Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam kendisinden sonra Nebi gelmeyecek olan Muhammed’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.
Allah subhanehu ve teâlâ, insanı yaratırken onun fıtratına bazı duygular yerleştirmiştir. Bu dugyulardan kimisi, insanı Allah’a kulluğa sevk ederken, kimisi de terbiye edilmesi ve hayra yönlendirilmesi ile insanın ahiretine fayda sağlar.
Bu yazımızda bahsedeceğimiz ve fıtratımıza yerleştirilmiş olan duygu, korkudur. Her insan, mutlaka bir şeylerden korkar. Bu, onun elinde değildir. İnsanın, dünyevi gözle bakıldığında çok cesur olması ya da uhrevi açıdan bakıldığında Allah’ın sevgili kullarından olması; bu gerçeği değiştirmez. Çok cesur olduğu bilinen ve söylenen kişilerin, basit şeylerden korktuğu; vakıa ile, Peygamberlerin, Allah’ın desteğine rağmen düşmanlarından korkmaları, nas ile sabittir.
Mesela Davud aleyhisselam, bizim için bu hususta bir örnek teşkil edebilir:
“(Ey Muhammed!) Sana davacıların haberi ulaştı mı? Mabedin duvarına tırmanıp, Davud’un yanına girmişlerdi de Davud, onlardan korkmuştu. ‘Korkma! Biz birbirine hasım iki davacıyız, aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme; bize doğru yolu göster’ dediler.” (38/Sa’d, 21-22)
Yine Musa aleyhisselam da, Allah’a en yakın kullar olan Peygamberler zümresinden olmasına rağmen, o korkuyu yaşamıştır:
“Musa korka korka, (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. ‘Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar’ dedi.” (28/Kasas, 21)
“Musa dedi ki: ‘Rabbim! Ben, onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum.” (28/Kasas, 33)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, düşmanlarından endişe etmiş ve ashabından bazılarının kendisini korumasını temenni etmiştir…
Aişe radıyallahu anha anlatıyor:
“Rasûlullah Medine’ye hicret ettiği zaman bir gece düşman saldırısından endişe ettiği için uyuyamadı. Ve şöyle dedi: ‘Keşke bu gece ashabımdan işini iyi bilen biri gelse de beni korusa.’ Bu sırada bir silah gıcırtısı duyduk. Rasûlullah: ‘Kim var orada?’ diye sorunca gelen kişi şöyle dedi: ‘Ben Sa’d bin Ebi Vakkas’ım, sizi korumak, burada nöbet tutmak üzere geldim.’ Bunun üzerine Rasûlullah uykuya daldı.” (Buhari)
Bu Peygamberler, fıtratlarına yerleştirilen korku nedeniyle düşmanlarından çekindiler ve bunu bazen Rabblerine arz ettiler ve bazen de etraflarındaki insanlarla paylaştılar. Allah’tan subhanehu ve teâlâ onları sekinete kavuşturacak özel veya genel buyruklar gelince de rahatladılar.
Özellikle Peygamberler üzerinden verdiğimiz bu örnekler, meselenin ehemmiyetini göstermesi açısından önemlidir. Korku, terbiye edilmeye muhtaç bir duygudur. Terbiye edilmediğinde hem dünyada hem de ahirette insanı zelil kılar.
Terbiye edilmemesinin sonuçlarını, İslam davasının farklı kulvarlarında hizmet eden Müslümanlar üzerinden örneklerle anlatmak, durumu daha iyi bir şekilde açıklığa kavuşturacaktır. Mesela tağuti bir rejimde insanları hakka çağıran bir davetçi düşünelim. Selefi olan Peygamberlerin ve onların sadık takipçilerinin başına gelen, bir gün muhakkak onun da başına gelecektir. Umursamama, alay etme, hakaret, işkence, sürgün vb. Davetçi bunlardan herhangi bir tanesi ile karşılaştığında ya da karşılaşanları gördüğünde, eğer korkuyu terbiye etmemiş ise geri adım atacaktır. Ve her geri adım; eğer şer, hayır ile defedilmezse başka bir geri adımı tetikleyecektir.
Terbiye edilmeyen korku, davetçi Müslümana sadece daveti terk ettirmekle kalmayacaktır. Anlatılmayan ve yaşanmayan bir din, artık inanç olmaktan da uzaklaşacaktır. Sırf korkularına yenik düştüğü için, imanını bir kenara bırakacak ve bunu bilinçli bir şekilde değil, farkında olmadan yavaş yavaş yapacaktır.
