, Sosyoloji Notları, İletişim Yayınları 4. Baskı İstanbul 1997, s. 220.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver