Allah’ın Adıyla…
Bizleri İslam’a hidayet edip Muhammed Mustafa’ya sallallahu aleyhi ve sellem ümmet kılan Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd olsun.
Salât ve selam; önderimiz ve bizlere nefislerimizden daha evla olan Rasûlullah’a, pak ailesine ve seçkin ashabının üzerine olsun.
Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem imanın ve onun risaletine şahitliğin sahih olup Allah tarafından kabul edilmesi için dört gereğin olduğunu zikretmiştik:
1. Haber verdiklerinde onu sallallahu aleyhi ve sellem tasdik etmek
2. Emrettiklerinde ona sallallahu aleyhi ve sellem itaat etmek
3. Nehyettiklerinden kaçınmak
4. Allah’a yalnız onun sallallahu aleyhi ve sellem gösterdiği şekilde ibadet etmek
Bu yazımızda Allah subhanehu ve teâlâ izin verirse bunlardan birincisini anlatmaya çalışacağız.
Haber Verdiklerinde Onu Tasdik Etmek
İslam dinini inceleyen biri, onun iki kısımdan müteşekkil olduğunu görecektir:
İslam’ın haber verdiği şeyler: ahbar
İslam’ın mensuplarına talimatları: emir/nehiy
İslam olmak, bunlardan birincisini tasdik/doğrulama, ikincisine boyun eğme ve yerine getirmeye çalışmayla mümkündür.
Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem, haber verdiği hususlarda tasdik, ona imanın olmazsa olmazıdır. Onu tekzib/yalanlama, imanın özü olan tasdik ve ikrarla bağdaşmayacağı için tekzib/yalanlama imanın zıddı sayılmıştır.
‘Allah Rasûlü’nün haber verdikleri’ dediğimizde ister Rabbiyle alakalı, ister kendiyle/risaletiyle, ister geçmiş Peygamberler, ister gelecekle alakalı ya da dinî herhangi bir konuda haber vermesi arasında fark yoktur. Bir bütün olarak onu sallallahu aleyhi ve sellem ve getirdiklerini tasdik etmek ona imanın ve ‘Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın Rasûlüdür’ şahitliğinin olmazsa olmazıdır.
Allah subhanehu ve teâlâ kafirleri tanıtırken onları tasdiğin zıddı olan tekzible tanıtmıştır.
“Rasûlüm! Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse (yadırgama); gerçekten, senden önce apaçık mucizeler, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice Peygamberler de yalancılıkla itham edildi.” (3/Âl-i İmran, 184)
“(Rasûlüm!) Eğer onlar (inkârcılar) seni yalanlıyorlarsa, (şunu bil ki) onlardan önce Nuh’un kavmi, Ad ve Semud (kavimleri de kendi Peygamberlerini) yalanladılar. İbrahim’in kavmi de, Lût’un kavmi de (Peygamberlerini) yalanladılar. (Şuayb’ın kavmi olan) Medyen halkı da (Şûayb’ı) yalanladılar. Musa da yalanlanmıştı. İşte ben o kâfirlere süre tanıdım, sonra onları yakaladım. Nasıl oldu benim onları reddim (cezalandırmam)!” (22/Hac, 42-44)
“Onlardan önce Nuh kavmi, Ad kavmi, kazıklar sahibi Firavun da, yalanladılar.” (38/Sad, 12)
Burada hususen bir noktanın altını çizmek istiyorum: ‘Tasdik etmek’ kavramının içi boşaltıldığı için çoğu insan bu kavramı yanlış tasavvur ediyor. Tasdik sadece haberi ikrar etmek ya da kabul ettiğini söylemek değildir. Maalesef ‘Allah Rasûlü’nü ve haberlerini tasdik’ dediğimizde böyle bir yanlış anlamayla karşılaşıyoruz. Tasdik sadece kabul ve ikrar olmuş olsaydı; Allah Rasûlü’nün Peygamber olduğunu evlatlarını tanıdıkları kadar yakinen tanıyan Yahudiler’in Müslüman olması gerekirdi. Allah subhanehu ve teâlâ ayette:
“Onu kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar…” (2/Bakara, 146)
Yine Firavun ve avanesinin Musa’yı aleyhisselam yakinen doğruladıklarını haber veriyor:
“Onlar onun doğru söylediğini yakinen bilmelerine rağmen inkâr ettiler.” (27/Neml, 14)
Öyleyse tasdik, üzerine ittiba bina edilmediğinde yok hükmündedir. Bunun bir benzeri de kendini İslam’a nispet eden, sorumluluklarını ikrar eden lakin bu ikrar ve tasdiklerine ittiba bina etmeyenlerin Kur’an’da yalanlanmasıdır:
“Onlar Allah’a ve Rasûlü’ne iman/tasdik ettik ve itaat ettik derler… Sonra onlardan bir grup (itaatten) yüz çevirir. Onlar mümin değillerdir…” (24/Nur, 47)
(Ayette zikredilen yüz çevirme/tevelliden kasıt; amelden/ittibadan yüz çevirmedir. Kur’an tasdikten yüz çevirmeyi tekzib/yalanlama kelimesi ile, amel ve ittibadan yüz çevirmeyi ise tevelli kelimesiyle ifade eder. Kıyamet suresi 31 ve 32. ayetlerde bu durum çok açıktır:
“O doğrulamadı/tasdik etmedi ve namazı da kılmadı.” buyrulur. Karşılığında ise:
“Lakin yalanladı ve yüz çevirdi/tevelli” denir.
Yani tasdiğin zıddı yalanlama, namazı yani ameli terkin zıddı tevelli/yüz çevirme kelimesiyle ifade edilir.
Buna dayanarak Nur suresi 47. ayette; yüz çevirenler/tevelli edenler Allah’a ve Rasûlü’ne iman, itaat konusunda ikrarları üzeredirler. Ancak bu tasdik ve ikrara zahirî amelleri bina etmeyince Allah subhanehu ve teâlâ onların imanını yok saymıştır. Bu durumun bir benzerine sevgi konusunu işlediğimiz yazılarda değinmiştik. Sevgi kalbin ameli idi. Allah ‘seviyorum’ sözünü iddia olarak kabul ediyor, bunun şer’an geçerli olması için ittibayı şart koşuyordu:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (3/Âl-i İmran, 31))
Bunun için zaruri olarak bilinmesi gereken; tasdik, beraberinde amel ve ittiba olmadığı sürece yok hükmündedir. Bu da tarihte din adına işlenmiş en büyük cürmü anlamamızı sağlayacaktır. Tarih boyunca heva ehli Allah’a inanmakla beraber, O’nu gökyüzüne hapsetmek istediler.
O’nun subhanehu ve teâlâ hayata müdahale etmesini, O’nun şeriatına göre yaşamayı kabullenemediler. Bir yandan O’nu ve yüceliğini tasdik edip vicdanlarını rahatlattılar. Psikolojik bir ihtiyaç olan yüce bir varlığın, varlık ve gözetimini hissetme sorununu çözmüş oldular. Öte yandan O’nu semaya hapsetmek suretiyle hevalarının her istediğini yapıp, şehevi isteklerini tatmin ettiler.
Kur’an’ın tabiriyle ‘Cahiliyyeti’l Ula/İlk cahiliyye’nin bu sorununu çözmek kolaydı. Hevanın doyurulmasının mümkün olmadığı, bir başkasının hevasını tatmin etme yolunun bizim hukukumuzun çiğnenmesi olacağı anlatılarak bu sorunu çözmek mümkündü. Bundan dolayı aklı başında ve erdem sahibi her insan Peygambere iman ediyor, hevasının esiri olan mele’ tabakasıysa onun sallallahu aleyhi ve sellem doğru söylediğini içten içe kabul etmekle beraber, zahiren onu yalanlıyorlardı.
İkinci cahiliye ise aynı cürmü İslam’a mâl ederek işledi. Ameli imandan, tasdiği ittibadan ayırdı. Her şeyi ikrar eden, ancak yapmayan insanlara ‘mümin’ demeye başladı. ‘İman tek parçadır ve herkes aslında eşittir’, meselesiyle cahiliye kemale ermiş oldu. İmanı marifete indirgeyen, ameli imandan ayıran ve insanları marifette eşit gören, yani insanları ilk cahiliyede olduğu gibi sadece Allah’ın varlığını kabule davet eden bu sapkınlık, İslam mezhepleri arasında sayılarak İslam’a en büyük kötülüklerden biri yapılmış oldu. İlk cahiliye insanının açık ilahı olan hevaya hitap ettiği için; insanlar bu mezhebi kabul edip din edinmekte gecikmediler.
(Bu noktada bir sınıfı istisna ettiğimizi belirtmek isteriz. İslam tarihinde ameli imandan ayıran ve Mürcie-i Fukaha olarak isimlendirilen Hammad bin Ebi Süleyman, İmam Ebu Hanife rahimehumullah vb. imamların sözlerini (amel imandan değildir) açık naslara ve selefin icmasına muhalif olduğu için hata kabul etmekle beraber; bu ihtilafın hakiki olmadığına inanıyoruz. Onlar, tüm emirlerin yerine getirilmesinin gerekli olduğunu, terke gerekli cezaların uygulanacağı, fasık ile fasık olmayanın İslam nazarında eşit olmadığını açıkça beyan etmişlerdir. Zaten İslam’ın amelî boyutu olan fıkıh ilminde temeyyüz etmeleri de bunu gösterir.)
Evet, biz tasdik dediğimizde sadece ‘eyvallah’a indirgenmiş, üzerine ittiba ve amel bina edilmeyen bir şeyden bahsetmiyoruz. Yani herhangi bir haberinde Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem tasdik etmişsek bunun anlamı, o haberin içeriğiyle ameli, sakındırdıklarından sakınmayı, teşvik ettiklerine rağbet etmeyi gerektirir. Ne söylemişse doğrudur deyip, hayatın hiçbir alanında bu tasdiğin eserinin görünmemesi, tasdik suretinde tekzibden başka birşey değildir. (‘Tasdik suretinde tekzib’ Kur’an’ın müşrikleri kınama noktasıdır. Yukarıda zikrettiğimiz sözlerin doğrulanması bakımından şu ayetler incelenmelidir:
“(Rasûlüm!) de ki: ‘Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?’ ‘Allah’a aittir’ diyecekler. ‘Öyleyse siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız?’ de. ‘Yedi kat göklerin Rabbi, azametli arşın Rabbi kimdir?’ diye sor. ‘(Bunlar da) Allah’ındır’ diyecekler. ‘Şu halde siz Allah’tan korkmaz mısınız?’ de. ‘Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir?’ diye sor. ‘(Bunların hepsi) Allah’tır’ diyecekler. ‘Öyle ise nasıl olup da büyüye kapılıyorsunuz?’ de.” (23/Müminun, 84-89)
Burada Allah subhanehu ve teâlâ müşriklere üç soru soruyor:
– Yer ve içindekiler kimin?
– Yedi kat gök ve yüce arşın sahibi kim?
– Her şeyi elinde bulunduran kim?
Bu soruların cevabını; ‘Allah’ olarak veriyorlar. Yani soruların içinde olan haber cinsinden şeyleri tasdik ediyorlar. Ancak Allah subhanehu ve teâlâ onların bu tasdiğine şöyle cevap veriyor:
“Doğrusu biz onlara hakkı getirdik. Fakat onlar yalancıdırlar.” (23/Müminun, 90)
(Evet, bu sorulara verdikleri cevaplarını, yani tasdik ve ikrarlarını Allah yalanlıyor. Söyledikleri haktır… Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem onlara getirdiğidir. Lakin onlar bu tasdiklerinde yalancıdırlar.
Peki neden? Bu yalanlamanın cevabını 91 ve 92. ayetler veriyor:
“Allah evlat edinmemiştir; O’nunla beraber hiçbir ilah da yoktur. Aksi takdirde her ilah kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allah, onların (müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir. Allah, gaybı da şehadeti de bilendir. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir.” (23/Müminun, 91-92)
Yani Allah subhanehu ve teâlâ şöyle diyor: Madem yer, gök ve her şey Allah’ın, bunu tasdik ediyorsunuz, öyleyse nasıl O’na çocuk nispet ediyor, O’ndan başka varlıklara dua ediyor, onların fayda ve zarar vereceğine inanıyorsunuz?
Gerçekten bu sayılanların sahibinin Allah olduğunu düşünüyorsanız, bu yücelikte bir varlığın çocuk, eş, ortak edinmesi düşünülebilir mi?
Yani Allah subhanehu ve teâlâ onları, tasdiklerinin gereğini yerine getirmeyip, buna münafi inançlara sahip oldukları için yalanlıyor.
Bunun gibi Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem haber verdiklerinde tasdik eden, ancak gereğini yapmayıp bu tasdiğe münafi inançlara sahip olanlar, bu tasdiklerinde yalancıdırlar. İlerleyen sayfalarda vereceğimiz örnekler bu babdandır.)
Yukarıda kaydettiğimiz satırlarda; dinin tümünün bu kapsama girdiğini söylemiştik. Önemli olduğuna inandığımız ve ‘Muhammed 3 Allah’ın Rasûlü’dür’ şahitliğinin zedelenmesine neden olan bazı noktalara değineceğiz.
Dinin Kendisiyle Kemale Ermiş Olması
Allah’ın subhanehu ve teâlâ ve Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem haber verdikleri şeylerden biri; Allah Rasûlü’yle dinin kemale erdiği, nübüvvetin son bulduğu ve onun bıraktığı haliyle dinden razı olmasıdır.
“…Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Din olarak sizler için İslam’dan razı oldum…” (5/Maide, 3)
Ayet, lafızları itibariyle izaha ihtiyaç duymaz. Din, Allah Rasûlü’yle kemale ermiş, bu Allah’ın nimetlerinin en büyüğü olarak kabul edilmiş ve bu haliyle din, İslam olarak isimlendirilmiştir.
İbni Kesir rahimehullah ayetin tefsirinde şunları kaydeder:
‘Bu, Allah’ın bu ümmet üzerindeki en büyük nimetlerindendir. Şöyle ki; onlar bu din dışında bir dine, bu Nebi dışında bir Nebi’ye ihtiyaç duymazlar. Bundan dolayı Allah onu Nebilerin sonuncusu kılmış, insanlar ve cinlerin tümüne yollamıştır. Helal ancak onun helal kıldığı, haram onun haram kıldığı, din yalnızca onun yaptığıdır…’
Bu kelimelerin altına imza atmayacak, bu anlamları tasdik etmeyecek bir tek insan yoktur. Bırakın İslam milletini Yahudiler dahi bunun ne büyük bir nimet olduğunu ikrar etmişlerdir.
“…Yahudi’nin biri Ömer’e geldi ve şöyle dedi:
__ Siz Müslümanlar bir ayet okuyorsunuz. Şayet o ayet bizlere inmiş olsaydı biz Yahudiler olarak o günü bayram edinirdik.
Ömer:
__ Hangi ayet?
Yahudi:
__ ‘Bugün size dininizi tamamladım…’ ayeti.
Ömer:
__ Vallahi o ayet Cuma günü Arefe’de inmiştir, der…” (Buhari, 45; Müslim, 3017.)
İslam’dan önce var olan semavi dinler tamamlanmadıkları için, dünyaya meyleden ilim adamları, saltanatlarını sağlamlaştırmak isteyen yöneticilerin hevalarına uygun bir şekilde dini değiştirdiler. Öyle ki netice, Nebiler’in geldiği dönemde savaştığı insanların din anlayışından daha kötü bir din çıktı ortaya.
Allah’ı subhanehu ve teâlâ birlemek ve O’nu tazim için gelen Musa’nın aleyhisselam ümmetinin Allah’a fakirlik, cimrilik, güreşte yenilme gibi eksiklik izafe edip Üzeyr’in aleyhisselam O’nun çocuğu olduğunu iddia ettiler.
İlk sözü ‘ben Allah’ın kuluyum’ olan İsa’nın aleyhisselam tabileri Allah’a çocuk ve eş nispet edip, İsa’nın ve Havarilerin mücadele ettiği Roma putperestliğini besleyip Avrupa modernizmi olarak karşımıza çıkardılar…
Gerek heva ehli, köpek tiynetli ve merkep zihniyetli bilginlerin tahrifleri, gerek de zorba yöneticilerin tuğyanlarına meşruiyet arama çabaları semavi dinleri batıl dinler haline getirmiştir.
Allah’ın bu nimetini en az bir Yahudi kadar tasdik eden Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinin içinde bulunduğu hâlden; bu tasdiğin ‘eyvallah’ anlayışından öteye geçmediği, üzerine ittiba ve gerekleriyle amel bina edilmediğinden, yok hükmünde olduğu anlaşılmaktadır.
Onun sallallahu aleyhi ve sellem ümmeti olduğunu söyleyen insanların; günlük hayatlarını Batı’nın beşer ürünü kanunları, mescid hayatlarını sapık tarikatların gayrisünni anlayışları, evlerini şeytanın kışkırtıcı sesi ve görüntüsü olan medya belirliyor.
Kendini ona nispet eden insanların, sıra onun sallallahu aleyhi ve sellem pak şahsiyetine gelene dek binlerce abiler, şeyhler ve âlimler silsilesi; örnekliklerini oluşturuyor.
Ona müntesip topluluklar, onun adına; bidat olan gün ve geceler uydurma yarışındadırlar. Onun sünnetinden yüz çevirmiş, onun dışında varlıkları örnek edinmiş yığınları toplamayı, onun lanet ettiği, kulaklarını tıkadığı sesler eşliğinde onları eğlendirmeyi, İslami çalışma hanelerine marifet olarak yazıyorlar.
Her gelen, lisan-ı haliyle; ‘bu din tamamlanmadı, senin eksik bıraktığın noktalar var’ diyerek yeni bidatlar ihdas edip, aslından eser kalmamış tabloya yeni bir bölüm eklemekle meşgul.
Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem dinini bozmak için harcadıkları bu çabayı, onun sünnetlerini ihya noktasında harcamış olsalardı, hem tasdiklerinin gereğini yerine getirmiş olacak, hem de onun sünnetine hizmet etmiş olacaklardı.
Hususen örneklik konusu… Şu yazımıza kadar, onun sallallahu aleyhi ve sellem örnekliği, Allah’ın her halinden razı olması, onu bizlere mutlak model sunması noktasında birçok şey zikrettik. Her birimiz Allah Rasûlü’nün aracılığıyla öğrendiğimiz bu hususu tasdik ediyoruz… Ancak uygulamada bu tasdiğin bizi bir yerlere sevk etmesi gerekiyor. O da; her hususta Allah Rasûlü’nün örnek alınması ve mutlak model olmasıdır. Maalesef, olması gereken bu durumla, vakıa birbirinden çok farklıdır. İslam ümmeti; henüz akıbeti belli olmayan metot ve uygulamalara, Allah yanında makbul olup olmadığı bilinmeyen insanlara ondan daha fazla değer veriyor.
Bir topluluk; tarikat şeyhlerini, bir başkası Said-i Nursi’yi, diğeri İbni Teymiye’yi, öteki Hasan El-Benna’yı, ondan sallallahu aleyhi ve sellem daha fazla tanıyıp örnek alıyor. Hatta Allah Rasûlü’nün bir uygulaması bu ve benzeri öncülerin süzgecinden geçmeden kabul edilmiyor… (Bu zikrettiklerimiz İslam ümmetinin halini dert edinmiş bir kalemin duygusal abartıları, yahut eleştiri müzmini bir yazarın hezeyanları zannedilebilir. Lakin bunlar yaşanmış ve her geçen gün bir yenisiyle karşılaştığımız örneklerin sonucu olarak gördüklerimizdir. Bunlardan bazısını zikredecek olursak;
Bir arkadaşımız kendi bölgesinde tanınmış bir dilbilimcinin yanına gidiyor. Maide suresi 44. ayete geliyor. Arkadaşımız hocaya soruyor. ‘Bu ayet dil kurallarına göre ne ifade ediyor?’ Hocamızın cevabına kulak verelim:
‘Maide suresi 44. ayet aslı itibariyle umum ifade eden bir ayettir. Ayetin başında geçen ‘ ‘ edatı umum ifade eder. Yani bu fiili kim yaparsa yapsın, zikredilen ‘onlar kâfirlerin ta kendileridir’ hükmüne dahil olur. Ayrıca hükmün tekid edilmesi (zamiriyle) bunu pekiştirir. Lakin Said-i Nursi’nin Demokrat Parti’ye (Adnan Menderes’e) oy verdiğini biliyoruz. Şayet ayet umumu üzere olmuş olsaydı Üstad böyle bir şey yapmazdı. Demek ki burada bizim bilmediğimiz bir durum vardır.’
Şimdi bu örneği düşünelim. Burada Kur’an mı Said-i Nursi’ye hükmediyor, Said-i Nursi’nin davranışları mı Kur’an’a hükmediyor?
Yani Allah’ın kitabı hakem değil mahkûm oluyor. Velev ayetin umumu üzere olmadığını başka naslarla tahsis edildiğini, bir anlık farz edelim! Böyle olmuş olsa dahi vahyi ancak vahiy tahsis edebilir, kayıt altına alabilir. Allah’ın huzurunda neyle karşılaşacağı belli olmayan, cennet ehli olan bir kişiden mi, ateş ehli olan dokuz yüz doksan dokuz kişiden mi olduğu netleşmemiş bir insan değil… Siz bir âlim hakkında hüsn-ü zanda bulunabilir, en güzel olanı onun için temenni edebilirsiniz. Ama sahabe dahi olsa hiç kimsenin davranışını, Allah’ın kitabı üzerinde hakim tayin edemezsiniz.
Yine Mısır’da okuyan kardeşlerimiz bilirler. Siz İhvan mensubu biriyle sadece umumi konularda konuşabilirsiniz. Hususi bir meselede konuştuğunuzda, söyledikleriniz şayet Hasan El-Benna’nın belirlediği esaslara uygunsa problem yoktur. Ancak bu esaslara aykırı ne söylerseniz söyleyin (ayet/hadis/icma) muhatabınızın ilgi alanına girmez.
Örneğin; tağuta küfretmek ve ondan ictinab etmek İslam dininin aslıdır. Tüm Peygamberler bu davetle yeryüzüne gönderilmiştir. Kelime-i Tevhid’in anlamı da budur. Sapık tağut Hüsnü Mübarek hakkında konuşulduğunda ‘kardeşim, biz davetçiyiz kadı değil’ sözüyle laf ağzınıza tıkılır. Hasan El-Benna’ya nisbet edilen, El-Hudaybi’nin de kitap ismi yapmasıyla şiar haline gelen bu söylemle önünüz kesilir. Tüm Rasûller’in bununla yollanmış olması, insanları Kelime-i Tevhid olarak buna davet etmiş olması, sayısız ayette bunun ifade edilmesi, ‘davetçiyiz kadı değil’ süzgecinden geçmediği için öylece kalır. Aynı şahıs bir başka mecliste Allah’ı ve Rasûlleri’ni tasdik etmeden kişinin iman etmeyeceğini anlatır. Bu tip insanlar Rasûlleri, hatta âlemlerin Rabbini cemaatsel şiarlarına mahkum etmişken; hangi tasdik ve imandan söz edilebilir?
Bunun bir benzeri ise bazı çevrelerin İbni Teymiye yaklaşımıdır. Sabit bir konudan ziyade neredeyse dinin tüm meselelerini ‘Feteva’ya irca etmeden bir duruş belirlemiyorlar. Bir bütün olarak (akide/fıkıh/menhec), naslar İbni Teymiye süzgecine muhtaçmış edasında hareket ediyorlar. İlginç olan; bu yaklaşıma savaş açan, tarihin güzide âlimlerinden birinin İbni Teymiye rahimehullah olmasıdır. Bu tutum kendisine böyle muamelede bulunulan şahsiyetlere zarar vermese de tutum sahiplerini itikadi olarak hüsrana uğrattığı kesindir.)
Hali bu olan toplulukların Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem kendisiyle dinin tamamlandığını, onun din nezdinde mutlak model olduğunu tasdik etmesi neye yarar.
Hayatları iddialar üzere kurulu insanların yanında bu tasdiğin bir değeri olabilir; hiçbir iddiayı ispatı olmadan kabul etmeyen din-i mübin nazarında asla!
Tevhid ve sünnet ehli bu noktada dikkatli olmaya, birbirlerini uyarma ve nasihat yoluyla bu noktada bilinçli olmaya davet etmelidirler. Hususen verdiğimiz örnekler ve bu durumu yaşayan insanlar, çoğu zaman teoride bizlerle aynı şeyleri söyleyen insanlardır. Ancak teorik olarak tasdik ettiklerinin hayatlarında yansıması görülmemektedir.
Bu konuda en çok dikkatli olması gerekenler, cemaatleşen ve belli bir menhec etrafında toplanan insanlardır. Şüphesiz cemaatlerin ve onları bir araya toplayan model liderin, insanlar üzerinde belirgin bir etkisi vardır. Düzen, disiplin, menhecde sebat, çalışmalardan alınan verim ve bunlara eklenen dava yolunda ödenen bedeller, gözleri kamaştırıp kalpleri daha fazla etkiler. Zamanla böyle bir yönetimin yanlış yapmayacağı, nassın dışına çıkmayacağı anlayışı insanlarda oluşmaya başlar. Aslında bu düşünce, hüsn-ü zan mertebesinde kalıp insanın aklını örtmediği müddetçe sorun yoktur. Lakin yönetim, şer’i naslar ışığında değil de şer’i naslar, yönetime göre kabul/redde tabi tutulunca problem, itikadi olmaya başlar. Her Müslümanın kendini ve içinde bulunduğu yapıyı tasdikleri noktasında muhasebe etmesi bir fazilet değil, şer’i zorunluluktur. Her Müslüman bilmelidir ki bu konuda sapan, ayağı kayan yapılar; düzensiz, menhecsiz, rastgele bir araya gelmiş yapılar değil, güçlerini düzenlerinden alan ve zamanla dinin üstünde otoriterleşmeye başlayan yapılardır. Bunu engellemenin tek yolu, yapıları ve yönetimlerini edep ve sükûnet çerçevesinde şer’i naslara göre muhasebe etmektir.
Gaybî Meselelerde Allah Rasûlü’nü Tasdik
İslam akidesinde gayb bilgisinin yegane sahibi Allah’tır subhanehu ve teâlâ.
“De ki: ‘Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.’ ” (27/Neml, 65)
Ancak Allah subhanehu ve teâlâ dilediği zaman dilediği miktarda gaybın bilgisinden Rasûlleri’ne bildirir.
“O, bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği Peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.” (72/Cin, 26-27)
“Allah, müminleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini ayırdeder. O halde Allah’a ve Peygamberleri’ne iman edin. Eğer iman eder, takva sahibi olursanız sizin için de çok büyük bir ecir vardır.” (3/Âl-i İmran, 179)
Allah subhanehu ve teâlâ razı olduğu, seçtiği ve onları diğer insanlara üstün kıldığı Rasûlleri’ne gaybdan dilediği kadarını bildirir. Bu da vahiy kapsamında olan bilgidir.
Bunun Kur’an’dan örneği, İsa’nın aleyhisselam Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem müjdelemesidir. Kendinden yaklaşık olarak 600 yıl sonra gelecek bir Peygamberi ismiyle haber vermiştir.
“Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir Peygamberi de müjdeleyici olarak geldim’, demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: ‘Bu apaçık bir büyüdür’, dediler.” (61/Saff, 6)
Kur’an-ı mübin Allah’ın Rasûller’den dilediğine gaybı bildireceğini açıkça söylediği gibi, yukarıda kaydettiğimiz ayetle pratik bir örneklendirme yapmıştır. Bu bağlamda Allah Rasûlü kıyametten önce vuku bulacak bazı alametlerden haber vermiştir. Bunlar manevi tevatür yoluyla bizlere ulaşmıştır.