Böyle bir eğitimden geçmemiş, fıtratındaki duyguları hayra yönlendirmemiş Müslüman bir davetçi, tağutun zindanlarına düşmeye ramak kala acaba ne yapar? Kardeşlerine ve davasına zarar verecek ne tür fiillerde bulunur? Bunları düşünmek bile, insanı ürkütmektedir.
İmtihanlar, derece derecedir. Her musibet, üstesinden gelinince daha ağır bir musibetin kapısını aralar. Davetçi, saydığımız tüm bu imtihanlardan sonra, bulunduğu topraklarda canının tehlikeye düşmesi durumu ile karşılaşabilir. Maalesef günümüzde şehadet, sadece cihad topraklarına sıkıştırılmış bir kavramdır. Hâlbuki İslam’ın ilk şehitleri; cihadın farz kılınmadığı, davetin yapılmakta olduğu zaman ve mekânda yani Mekke’de verilmiştir.
Müslüman davetçi, cihad topraklarında olmadığı gerekçesiyle ölüm ihtimalini kendisinden uzak görmemelidir. Ki yarın kâfirlerin, hayatına kastederek yaptıkları saldırılar, ona geri adım attırmasın. Terbiye edilmemiş korkularımız, her türlü imtihanı atlattıktan sonra son düzlükte bizi yarı yolda bırakmasın ya da yoldan saptırmasın.
Terbiye edilmemiş ya da hayra yönlendirilmemiş korku nedeniyle bir davetçinin düşebileceği durumları örneklerle anlatmaya çalıştık. Aynı hâl, ölümle kol kola gezen bir mücahid için de geçerlidir. Ölüm korkusu, onu cihad amelinden ya tamamen ya da kısmen uzaklaştırabilir. Bu hayata gözlerini yumduğunda ailesine ne olacağı endişesiyle cihad amelinden geri kalma, terbiye edilmemiş bir korkunun sonucudur.
Burada, tarihte benzerine çokça rastladığımız ama her seferinde yeni versiyonlarıyla karşılaştığımız bir durumun örneğini de vermeden geçemeyeceğiz. Bazı insanlar, farklı farklı sebepler ile cihad topraklarında saldırıların, bombalamaların en az olduğu ya da hiç olmadığı bölgeleri kendilerine mesken ediniyorlar. Özel bazı sebepler nedeniyle ya da emirlerinin direktifiyle hareket ettikleri için bu mıntıkalarda yaşayanlar hariç, geri kalanların niçin oralarda oldukları aşikârdır. Tabii ki, bunu söylemekten çekinseler de bu; korkularının ve ürkekliklerinin bir sonucudur. Ama asıl, olayın vehametini arttıran; bu zatların, kâfirlerin karşısında her an tutsak edilme ya da öldürülme ihtimaline karşı savunmasız bir şekilde duran ve o topraklarda dişini tırnağına takarak daveti insanlara ulaştırmaya çalışan kardeşlerinin ‘Cihaddan kaçan ve oturan’ münafıklar zümresinden olduklarını ilan etmeleridir.
Allah ıslah etsin. Hâlbuki insanlar, dillerini tutmayı becerebilseler ne de büyük ecirler onları beklemekte.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Korkunun terbiye edilmesinin, kulluğun sadece amelî boyutuyla alakası yoktur. Aynı zamandan imanî boyutla da ilişkilidir. İman, kalpte olan bazı duyguların dengede olması ile kemale erer. İnsana ve dünya ahiret saadetini tattırır. Bu duygular; korku, sevgi ve recadır. Bunların herhangi bir tanesinin diğerinden fazla ya da az olması, imanı direkt etkileyen faktörlerdendir.
Mesela insan, korkuyu en üst seviyede yaşarken recanın kırıntıları bile yoksa Harici olması kaçınılmazdır. Çünkü sadece korkarak Allah’a kulluk yapılmaz. Tam tersini de örnek olarak verebiliriz. Reca duygusu tavan yapmış ama korku yerlerde sürünüyorsa bu kişinin imanı kökten gitmiş demektir. Çünkü korku olmayan bir kalp, Allah’a isyanda sınır tanımaz.
İşte bu yüzden, hem kalpteki denge hem de kulluktaki istikrar için, korku terbiye edilmeli ve hayra yönlendirilmelidir.
Davamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap