Allah’ın Adıyla…
Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd, Rasûlü’ne salat ve selam olsun.
‘Tasavvufun menşei’ başlıklı bir önceki yazımızda konuya dair bazı görüşler serd etmiştik. Tasavvufun isim olarak nereden türediği ihtilaflı olduğu gibi, kaynağının ne olduğu konusu da tartışmalıdır. Tasavvuf ekolüne müntesip araştırmacılar onu İslami bazı değerlerin devamı ve bozulan İslam toplumunun ihtiyacına cevap verecek şekilde gelişen bir nefis terbiyesi metodu olarak değerlendirir. Tasavvuf çizgisinden uzak araştırmacılar ise farklı görüşlere sahiptir. Kimisi tasavvufun aslında İslam’ın zühd anlayışıyla başlayıp sonrasında cahillerin ve filozofların bu ekole intisabıyla bozulduğunu savunur. Bazıları onun Budizm’den etkilendiğini, kimisi Hristiyanlıkta var olan ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem iptal etmeye çalıştığı ruhbanlığın tasavvuf adı altında dirildiğini iddia eder. Bu yazımızda tasavvufun menşeine dair farklı bazı görüşleri ve bu görüşlerin dayanaklarını yazmaya devam edeceğiz. Gayret bizden başarı Allah’tandır.
4. Tasavvuf Şiilikten Etkileniştir
Tasavvuf konusunda araştırma yapan ve bu ekole müntesip olmayan bazı ilim adamları Tasavvuf ve Şiiliğin aynı şey olduklarını daha açık bir ifadeyle Şiiliğin sünni dünyaya tasavvuf adı altında girdiğini iddia etmişlerdir. Asli kavramlarında tasavvufla birebir örtüşen Şiilik, zaman içerisinde bazı uygulamalarında farklılaşsa da öz ve asıllar da aynılığını korumuştur.
Bu konunun en önemli savunucularından biri Şiiler tarafından bir suikastla katledilen İhsan İlahi Zahir’dir. İlme yaptığı önemli hizmetler nedeniyle burada bu alimi tanıtmanın faydalı olacağı kanaatindeyim. İlim talebelerinin yakından tanıması gereken bu şahsiyetin kitaplarının her biri, bir hazine kıymetindedir. Şia tarihi ve Şia’nın akide esasları hakkında onlarca kitap kaleme almıştır. Bu kitapların en önemli özelliği; Şiilerin tarih boyunca yazdıkları tüm kitaplar taranmış ve birebir nakillerde bulunulmuştur. Öyle ki çoğu naklin nasıl anlaşılması gerektiğine dair yorumlar dahi Şia’nın hüccet kabul ettiği alimlerden aktarılmıştır. Kendisi Pakistanlı olan bu alim, Şia’nın o bölgede yayılmasının önünde ciddi bir engel oluşturmuştur. Özellikle İran devriminden sonra bir çok İslam alimi güzel niyetler ve umutlarla bu devrimden beklenti içerisine girdiler. Şeriatın İran’da başlayan hakimiyetinin zamanla kendi bölgelerine sıçrayacağı ve bu dalganın yayılacağını umdular. Şia’nın akidesinden haberdar olmayan bu insanların beyhude bir beklenti içerisinde olduğu, devrimin İslami değil Şia devrimi olduğu zaman içerisinde acı tecrübeler sonucunda anlaşılacaktı. Bu durumun anlaşılmasına önemli çalışmalarıyla katkı sağlayanlardan biri de Şeyh İhsan İlahi Zahir’dir. (Şia hakkında yazdığı kitaplardan bazıları şunlardır: – Eş-Şia ve’l Sunne.- Eş-Şia ve Ehlu’l Beyt.- Eş-Şia ve’l Kuran. – Eş-Şia ve’l Teşeyyu Fırakun ve Tarih. Bunun dışında Kadıyanılik, Bahailik, tasavvuf ve farklı fırkalar hakkında yazdığı eserler de vardır.)
Bu sahada yaptığı araştırmalardan sonra Şia’da bulunan bir çok itikadi aslın sunni tasavvufunda da mevcut olduğu kanaatine vardı.Ve bu tespitlerini delilleriyle beraber ‘Et-Tasavvuf Menşe ve Masadir’ isimli kitabında ele aldı. Bu bölümde zikredeceğimiz delillerin çoğu bu kitaptan tercemedir. Gerekli yerlerde -özellikle Türkiye tasavvufuna dair- farklı nakillerde de bulunduk.
Tarihte İlk Sufi İsmini Alanlar Şiilerdir
Bu görüşe sahip olanların ilk dayanağı; sufi ismini ilk olarak kullananların Şii olmasıdır. Aslında tarihte ilk olarak kimin sufi ismiyle anıldığı konusu ihtilaflıdır. Lakin ilginç olan ilk sufi ismini aldığı ihtilaf edilen şahısların tümünün Şii olmasıdır.
Kimine göre tarihteki ilk sufi ismini alan kişi hicri 199 yılında vefat etmiş olan, bilim adamı kimliğine de sahip olan Cabir bin Hayyan’dır. Cabir bin Hayyan sufiliğinin yanında Şiiler’in büyüklerinden kabul edilir. Onun sözlerinde üstad olarak zikrettiği Cafer’in, Caferi Sadık olduğu Şiiler tarafından kabul edilir. O, İmam Cafer’in en özel talebelerinden ve onun ilmini taşıyanlardan biri olarak kabul edilir. (El-Fihrist 435. Cabir bin Hayyan hakkında bilgi veren İbni Nedim; kimyacılar, sanat ehli ve dini ilimlerle uğraşanların onun hakkında ihtilaf ettiğini zikreder. Her taife onu kendine nispet eder.)
Bir başka görüşe göre tarihte ilk sufi ismini alan hicri 150 tarihinde vefat eden Ebu Haşim el-Kufi’dir. Bu şahıs da aynı şekilde Şii’dir. Kufe’den olan bu zat aynı şekilde İmam Caferi Sadık’ın muasırıdır.
Bu ismi ilk kullanan hatta es-Sufiyye ismiyle Kufe’de bir tarikatı olan bir diğer şahıs hicri 240’ta vefat eden Abdulkerim el-Kufi’dir. Bu kişi de aynı şekilde döneminin meşhur Şiilerindendir.
Tarihte ilk sufi ismini alanların Şii olması ve o dönemde Şia’nın merkezi olan Kufe’den çıkması gerçekten dikkate şayan bir durumdur.
Tasavvuf Silsilesi
Şia kaynak olarak kendini Ali’ye radıyallahu anh dayandırır. Onu imamet halkasının başı olarak kabul ederler. Bu izaha ihtiyacı olmayacak kadar açık bir durumdur. Hatta aşırı giderek Ali radıyallahu anh ve onunla beraber birkaç sahabe dışında kalanları tekfir ediyorlar.
Tasavvuf ehli de kendilerini bir asla dayandırırken özellikle tasavvufu Ali’ye radıyallahu anh dayandırmaya çalışıyorlar. Ve onu sahabe döneminde tasavvufun başlangıç halkası olarak kabul ediyorlar.
Cüneydi Bağdadi’den şöyle nakledilir: ‘Bizim usul ve bela’da şeyhimiz Ali Mürteza’dır. Yani ilim ve muamelede bu tarikatın imamı Ali’dir. Tarikat ehli usulden ilmi, belalara tahammül etmeyi de muamele diye isimlendirirler.’ (Keşfu’l Mahcub 274)
Feriduddin Attar’da Cuneyd’den benzer şeyler aktarır: ‘Allah onlara ilim, hikmet ve keramet yönünden çok büyük şeyler verdi. Şayet Ali keramet olarak bunları konuşmasaydı biz ne yapardık?’ (Tezkiretu’l Evliya 185.)
Bir başkası şöyle der: ‘Ali ilmin kapısıdır. Yolun ilk beyatını alandır. Ve Rasûl’ün zikri ve sırrı ilk telkin ettiği sahabidir.’ (Cemheretu’l Evliya 1/122.)
‘Bu kavmin/mutasavvıf ilmini ilk açığa çıkaran ve konuşan Ali’dir.’ (A.g.e 159.)
Şa’rani Tabakat’ında velilerden birinden şöyle aktarır: ‘İsa göğe yükseltildiği gibi Ali’de yükseltilmiştir. İsa kıyametten önce yeryüzüne indiği gibi Ali’de inecektir.’
Şa’rani bunu aktardıktan sonra kendi yorumunu ekler: ‘Bunun benzerini hocam Ali Havvas’tan duydum. Nuh gemiden bir parçayı Ali adına bıraktı. Ali onun üzerinde göğe yükseltilecek.’ (Et-Tabakat 2/44.)
‘Ezelden ebede, Adem’den dünyanın sonuna kadar tüm tasavvuf silsilesinin Ali’ye dayanma zorunluluğu vardır.’ (Taraiku’l Hakaık 1/251.)
Vahiy ve Meleklerin Gelişi
Şia’nın inanç esaslarından biri de vahyin ve Nubuvvettin Nebi’ye sallallahu aleyhi ve sellem has olmadığı, onunla beraber imamlara da vahyin geldiği ve Nebi’den sonra da bu durumun devam ettiği inancıdır.
Şia’nın yanındaki değeri, Ehli Sünnet’in yanında Buhari’ye denk olan Usulu’l Kâfi (Kuleyni’nin el-Kâfi’si özellikle günümüzde yaygın olan on iki imam Şii akidesini anlamak için önemli bir kaynaktır. Ancak kitabın İran’da basılan ve okutulan Arapça aslıyla, Türkçe’ye Şiiler tarafından tercüme edilen hâli arasında ciddi farklılıklar vardır. Türkçesinde itikaden sıkıntılı olanlar bölümler çıkarılmıştır. Şia’nın kitapları Türkçeye aktarılırken genelde aynı yöntem izlenmektedir. Arapça veya Farsça baskılarıyla terceme edilmiş baskılar arasında ciddi farklılıklar vardır.) kitabında İmam Cafer’den şöyle nakledilir: ‘Ali’nin getirdiği herşeyi alır, yasakladıklarından da sakınırım. Allah Rasûlü için geçerli olan bütün faziletler, Ali için de geçerlidir. Onun/Ali’nin hükümlerine karşı gelen Allah ve Rasûlü’nün hükmüne karşı çıkmış gibidir. Onun hükümlerinin küçük veya büyüğüne karşı çıkan Allah’a şirk koşma sınırındadır. Ali, sadece ondan Allah’a ulaşılacak Allah’ın kapısı, başka yoldan gidilirse helak olunacak olan Allah’ın yoludur… İmam Ali çoğu zaman şöyle derdi: ‘Ben cennetle cehhenem arasında Allah adına insanları dağıtacağım. Ben Faruk-i ekber ve âsanın sahibi olanım. Tüm melekler, ruhlar ve Rasûller; Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem için neyi kabul edip ikrar etmişlerse benim için de aynısı kabul ve ikrar etmişlerdir…’ ” (1/196.)
Kuleyni’nin şeyhi olan Muhammed bin Hassan Saffar ise şunları nakleder: ‘Hımran bin A’yan İmam Cafer’e sordu:
__ Canım sana feda olsun ey İmam! Bana İmam Ali’yle Allah’ın konuştuğu bilgisi oluştu.
İmam Cafer:
__ Evet, Taif’te Cibril vasıtasıyla Allah’la aralarında münacat vardı, diye cevap verdi.’ (Besairu’l Deracat 430.a)
Allah Rasûlü’ne dayandırarak şöyle rivayet ederler: ‘…Allah Taif’te, Akabe gününde, Huneyn’de ve Rasûlullah’ın yıkandığı günde Ali’yle konuşmuştur.’ (A.g.e 431.)
Ünlü mutasavvıflardan Şa’rani’nin bu konuda söylediklerini dinleyelim: ‘…İmam Gazali nebi ile veliye vahiy gelmesi konusunda şöyle der: ‘Nebiye vahiy melek vasıtasıyla gelir, velinin ise kalbine ilham olur, melek gelmez’. Gazali’nin bu söylediği doğru mudur? Bunun cevabı Şeyh’in (Şa’rani kendisinden nakillerde bulunduğu zatı kast etmektedir) de dediği gibi yanlıştır. Şöyle ki; Gazali ve bazılarının bu yanlışa düşmelerinin sebebi bunu tatmamış olmalarıdır. Onlar sülükleri sonucunda tüm makamları elde ettiklerini zannettiler. Böyle zannedip ilham meleğinin onlara gelmediğini görünce inkar ettiler, bu nebilere hastır dediler. Tattıkları şey doğru ama bu konuda verdikleri hüküm batıldır… Şayet Gazali ve onun dışındakiler kendi zamanlarının büyükleriyle bir araya gelseler, onlar da meleğin veliye geldiğini haber verselerdi bunu kabul eder, inkar etmezlerdi. Allah’a hamd olsun ki bize melek geldi.’ (El-Yevakit ve’l Cevahir 2/85.)
Bu nakilden, velilere melek aracılığıyla vahiy geldiğini açıkça anlıyoruz. Gazali ve bazı alimlerin veliye melek vahiy getirmez, kalbine ilham olur düşüncesi ise yanlıştır. Çünkü onlar üst mertebelere çıkmadıkları için kendi mertebelerinden haber vermişlerdir. Ancak en üst makamlara erişen velilere vahiy, melekler vasıtasıyla ulaşmıştır.
Sofiler arasında, tattıklarını iddia ettikleri bu hâli, birebir Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem hâline benzetenler vardır.
‘Şeyh Taceddin Şaban’a biri soru sorduğunda şöyle derdi: ‘Cibril gelene kadar sabr’ et.’ (El-Ahlaku’l Mebtuliyye 1/454)
‘Melek veliye emir ve nehiyleri getirir.’ (El-İbriz 151.)
‘Veliler insandan öğrenmeksizin Ruhu’l Kudus’tan/Cibril’den ilimleri öğrenirler. Alemin maddesi onlara itaat eder. Kainatı uyarır ve olmuş-olacak şeylerden onlara haber verirler.’ (El-Lemahat 172.)
Muvahhid bir kulun tüylerini ürperten bu sapıklıklardan daha ötesi mutasavvıflardan bazısının miraca çıktığını iddia etmesi ve sahne sahne bunu aktarmasıdır. Adeta Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem nazire yaparcasına çıktıkları semaları, orada karşılaştıkları manzaraları, meleklere sorular sorduklarını, perdeden sonra Allah’ı subhanehu ve teâlâ görüp onunla konuştuklarını iddia etmişlerdir. Bazısı Makam-ı Mahmud’a da göz dikmiş ve miracında şefaat hakkı verildiğini iddia etmiştir. (El-Mevakıfu’l İlahiyye 164-169.)
İbni Arabi ise Kitabu’l İsra isimli bir risale kaleme almış ve burada yaptığı isra ve miraç yolculuğundan söz etmiştir. İşi bir adım öteye taşıyarak yolculuk öncesinde kalbinin yıkandığını ve şeytanının payından temizlendiğini iddia etmiştir. Yani Nebi’ye has olarak bildiğimiz ne varsa hepsinin kendileri için tahakkuk ettiğini söylemişlerdir. (Resail İbni Arabi Risaltu’l Ula 18.)
Yani sadece kendilerine melek ve vahiy gelmesiyle yetinmemiş, vahyin asıl kaynağına ulaşarak Allah’la konuşmuşlardır.
Tasavvufun mutedillerinden kabul edilen Ebu Talib el-Mekki ‘Kutu’l Kulub’ adlı eserinde bir veliden şunları aktarır: ‘Allah beni yeryüzünün altına soktu. Oraları ve arzın altını bana gezdirdi. Sonra sema alemine soktu tüm gök tabakalarını cennetleri ve arşı gezdirdi…’ (2/70.)
Türkiye tasavvufunun, Nakşibendi İsmailağa cemaatinin medyatik yüzü Cübbeli Ahmet Hoca’dan bir nakilde bulunalım. Zulme uğrayarak cezaevine konduğu dönemde cemaatine yazdığı ve resmi web sitelerinde yayınlanan ve Mustafa Özşimşekler Hoca’nın ders yaparak kamuoyuna duyurduğu mektubunda şöyle diyor:
‘Benim işlerime, başıma gelenlere akıl erecek gibi değildir. Rabbimin özel lütuflarına mazhariyetim inkarı kâbil bir şey değildir. İsmailağa’da beni çekemeyen ve üzerime her türlü iftirayı atan özellikle de Efendi Hazretleri’nin yakın akrabasından olan o güruh otuz sene kadar önce yine benim Efendi Hazretleri’nin yanından uzaklaştırılmam için büyük bir iftira tertip ederek Efendi Hazretleri’ne ‘Bunu yanından uzaklaştır’ diye baskı yaptıklarında, Efendi Hazretleri’nin bizzat bana naklettiğine göre: ‘Ahmed! Falanca kişiler dün gece sabaha kadar başımın derisini yüzdüler, seni uzaklaştırmam için beni çok üzdüler’ diye hayıflandığı günlerde Efendi Hazretleri her zamanki usulü üzere beni isnad edilen suçu işleyip-işlememiş ve bu yüzden uzaklaştırılmayı hak edip-etmemiş olduğum konusunu istihâreye havâle etti. O zaman istihâre işlerine ismiyle müsemmâ İstihâreci Mehmet nâmında bir arkadaş bakıyordu.
Fakat o günlerde tebliğ cemaatiyle Hindistan’a gittiği için iki ay kadar kendisine ulaşılamadı, tabi o vakit böyle cep telefonları da yok. Efendi Hazretleri onun bu kayboluşuna özellikle de benim istihâremi yaptıramayışına çok üzülüyordu. Ama iş geciktirilecek cinsten değildi. Tabi ki Efendi Hazretleri’nin kalbi zaten istihâre makamıydı. Ama Rasûlüllâh, Âişe anamız hakkında karar veremeyip vahiy beklediği gibi Yüce Mürşidim de o sünnete ittibâen hem de başkalarına karşı hüccet olsun diye istihâreyi bir başkasına, tabi ki rastgele birine değil yine kendisi tarafından keşfi açılan ve evliyâullâh ile uyanık halde istediği zaman görüşmesine izin verilen birine havale ederdi. Bu, ona Şeyhi’nden kalma bir hasletti.
Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirruhû)nun da kendisinin keşfi açık olduğu halde ihvânından keşfi açık olan bazılarına son zamanda Gönenli Marangoz Ömer Efendi’ye istihâre yaptırdığını naklederdi. Neyse konuya girersek müstakil bir kitap çıkar, uzatmayalım istihâreci Mehmet bulunamayınca o zamanlarda keşfi açık olan Kasımpaşalı Şevket Efendi’ye bu iş havâle edildi. Herkes istihârenin sonucunu merakla beklemekteydi.
Ben evvelce hatm-i hâceganda Efendi Hazretleri’nin tam yanında otururken ‘İfk Hâdisesi’ günlerinde yaşanan durum gibi o günlerde hatm-i şerîf odasının en dip köşesinde oturuyordum. İstihâre, Şevket Abi’ye havâle edildiği günün akşamı hatm-i şerîfin akabinde ihvan yatsı namazı için câmi-i şerîfe doğru kalkıp giderlerken Şevket Abi, Efendi Hazretleri’nin yanına sokuldu. Benim bu yaşa kadar o andan daha heyecanlı hiçbir ânım olmamıştır, zannedersem de olmayacaktır. Çünkü evvelce Şevket Abi ile görüşememiştim, görüşsem de bana bir şey anlatmayacağı kesindi. Bu sırları başkalarına söyleyenlere zaten bu vazife emanet edilmezdi.
Şevket Abi anlatmaya başlayınca kalbim yerinden çıkacak gibi oldu, bir yandan da Efendi Hazretleri’nin cemâline bakıyordum. Ne zaman yüzünde güller açtığını görünce içime bir rahatlık geldi. Efendi Hazretleri’nin güldüğünde ne kadar güzelleştiğini ve nurunun nasıl parladığını bilenleriniz çoktur. Sonra Efendi Hazretleri kalkarak yatsı namazı için câmi-i şerîfe yöneldi – o zaman hatm-i şerîf mevsim gereği akşam ile yatsı arasında yapılıyordu- günlerdir, haftalardır bu iftira yüzünden gülmeyen ve şiârı, iltifat olduğu halde kimseye iltifat etmeyen Yüce Ğavs o akşam mihraba doğru ilerlerken sağında ve solunda kendisine yol açmış bekleyen tüm ihvâna iltifatlar yağdırıyordu. Oysa günlerdir böyle bir sevinçli hal kendisinde müşahede edilmemişti.
Namazdan sonra Efendi Hazretleri beni çağırttı ve ‘Ahmed! Senin hakkında evliyâullâha müracaat ettirdim fakat bu iş hepsini aşınca bizzat Allâh-u Teâlâ tecelli buyurarak ‘Ahmed’i Bana bırakın, onun işlerini ben hususi yönetiyorum, ona kimseyi dokundurmayın’ buyurdu’ diye bana anlattı.
Size rüya anlatmıyorum hâ! Yaşanmış bir olayı anlatıyorum. Sonra Şevket Abi ile görüştüğümde bana ‘Bu istihârenin öyle tesirinde kaldım ki Allâhu Teâlâ’nın tecellisine senin sayende mazhar oldum, anlatılacak bir hal değil, her zerreme nur sirâyet etti’ diye anlattı.
Tabi ki Ehli Sünnet’e göre Allâhu Teâlâ’nın dünyada baş gözüyle görünmesi vâki olmaz. Ama rüyalarda ve zuhuratlarda görünmesi çokça vâkidir. Buna tecellîsûrîde denir. Tefsirde izah ettik ama şimdi yerini hatırlamıyorum. Sonra İstihâreci Mehmet dönünce, Efendi Hazretleri onu İsmet Ğarîbullâh (Kuddise Sirruhû) dâhil, Türkiye’de bulunan meşâyıhımızın kabirlerine gönderdi. O hepsini ziyaret edip Efendi Hazretleri’ne ‘Meşâyıh Cübbeli Hoca’yı seviyor ve kabul ediyor. Bu iftiralara itibar edilmesin buyuruyorlar’ diye haberler getirince Efendi Hazretleri artık kimseden çekinmeden tekrar beni namazlarda, hatm-i şeriflerde, seyahatlerinde yanına almaya devam etti. Şevket Abi de İstihâreci Mehmet de sağdırlar, bunun şâhididirler.’ (http://cubbeliahmethocahayraniyiz.biz/forum/index.php?Id=18017&alt_id=29297.)
İmamların Korunmuşluğu
Şia’nın itikadının zaruri meselelerinden biri, imamların Allah tarafından korunduğu ve hata yapmadıklarıdır. Bu inançlarının dayanağını ise Nebiler’in aleyhisselam korunmuşluğu inancının gerekçesine benzetirler. Nasıl ki Nebiler Allah’tan subhanehu ve teâlâ insanlara ulaştırdıkları vahiyde ve yaşamlarında Allah tarafından korunmuşlarsa, imamlar da korunmuşlardır. Çünkü insanlara yol gösterenlerin hata yapması bütün insanlığın Allah adına hata yapması anlamına gelir ki bu da mümkün değildir.
Şia’da var olan ve mezheplerinin zaruri inanç esaslarından olan bu korunmuşluk akidesi, tasavvuf ehlinde de vardır. Tasavvuf büyükleri, veli veya şeyhlerin Allah tarafından korunduğuna inanırlar.
İbni Arabi Futuhat’ında bu meseleye nas kılar: ‘Batıni imamın şartı (veli) ma’sum olmasıdır.’ (3/183)
Şazeli tarikatının öncüsü Ebu Hasan eş-Şazeli: ‘Allah’ın rahmeti, koruması/ismet, hilafet ve niyabetiyle yardım etmesi Kutub’un özelliklerindendir’ der.
Sullemi Tabakat’ında bir sufiden şöyle aktarır: ‘Sufinin alameti en evla olanla meşgul olması ve yerilmiş şeylerden korunmasıdır.’
Büyük sufi Sehruverdi korunmuşluktan ne kast ettiklerini şöyle izah eder: ‘Cibril vahiy için emin olduğu gibi şeyh de müritler için ilhamın eminidir. Cibril vahiyde hata etmediği gibi şeyh de ilhamda hata etmez. Allah Rasûlü hevasından konuşmadığı gibi şeyh de nebiye zahiren ve batınen uyduğundan hevasından konuşmaz.’
Tasavvuf ehlinin bu ve benzeri yaklaşımları bazıları tarafından iyi niyetle yorumlanmış ve İslami bir kavram olan Allah’ın sevdiği kula yardımı, onunla beraberliği ve hıfzı olarak algılanmışır. Şu hadiste olduğu gibi:
“Kim benim bir dostuma düşmanlık ederse ona savaş ilan ederim. Kulum bana farzlarla yaklaştığı kadar daha sevimli bir şeyle yaklaşmamıştır. Kişi bana nafilelerle yakınlaşmaya devam eder. Ta ki ben onu severim. Onu sevince gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. İsteyince verir, bana sığınınca onu korurum…”
Evet, Allah’ın sevdiği kullarını masiyetten koruduğu, onların sıdk ve ihlasla yaptıkları kulluk karşısında ayaklarının sürçtüğü durumda onları desteklediği ve muhafaza ettiği bir hakikattir. Yusuf’u aleyhisselam kadının isteklerine, Nebi’yi sallallahu aleyhi ve sellem müşriklerinin saptırıcı tekliflerine, müminleri Aişe annemize iftira fitnesine karşı koruması gibi.
Bu korunmuşluk Allah’ın lütfu olarak kabul edilirse bunda bir sorun yoktur. Lakin bu korunmuşluğa Şiice bir anlam yüklenir ve sahibinin Allah’ın gözetiminde olduğunda, hiçbir şekilde hata etmeyeceğine, zahiren şeriata aykırı hallerinin asla sorulamayacağına ve Allah’a isyan olsa dahi teslim olunması gerektiğine inanılırsa bu, itikadi bir sapkınlık olur. Tasavvuf ehlinin şeyhlerle ilişkilerine bakıldığında bir Müslümanın peygambere yaklaşımının aynıyla muamelede bulundukları görülecektir.
Şeyhlerinin korunmuşluklarından ne anladıklarını onlardan dinleyelim: ‘Şeyhin biri meclisinde Kur’an tefsiri yapardı. Daha sonra bu meclisi kaval/müzik meclisine çevirdi. Müritlerden birisi ‘Nasıl Kur’an meclisini kaval meclisine çevirir’ diye içinde geçirdi. Şeyh ona seslenerek: ‘Şeyhine niçin diye soran iflah olmaz.’ dedi.’
‘Ebu Şakik el-Belhi ve Ebu Turab, Ebu Yezid el-Bestami’yi ziyaret ettiler. Hizmetçi sofrayı kurunca ona ‘sende bizimle ye’, dedi. ‘Ben oruçluyum’, dedi. ‘Ye sana bir ay oruç ecri vardır’, dedi. ‘Hayır oruçluyum’, diye cevap verdi. ‘Ye sana bir sene oruç ecri vardır’, dedi. ‘Hayır oruçluyum’, dedi. Ebu Yezid ‘Bırakın Allah’ın gözünden düşen şu adamı’ dedi. O genç bir yıl sonra hırsızlık yaptı ve şeyhlere karşı kötü edebinden dolayı eli kesildi.’
Bu kıssaları aktardıktan sonra Şa’rani, Şeyh Burhaneddin’den şunu aktarır:
‘Şeyhi’nin hatalarını doğrularından daha güzel görmedikçe kişi ondan faydalanmaz.’ (Envaru’l Kudsiyye 1/175-176.)
Ezher’in eski şeyhlerinden/rektör Abdulhalim Mahmud şeyhi olan Ahmed Dirdir’den müridin adabıyla alakalı şunu aktarır: ‘Şeyhini zahiren ve batınen tazim edip saygı göstermelidir. Ne yaparsa yapsın ona itiraz etmemelidir, velev yaptığı zahiren haram olsa da. Ona kapalı kalan şeylerini tevil etmelidir.’ (Seyyid-i Ahmed Dirdir 119.)
Türkiye Nakşibendilerinden Menzil tarikatının bastığı ve yaydığı Seyyid Sibğatullah el-Arvasi’nin ‘el-Minah’ kitabından bir bölüm aktaralım:
Minah 231:
‘Tam ihlas; şeyhin söz, fiil ve hâli, açık hükümlere muhalif olsa veya olmasa dahi, şeyhin muradına uygun olarak hareket etmektir. İnkar veya bir mevzuun manasını sorma dahi kalbine girmeden tasdik etmelidir…’
Bir sonraki minha’da ise bundan muradı bir kıssayla açıklar:
Minah 232:
‘Şeyhimizin etabından iki alim konuşuyordu. Biri dedi ki: ‘Şeyh sana namazı terk etmeni emretse ne yaparsın?’, diğeri: ‘Ben kerhen de olsa emre uyarım’ dedi. Soruyu soran alim: ‘ Ben gönüllü ve kalp hoşnutluğuyla uyarım’ dedi.’
Nakşibendi tarikatının adab kitaplarından olan ‘Risale-i Halidiyye’ isimli eserde ise şunlar geçmektedir:
‘…Ey ihvanlar! Madem ki şeyhinizden tesir ve tasarruf görüyorsunuz şeyhin fiillerine itiraz etmeyin. Eğer kalbinize bir düşünce veya itiraz gelirse hemen peşinden o şeyden tevbe ve istiğfar edin. Çünkü o düşünce o an öldürücü zehirdir. Ehlullah’a itiraz kapısını açık bırakanların kötü akıbet (yani küfür üzere) öldüklerini keşif, vicdan, tecrübe, imtihan erbabı ve tahkik ve ik’an ashabı araştırmışlar ve açıklamışlardır. Nefsin kötü şeyleri güzel göstermesinden ve şeytanın hilesinden Allahu Teala’ya sığınırız. Bu konuda gelen hadis-i kudsînin deliliyle ehlullaha itiraz eden kimsenin muhakkak küfür üzere öleceği bazı kitaplarda yazılıdır.
Ve dediler ki: Eğer mürit, şeyhinden zâhiren şeriata zıt bazı işler görse, -Hızır’ın çocuğu öldürmesi, gemiyi delmesi gibi- Musa ile aralarında geçen kıssayı aklına getirsin, düşünsün ki bu düşünmesi ya günahı şeyhten ya da şeyhi günahtan men eder.
Çünkü veli olmak için haramlardan ve kötü şeyleri işlemekten kaçınmak şart değildir.
Bilakis Peygamberlerin masum (günahsız) olduklarında ihtilaf vardır. Esas olan Peygamberlerin günahsız olduğudur. Veli olmakta günahsız olmanın şart olmamasına delil Rasûlullah’ın ashabından recm edilmek, el kesilmesi gibi şer-i cezaların meydana geldiğidir. (Yani hepsi birer veli idi. Fakat bu cezaları gerektirecek günahları işlediler.) Bununla (yani ceza gerektiren günahları işlemiş ve cezalarını görmüş olmalarıyla) beraber sahabelerin mertebece en aşağısı, veli olup evliyanın en faziletlisinden efdal ve velayet sıfatında en kuvvetlidir…’ (Bu terceme Mahmut Ustaosmanoğlu’na bağlı olan http://www.ruhulfurkan.com/?page_id=84 siteden alınmadır. Türkiye’de tasavvuf büyüklerinden kabul edilen M. Zahit Kotku’nun hazırladığı eserde ise ifade şöyledir: ‘Çünkü velîlik için ma’sıyetten halâs şart değildir. İsmet ancak peygamberlerle büyük velîlere mahsustur. Velîlikte ma’sûmiyyetin şart olmadığına delil, ashàb-ı kiramdan bazıları hakkında hudûd-u şer’iyyenin icrâ edildiği ve bâhusus, ashàb-ı kiramın ednâsı dahi velîlerin a’lâsına fâik olduğudur. ‘Bknz: http://serifbuhari.com/halidi-risalesi.html#.VY8TsfntlBc. Açıkçası iki ayrı nakilde çelişkilidir. Şayet masumiyet şart değilse neden murid şeriata aykırı bir durumda itiraz etmemelidir? Yine bir tercemeye göre masumiyet velayet için şart değilken bir diğerine göre peygamberler ve büyük veliler dışında kalanlar için şart değildir demiştir. İki tercemede de ashabın günah işlemesi delil gösterilmiştir. M. Zahit Kotku tercemesini esas aldığımızda, sahabeler büyük veli kapsamına dahil olmamış oluyorlar… Ama devamında en aşağı rütbedeki sahabenin büyük rütbeli veliden üstün olduğu kaydedilmiş.)
Takiyye
Şia’nın kendisiyle temeyyüz ettiği esaslardan biri de takiyye yani asıl inancını muhalifin yanında gizlemektir.
Kuleyni, İmam Cafer’den şunu aktarır:
‘…Ey Ma’li bizim işimizi sakla ve insanlar arasında yayma! Bizim işimizi saklayanı Allah dünyada izzetli kılar ve kıyamette onun gözleri önünde nur kılar. Yayanıysa dünyada zelil kılar ahirette gözünün önünde nur kılmaz. Ey Ma’li! Takiyye benim ve babalarımın dinidir. Takiyyesi olmayanın dini de yoktur.’ (2/223.)