Aklını ilah edinen, ‘rivayetleri Kur’an’a arzediyorum’ derken bilerek veya bilmeyerek akıllarına arzeden bazı topluluklar, Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem bu haberlerde tasdik etmemiş, yalanlamışlardır. Elbette sorulduğunda: ‘Biz Allah Rasûlü’nün bunu söylediğinden emin olsak hiç tereddüt etmez, tasdik ederiz. Lakin Kur’an’da bulamadığımız için bunu kabul etmiyor ve rivayet edenleri yalanlıyoruz’ derler.
Öncülüğünü, tağutların gönüllü kulları olan putperest müşriklerin yaptığı, genel olarak sistemin resmî din üretim tezgahtarı olan ilahiyat hocaları eliyle pazarlanan, onların da akıl hocalarının Allah’a çocuk nispet eden oryantalist/müsteşrik Hristiyanlar olduğu bu akım, maalesef insanlar arasında yaygınlaşıyor. Hususen bu akım, herkese âlim olma daha açık bir ifadeyle ruveybidalık (“İnsanlar aldatıcı yıllar göreceklerdir. O yıllarda yalancı doğru kabul edilecek, doğru olan da yalanlanacaktır. Haine güvenilecek, güvenli olan biri de hain görülecektir. O dönemde Ruveybida söz sahibi olacaktır. ‘Kimdir ruveybida’ diye sorulduğunda da buyurdu ki: ‘İdari konularda konuşan seviyesiz adam!’ ” (İbni Mace, Fiten, 24/4036; Ahmed, 7912.) diploması verdiğinden hevasını/aklını ilah edinenler tarafından kabulleniliyor.
Koca bir hadis külliyatı ‘kıyamet ansızın kopacak’ mealindeki ayet-i kerimelerle reddediliyor. Oysa Allah’ın subhanehu ve teâlâ şu ayetleri göz önüne alındığında meselenin farklı bir boyutu anlaşılıyor:
“Onlar, kıyametin ansızın kopmasını mı bekliyorlar? Şüphesiz onun şartları/alametleri gelmiştir. Kıyamet koptuğunda ibret almaları neye yarar?” (47/Muhammed, 18)
Bu ayette Allah subhanehu ve teâlâ açıkça kıyametin alametlerinin olduğunu ve onların bir kısmının gerçekleştiğini haber verir.
“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.” (54/Kamer, 1)
Bu ayette de Allah subhanehu ve teâlâ kıyametin yaklaştığını ve bunun belirtisi olarak da ayın yarıldığını ifade ediyor.
“Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc (setleri) açıldığı ve onlar her tepeden akın ettiği zaman. Ve gerçek vaad (ölüm, kıyamet) yaklaşınca, birden, inkâr edenlerin gözleri donakalır! ‘Yazıklar olsun bize! (derler), gerçekten biz, bu durumdan habersizmişiz; hatta biz zalim kimselermişiz.’ …” (21/Enbiya, 96-97)
Bu ayette de Ye’cüc ve Me’cüc’ün setlerinin açılması ve akabinde hak olan vaadin gerçekleştiği anlatılıyor.
“O söz başlarına geldiği (kıyamet yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dabbe (mahluk) çıkarırız da, bu onlara insanların ayetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler. O gün, her ümmet içinden ayetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak (hesap yerine) sevk edilirler. Nihayet, (hesap yerine) geldikleri zaman Allah buyurur: ‘Siz benim ayetlerimi, ne olduğunu kavramadan yalan saydınız öyle mi? Değilse yaptığınız neydi?’ ” (27/Neml, 82-84)
Bu ayetlerden şunu anlıyoruz:
Kıyametin ansızın kopacak olmasıyla, onun birtakım alametlerinin olması, bu alametlerin onun yaklaştığına haberci olması arasında bir çelişki söz konusu değildir. Sünnetle sabit olan alametler de bu cinstendir. Kıyametin tarihini vermemiş, sadece onun yaklaştığına delalet eden birtakım alametleri zikretmiştir.
Burada asıl dikkat çeken husus; aklı bu denli kutsayan insanların aklı akıl yapan en önemli nokta olan düşünme/tefekkür faaliyetinden bu denli uzak olmalarıdır. Allah’ın ayetlerini bihakkın düşünme bir tarafa, kendi nefislerinde bir yolculuk yapmış olsalardı; Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem tasdik etmeme itikadi marazından korunurlardı.
İnsan yakinen bildiği şeyleri dahi unutup, yokmuş gibi davranabiliyor. Örneğin; başta insan olmak üzere kâinatta bulunan her şey; Allah’ın varlığına, birliğine alamet… Ve ‘insanların çoğu -müminler de dahil- hayatlarının ne kadarını bu bilgiye göre düzenliyor?’ diye sorduğumuzda mesele daha iyi anlaşılıyor.
İnsan bırakın alametlerini bildiği, yakinen inandığı hususlarda dahi unutup gaflete düşebiliyor. Doğal olarak, zikrettiğimiz Kur’ani hakikatler olmamış olsaydı dahi; Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem kıyametin bazı alametlerini haber vermiş olması onun ansızın kopacağı gerçeğine aykırı olmazdı. İnsanların çoğu onun alâmetlerini idrak edemeyecek, idrak edenler de gaflete düşecek, bu bilgiyi unutacak, bunun neticesinde kıyamet ansızın kopacaktır. Tarihte benzeri ilginçlikler sergileyip, Allah Rasûlü’nü haber verdiklerinde tekzib eden, bunu da vahyin önemsediği akılla yaptığını söyleyenler hep utanmak durumunda kaldılar:
“Sizden birinin içeceğine sinek düşerse onu içeceğe batırsın. Çünkü onun bir kanadında zehir diğerinde panzehir vardır.”
Başta Buhari ve Müslim olmak üzere birçok hadis imamının kaydettiği bu hadis, aklını kutsayan bazı insanlar tarafından reddedildi! Küçücük bir hayvanın iki kanadında hem zehirin hem panzehirin olabileceğini akılları almadı. Oysa bilimsel çalışmalar, sineğin bir kanadında bulunan zehirin ilacının/panzehir öteki kanadında olduğunu ispat etti. (Bilim Dergisi 22 Haziran 2001, 292. Sayı, s. 2326-2329)
Bugünün insanı da ‘Kur’ani kabullere uymuyor’ iddiasıyla aslında akıllarına uymayan birçok şeyi tasdik etmekten geri duruyorlar. Bu durum, onların ‘Muhammed (sav) Allah Rasûlü’dür’ şahitliğini zedeliyor.
Risaletin Umum Olması
Hem Kur’an hem de sünnet Allah Rasûlü’nün risaletinin umumi olduğunu, o sallallahu aleyhi ve sellem geldikten sonra ona inanmayanların cehennem ehli müşrikler ve kâfirler olduğunu beyan eder. Onun gelişiyle Allah’ın yanında tek geçerli din, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın Rasûlü olduğu İslam’dır.
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (34/Sebe, 28)
“De ki: ‘Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. O’ndan başka ilah yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve ümmi Peygamber olan Rasûlü’ne -ki o, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.’ ” (7/A’raf, 158)
“De ki: ‘Ey insanlar! Ben ancak sizin için apaçık bir uyarıcıyım.’ ” (22/Hac, 49)
“Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: ‘Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır’ diye yazmıştık.” (21/Enbiya, 105)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Benden önceki Peygamberlere verilmeyen beş şey bana verildi; Bir aylık mesafeden korkum düşmanların kalbine salındı. Benden önceki Peygamberler özel olarak kavimlerine, ben ise tüm insanlığa gönderildim…” (Buhari; 335, 438)
“Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, beni duyup da bana iman etmeyen her Yahudi ve Hristiyan mutlaka cehenneme gidecektir.” (Müslim, 153)
Birileri bu ayetlerin tefsirini yapabilir, bu hadisleri şerh edip yazılı ve görsel olarak basabilir. Bununla beraber İbrahimî dinlere inananların cennete gidebileceğini, onların da kendi dinlerine bağlı kalma, Allah’a subhanehu ve teâlâ ve ahirete inanmak kaydıyla kurtulacaklarını söylerse bu öğretileri tasdik etmiş sayılmaz ve şahitlikleri yerine gelmiş olmaz.
Sonuç Olarak;
Tasdik etme ‘eyvallah’a indirgenmiş, bir kafa sallama faaliyeti değildir. Bu, nifak ehlinin tasdiğidir. İslam’ın tasdik anlayışı, kişinin ikrar ettiği hakikatlerin gereğini yerine getirmesi, tasdiğine münafi durumlardan kaçınmasıdır. Genel olarak İslam’ın, özelde Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem haber verdiği hususlarda tasdiğin geçerli olması için, bu şartlara haiz olması gerekmektedir. Bu da neyi niçin tasdik ettiğini bilen, bu tasdiğin hayat içindeki karşılığını tefekkürle tespit eden, nefsini bu noktada muhasebeyle istikamet üzere tutan ve kalpleri kaydırmaması için içtenlikle Rabbine yalvaran müminlerin; şuur, ciddiyet ve kalplerine iltica etme ahlakıyla mümkündür.
Allah’ım! Bizleri bu sayılanları, muvaffak kıldığın mümin kullarından eyle.
İlk Yorumu Sen Yap