Meleklerin, Rablerinin emri gereği Âdem’e aleyhisselam secde etmekle takdimde bulundukları mükemmel kulluğun ve mutlak itaatin ispatıdır sorumluluk.
İblis’in, yüce Allah’ın emrine isyan edip kibirlenerek küfrün en aşağılık elebaşı olmasına, kıyamete kadar kesintisiz olarak Allah’ın lânetine müstahak kılınması ve ebediyen kaybedenlerden olmasının hazırlayıcı sebeplerindendir sorumluluk.
Âdem’in eşiyle birlikte İblis’in telbisatına kanarak yasaklanmış olduğu işi yapmış olması bir ânlık gafletten kaynaklandı. Gaflet ise bilerek unutma yahut ertelemedir. Bu ise, Âdem aleyhisselam ve neslinin cennetten şu zorluk ve sınama dünyasına indirilmelerinin nedeni olan sorumluluk şuurundaki kısa süreli gafletin nelere mâl olabileceğini gösterir.
Âdem aleyhisselam bir ânlık gafletin hemen ardından kulluk şuuruyla yeniden Rabbi’ne yöneldi. Yaptığı hatanın sebep ve faili olarak nefsini suçlamakla, muazzam bir sorumluluk örneği gösterdi. Rabbi’ne ihlasla yönelenin merhamet ve bağışla karşılanmasında ise bir engel ve sorun yoktur.
Sorumsuzluk, bir kötülükten daha büyük ikinci bir kötülük üretir. Âdem’in oğlu, tamahkârlıkla bir sorumsuzlukta bulundu. Sonra şeytanın haset ve öfke biniti üzerinde nefsine yenilerek sorumsuzluğun en uç noktasında kötü bir amel işleyerek kardeş katili oldu.
Muttaki, halim ve itaatkar olan oğlu ise, nimetin şükrünü ifâ etme sorumluluğuyla sahip olduğu ‘en iyi’yi Rabb’ine takdim etti. Canına kast eden kardeşine, yine aynı yüksek sorumluluk bilinciyle ve yeryüzünün ilk mazlum maktulü olmak pahasına ‘Eğer beni öldürmek için elini uzatacak olsan dahi, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim’ demişti.
Nuh’un aleyhisselam dokuz yüz elli sene boyunca ertelemeden, aksatmadan, hiçbir kusurda bulunmadan her türlü zorluklara karşın tevhide davette sebat etmesi, kulluğun kemâlinden kaynaklı yüksek sorumluluk bilinciyle gerçekleşmiştir.
Bigânelik, nemelazımcılık, vurdumduymazlık ve sürekli olarak ötelemelerle Nuh’un aleyhisselam davetine icabet etmeyerek büyük bir sorumsuzluk bedbahtlığında bulunan o kavim işte bu sorumsuzluğunun, kendilerinden sonraki nesillere ibret olan feci akıbetiyle yüz yüze kaldılar.
İbrahim’in aleyhisselam büyük ve çok önemli dersler ihtiva eden arayışının neticesinde kıyamete kadar tüm muvahhidler için tevhid önderi olmakla taltif olunması, sorumluluğunun hasılasıdır.
Babası put yontucusu olan İbrahim aleyhisselam, hem babasını, hem de putperest kavmini emsalsiz bir cesaretle tevhide davet ederken, muvahhidlerin önderi olmanın sorumluluğuyla hareket ediyordu.
Tevhid davetçisi ve muvahhidlerin önderi olan Peygamber İbrahim aleyhisselam putların gözüne iliştiği hiçbir yerde baltasını elinden eksik etmemiştir.
Nemrud’un ateş dağlarına atılırken sorumluluklarını yerine getirmiş olmanın verdiği yakin, tevekkül ve rıza, Rahman’ın subhanehu ve teâlâ yeni bir lütfuna mazhar olmasına vesile oldu:
“Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!” (21/Enbiya, 69)
Bütün imtihanları başarıyla geçmiş olduğundan ayrıca ‘Tek başına bir ümmet’ olarak Rabbanî övgü ve ikrama mazhar olması, İbrahim’in aleyhisselam örnekliğinde üstlenilen sorumlulukların en güzel bir şekilde yerine getirilmesinin muvahhid kula neler kazandırabileceğini de göstermektedir. İbrahim’de aleyhisselam hiçbir sorumsuzluk örneği yoktur, onda pazarlıksız bir iman vardır. Kalbinin neşesi olan İsmail’in boynuna bıçağı dayadığında yüksek sorumluluk bilincinin ve tam teslimiyetin zirvesindeydi İbrahim.
Fıtratın ve tevhidin yüklediği sorumluluk, Yusuf’u aleyhisselam kuyudan saraya ve kölelikten iktidara taşıyan bir binit oldu. Kardeşlerinin ihaneti, saray kadınlarının kumpasları ve zindanın yıpratıcılığından, bir Peygambere yaraşan kulluğun gereklerini yerine getirmesi, sorumluluk bilincinin daima diri olmasıyla ve yüce Allah’ın lütfuyla korunabilmiştir.
Kardeşlerinin sorumsuzluğu, baba (Yakub aleyhisselam) ile oğul Peygambere hicran getirdi. Yusuf’un aleyhisselam sorumluluk bilinci ve rikkati Yakuboğullarının vuslatına vesile oldu.
İçten pazarlık ve beyinsiz İsrailoğullarının özgürleşme korkusuna ve ileri sürdükleri envai mazeretlere rağmen onları Firavun’un baskı, zulüm ve köleliğinden kurtarmak için Musa’nın aleyhisselam gösterdiği çabalar, zilletin her türünden uzak tutan tam sorumluluk sahibi olmanın tabii neticesidir.
Sorumsuzluğun sebep olup tetiklediği azgınlıklarından ötürü inkâra sapan Semud kavmi hem Peygamberlerini (Salih aleyhisselam) yalanladılar, hem de mucize deveyi keserek helâklerine zemin oluşturdular.
Kurnaz ve sinsî karakterlerini büyük bir bedbahtlıkla cür’et ederek yüce Allah’a karşı kullanmaya kalkan İsrailoğulları, cumartesi gününe has av yasağını anlamsız bir sorumsuzlukla çiğneyip maymunlara ve domuzlara dönüverdiler.
Aralarında oldukça uzun bir mesafe olsa da tıpkı gözle görülemeyen bir virüsün çok büyük çapta öldürücü bulaşıcı bir hastalığa neden olabileceği gibi sorumsuzluk da kademe kademe yüz çevirmekten, hakka karşı azgınlığa kadar götürebilen kötü bir tohum gibidir.
Medyen halkı, Ress ashabı, İsrailoğulları, Ad kavmi, Lut kavmi ve daha nice toplumların hakka karşı dikilmelerinin tohumlarından birinin de tevhide ve fıtrata meydan okuyucu bir sorumsuzluk olduğu kuşkusuzdur.
Allah’ın subhanehu ve teâlâ hoşnutsuzluğunu üzerine çeken olumsuz tutumların adetâ besleme ünitesidir sorumsuzluk. Her şeyin bir başlangıcı veya zemini olduğu gibi kötü huyların, kötü ahlakın, kötü amelin ve diğer menfur hâllerin mayası, başlangıcı ve zemini de sorumsuzluktur. Söz konusu olan sorumsuzluk tıpkı gaflette olduğu gibi sorumlu olunan iş veya görevde bilinçli olarak ağır kusurda bulunmak, ihmal etmek ve ötelemektir. Küçük bir çocuk da sorumsuzdur fakat bu, kınanan değil, tabii ve hatta tatlı bir sorumsuzluktur.
Sorumsuzluk; müptelalarını yenilgilere, mülteciliğe-göçmenliğe, parçalanmalara, zayıf düşmeye, zillet içinde yaşamaya hatta bir tür çağdaş köleliğe mahkum eder.
Sorumluluk; Allah’ı, Allah’ın hakkını, azametini, Allah’ın celâline yaraşır kulluğu en iyi bilen, kulluğu ve gereklerini en iyi bilip en iyi şekilde yerine getiren Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem üzerinde önemle durduğu bir irade ve bilinç alanıdır.
Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem karşılaştığı tüm zorluk ve sıkıntılara rağmen Allah’ın dinine çağrıyı kesintisiz bir şekilde sürdürmesinin ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımıyla bunda muvaffak olmasının en önemli etkenlerinden biridir sorumluluk/görev bilinci. Her mevsimde ve ulaşabildiği her beldede, savaşta ve barışta, mescidinin duvarını örerken veya hendek kazarken, davet edildiği evde kendisine ikram edilen güzel yiyecekleri yerken veya açlıktan karnına taş bağladığı sırada, Mekke panayırlarında dolaşıp girilmedik çadır ve davet edilmedik kavim bırakmadığı yıllarda da, Medine İslam Devleti’nin başında ve başkomutan olarak da bu sorumluluğun bilincinden ve gereğini yerine getirmekten bir ân dahi geri kalmadı. Zira O sallallahu aleyhi ve sellem sorumluluğun öneminin ve ağırlığının farkındaydı. Aksinin muhtemel sonuçlarını da biliyordu: “Ey Rasûl! Rabbinde sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun…” (5/Maide, 67)
İşte bu sorumluluk şuuru ve göreve bağlılık vardı mücadelenin soluksuz bir şekilde sürdürülebilmesinde. Mücadelenin harcı bunlarla karılmıştı adetâ.
Takvâ sahipleri için hazırlanmış olup, genişliği yer ve gökler kadar olan cennetlere müşteri/talip olanlar tevhidin de, fıtratında gereği olarak sorumluluklarını üstlenir ve her alanda bu bilinçle var olmaya gayret gösterirler. Canlarını mallarını ve zamanlarını bu şuurla takdim ederler El-Kerim subhanehu ve teâlâ ve Er-Raûf subhanehu ve teâlâ olan Rablerine.
Allah subhanehu ve teâlâ yolunda şehadetin de bineklerindendir mes’uliyet şuuru. Tevhid ve iman binasını tahkim eden sağlam direklerden biridir muvahhidin sorumluluk bilinci.
Bugün dahi özlemle, sevgiyle ve övünçle andığımız Habeşli Bilal’in radıyallahu anh ‘Ahad! Ahad!’ feryatlarının özünde, kalbe dolan iman ve muvahhid bir ferdin tevhid dinine mensubiyetini/aidiyet duygularını diri tutan sorumluluk bilinci de vardı. Tevhid nuru kalbe zerk olunup da kalp gözü açıldığında ve arşın Rabbi’nin yüceliğini idrak etmeye başladığında muvahhid kulda nefsine karşı, ailesine karşı, kardeşlerine karşı ve yüce yaratıcısına karşı hissetmeye başladığı sorumluluk duygusu ân be ân güçlenir.
Mü’mince bir sorumluluk bilinci oluştuğunda tıpkı Mus’ab bin Umeyr gibi bir Mekke yakışıklısının örneğinde görüldüğü üzere konforlu hayat onun için çilehanedeki bir zahidin nefsini terbiye etmeye çalışırken katlanmak zorunda kaldığı sıkıntılardan daha acı gelir. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem teşrifinden önce muallim olarak gönderildiği Yesrib’i, manevî bir imarla Rasûlullah’ın ikâmet edeceği Medinetu’n Nebevî kılma yolunda büyük gayretler gösteren genç Mus’ab radıyallahu anh çok sevdiği annesinin çırpınışlarına da, el üstünde tutulduğu ve her türlü imkâna sahip olduğu çevresine de aldırış etmeden aldığı emrin sorumluluğuyla bu görevini en iyi şekilde ifâ etmiş ve günümüz gençleri için mükemmel bir örneklik koymuştur ortaya.
Doğruluğunda harcında sorumluluk şuuru vardır. Sorumsuz, sergerde ve berdûştan sâdık yahut salih yahut muslih olarak söz etmek mümkün değildir. Sâdık sadece sözleriyle doğru olan da değildir. Çevremizde veya yakınımızda doğru sözlü olarak tanınan-tanıtılan nice müşrik vardır. Demek ki; doğru insan, sadık veya sıdık olmak için sözlerinde doğru olmak tek başına yetmiyor. Müslüman olduktan sonra kendisine tevdi edilen her bir vazifeyi aşkla, heyecanla ve büyük bir sorumluluk şuuruyla yerine getiren Ebu Bekr radıyallahu anh ile sıddıklık vasfı adetâ özdeşleşmiştir. Sadık ve sıddık kelimelerinin geçtiği yerde Ebu Bekr’i, Ebu Bekr’in de isminin geçtiği yerde sıddık vasfını hatırlamayan yoktur. Bu anlamda sorumluluk şuurunu, sıddıklığın tamamlayıcı bir öğesi olarak değerlendirmek mümkündür. Allah’ın elçisi Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem iman etmiş olmanın yüklediği ağır mesuliyeti, o azgın müşrik kavmin içerisinde eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmek için nasıl çırpındığını siyer kitaplarından okuyoruz. Yüksek faziletiyle beraber yüksek sorumluluk bilinci Ebu Bekr’i radıyallahu anh sıddık ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem en çok sevdiği insan konumuna ulaştırmıştır.
Ömer bin Hattab’ı gören şeytan, ondaki yüksek sorumluluk bilinci ve bu bilinç ile imanının gereğini bir lahza dahi tereddüt etmeden yerine getireceğini çok iyi bildiği için onu gördüğünde yolunu değiştirirdi. Sorumluluk bilinci hakkıyla oluşmamış bir kimseden -velev ki alim de olsa- tam ve kâmil bir adaleti tesis etmesi beklenemez. Ömer’in radıyallahu anh çağlar aşan, İslam esaslı adaletinin temelinde de mes’uliyet/sorumluluk şuuru vardır. Mes’uliyet (sorumluluk), İslâm’a mensubiyetle beraber var olan ve hayat boyu süregiden bir gerçekliktir. Her bir Müslümanın İslâm’la beraber birtakım kazanımları ve hakları otomatikman aktifleşir. Aynı şekilde sorumluluklar ve görevler de öyle. Mensubiyet ile mes’uliyet her zaman ve her zeminde birbirinden ayrılmaz iki olgudur.
Takvada, şecaatte, hilmde, tevazuda ve daha nice üstüm meziyetlerde ümmet için bayraklaşmış olan Osman ve Ali bin Ebi Talib radıyallahu anhuma gibi önder şahsiyetler de kendi dönemlerinde, içerisinde bulundukları karmaşa karşısında, konumlarının gerektirdiği hiçbir sorumluluğu ötelememiş yahut iptal etmemişlerdir.
Onları yeryüzünün en hayırlı nesli yapan, asr-ı saadeti yaşatan, zaferden zafere koşturan, beldelerle beraber gönülleri de fethettiren ve kendilerinden sonraki nesillere seçkin ve saygıdeğer örnekler olarak anılmalarını sağlayan işte bu yüksek duyarlılık ve tam sorumluluk bilinciydi.
Şüphesiz ki Allah subhanehu ve teâlâ dinini mutlak surette korur. Bunun için de gereken yerde ve zamanda dilediği şekilde vesileler ve vasıtalar yaratır. Dilediği kullarını bu görev ve sorumlulukla yükümlü kılar. Akla ilk sıralarda gelen bu kullardan birisi de hiç kuşku yok ki ehli sünnetin yiğit imamı Ahmed bin Hanbel’dir rahimehullah. ‘Kur’an mahluktur’ fitnesinin alevlendiği devirde, bir muvahhid olarak tüm hücrelerinde hissettiği sorumluluk şuuruyla sadece ilmini değil, şiddetli mihneye karşı canını da Kur’an’a siper etti.
Sorumluluk şuuru bir kimsede ne ölçüde mevcut ise, denilebilir ki o kimse aynı ölçüde vardır. Sorumluluk şuuru yüksek düzeyde olan alim ve fazıl şahsiyetlerden vefat etmiş olduğu hâlde bugün hâlâ ilim meclislerinde ve sohbetlerde hem de birer referans kaynağı olarak söz edilebiliyorsa bu varlıkları, geride bıraktıkları eserlerinin, geride bıraktıkları eserler de kendilerinde mevcut olan güçlü bir sorumluluk şuurunun hasılasıdır.
İmam İbni Teymiyye ve talebelerinde rahimehullah bu hakikati görüyoruz. Allah’ın subhanehu ve teâlâ kitabına ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetine uyup bağlanmaya, onları salih selefin anladığı şekilde anlamaya, Kitap ve Sünnete aykırı olanları bırakmaya, doğru dinin öğretilerinden kaybolup gidenleri yenilemeye; Müslümanların, kendi dönemlerinden önceki asırlarda gerileme ve kör taklit devirlerinde kendi kendilerine çıkardıkları çürük metodları ayıklayıp temizlemeye, İslâm ümmetinin içinde giderek yayılan tasavvufi hurafe ve sapkınlıklardan, Hind kökenli zühtten ve Yunan menşe’li mantıktan korunmaya çağırdılar. O devrin ilmî, ictimaî ve siyasî şartları göz önünde bulundurulduğunda böyle bir çağrı ve bu istikamette bir çabanın bedeli, özgürlükten mahrumiyet yahut serden geçmek olan olağanüstü bir irade ve kuvvetli bir sorumluluk bilinci gerektirdiği gayet açıktır.
Muvahhid alimler silsilesinin her asırdaki temsilcilerinde aynı mürüvvete, aynı fazilete ve aynı mes’uliyet şuuruna tanıklık ediyoruz. On dokuzuncu yüzyılda tevhidî dirilişe öcülük eden İmam Muhammed’in rahimehullah ortaya koyduğu çabalar, Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımıyla adetâ çölde vahalar oluşturur gibi ümmetin çoraklaşmış zihin dünyasını münbit bir iklime ve cihadın gündemleştiği bereketli alanlara dönüştürdü. Seyyid Kutub rahimehullah muvahhidler ümmetini taşıyan lokomotifin kazanını biraz daha harladı. Günümüzde de malum ve meşhur olanları ve olmayanıyla bu silsileye dahil olan muvahhid alimlerimiz ve faziletli şeyhlerimiz yüksek sorumluluk şuuruyla ilim ve hizmet üretmeyi sürdürmektedirler. Hasbelkader edinip sahip olduğu ilmini aylık bir maaşa yahut bir makama fitleyip mesuliyetten kaçanlar ile; bir ayağı medresede, diğer ayağı hapishanede bir ömür tüketen tevhid davetçisi hocalarımız ile şeyhlerimizin sahip oldukları ilimle beraber yüklendikleri sorumluluğu ifâ etmeleri açısından durumları hiç aynı olur mu?
“Öyle ya! Mümin olan, fâsık olan gibi midir? Bunlar eşit olmazlar.” (32/Secde, 18)
Alem-i ervahta verdiği misakı hatırlamayan, diliyle tekerrür ettiği ahde de vefa göstermeyen kimselerin kendi öz nefisleriyle yükümlü oldukları sorumlulukları sürekli olarak başkalarına havale etmeleri, onları dünya hayatındaki mes’uliyetten ve ahiretteki vebalden asla kurtarmayacaktır.
İslâm beldelerinin işgâl edildiği, halkın öz yurtlarından sürüldüğü, iffetlere necis ellerin uzatıldığı, şehirlerin harabeye döndüğü, ekinlerin ifsada uğratıldığı ve feryatların arş-ı âlâ’ya ulaştığı şu devirde, esasen mutlak küfre dayalı tağuti sistemin gölgesine biraz daha sığınmakla şer’i sorumluluklarını yerine getirdiğini zannedenlerin ahvali, sayılan tüm bu musibetlerden daha hafif değildir.
Kendi öz nefsi ve dünyevî menfaatleri aleyhinde sorumsuzca birtakım tasarruflarda bulunan bir kimse ‘sefih’ olarak tanımlanır. Ebedi hayattaki kurtuluşun ve esenliğin yol göstericisi olan şer’i şerifi, mutlak şirk ideolojileriyle yan yana getirerek buluşturup barıştırma çabalarına girişerek modern bir ‘yesak’ hazırlamakla meşgul ağzı dualı tağutlar ise tüm bu cürümleri bizzat kendileri işlemiyormuş gibi ‘İslam kahramanı’ ilan edilmektedir. Bu durumda şu sual geliyor akıllara: Sorumsuzca davranışlarda bulunarak bu tür ağır şenâetlerin ortaya çıkmasına sebep olan sefih, tağutun kendisi midir; yoksa tağutu neredeyse Mesih olarak nitelendirecek kadar yoldan çıkmış kitleler midir, sefih?
Her bir Müslüman gücünün, bilgisinin sahip olduğu malın, sağlığının, zamanının, makamının ve konumunun gereği yükümlü olduğu sorumluluklarını yerine getirdiğinde veya bu istikamete samimi ve ısrarlı çabalar sarf ettiğinde işte o zaman hayat adetâ cenneti andıracak bir nezâhete ve saadete gark olur.
(Sabr-ı cemilin sonu selamet, sorumlulukların ifâsı ferahlık ve muvaffakiyettir.)
1 Yorum