İnsanlık tarihinde mistisizm ve tasavvuf başlıklı giriş yazımızda aktardığımız bazı nakilleri tekrar edelim:
Cüneyd-i Bağdadi, Eş-Şibli’ye dedi ki: ‘Biz bu ilmi muhkemleştirdik sonra da onu sirdablara/mağaralara gizledik. Sen ise geldin onu insanlara anlatıyorsun!’ Şibli dedi ki: ‘Konuşan ben, duyan benim. Bu âlemde benden başkası mı vardır?’ (Et-Taarruf li Mezhebi Ehli Tasavvuf, 1/145-146.)
Gazali, Sehl bin Abdullah Et-Tüsteri’den aktarır: ‘Âlimin üç ilmi vardır: Herkese anlattığı zahir ilimler, sadece ehline anlattığı batın ilimler, sadece onunla Allah arasında olan ve kimseye anlatamadığı özel ilim.’
Yine bazıları dedi ki: ‘Rububiyetin sırrını ifşa etmek, küfürdür.’
Bazısı da: ‘Rububiyetin sırrı vardır. İfşa edilirse Nübüvvet iptal olur. Nübüvvetin sırrı vardır. İfşa edilirse ilim iptal olur. Allah’ı tanıyan âlimlerin sırrı vardır. İfşa edilirse hükümler iptal olur.’ (İhya 1/100.)
İbni Arabi ise şöyle der: ‘…İlmin ve keşfin bu kısmı, insanların çoğundan gizlenmelidir. Çünkü anlaşılması zor ve insanların onda telef olması yakındır… Bundan dolayı, Hasan-ı Basri bu konuları konuşacağında Ferkad El-Subhi ve Malik bin Dinar gibileri çağırır onlara anlatırdı. Kapısını diğer insanlara kapatırdı. Şayet gizlemek vacip olmasaydı böyle yapmazdı.’ (El-Keşf an Hakikat Sufiye, s. 54.)
Yine Şa’rani şöyle der:
‘Bundan dolayı Nebi, ashabına hakikati öğretmek istediğinde kapıları kapattırır ve: ‘Aranızda yabancı var mı?’ diye sorardı. Göstermiş oldu ki şeriat yolu açık olsa da kavmin yolu, gizlilik üzere kuruludur. Bundan dolayı bu yolun ehli, onları anlamalarından emin olunmayan insanlara anlatmamalıdır. Ta ki inkâr edip nefret etmesinler.’ (A.g.e, s. 68)
İlk sufilerin Şii olması, tasavvuf silsilesi ve Şia silsilesi, meleklerin gelmesi ve vahiy, velileri ve imamları Nebi’den üstün görme, korunmuşluk/ismet inancı, yeryüzünün imam veya şeyhten yoksun olmayacağı, imamları ve şeyhleri bilmenin vacip olduğu, velayet ve imametin tevarüs ettiği, Allah’ın şeyh ve imamlara hulul edip onlarda tecelli ettiği, tasavvuf ve imamet mertebeleri, şeriatın ve teklifin imamlar ve velilerden düşmesi vb. benzerliklerden yola çıkarak tasavvufun Şia’dan etkilenerek sunni dünyada var olduğu kanaati mevcuttur.
5. Yeni Eflatunculuk Tesiri
Mistik bir felsefi akım olan Yeni Eflatunculuk; felsefe alanındaki ruh ve metafizik aleme dair yaklaşımları olan bir akımdır. Aslında tasavvufun bu felsefeyle ilişkilendirilmesinden ziyade tüm İslami ilimlerin umumi olarak felsefeden nasıl etkilendiklerinin bilinmesi gerekir.
Emeviler döneminde başlayan ve Abbasiler döneminde kurumsallaştığı için zirvesine ulaşan tercüme faaliyetleri neticesinde İslam alemi felsefeyle tanıştı. Filozofların kitaplarının tercümesiyle beraber, onların görüşleri İslam’ın değerleriyle karşılaştırıldı. Ortaya çıkan tartışmalar neticesinde dönemin alimleri farklı eğilimler içerisinde oldular. Hadis ehli kabul edilen alimlerin çoğu bu yeni harekete şiddetle karşı çıktı. Kur’an ve Sünnet’in tüm hayır ve güzellikleri barındırdığını, Müslümanların dinlerini anlamak için farklı metotlara muhtaç olmadığını savundular. Büyük imamların çoğu bu tip tartışmalara vakit ayıran, bu kitaplar üzerinde çalışma yapanları bidatçilik ve zındıklıkla suçladılar. Başka bir grup alim ise bu kitaplara ve yeni ortaya çıkan konulara ilgi gösterdiler. Kimisi bu yeni eserlere ve filozoflara hayran kalmış ve onların her dediğini onaylayan bir hâle bürünmüştü. Öyle ki naslardan filozofların koyduğu kaidelere uymayanları, tevil edenler dahi vardı. Kimisi de bu ilgisini onları tanıma ve görüşlerine cevap vermek olarak ilan ediyordu. Netice olarak tüm ilim dallarının bu yeni kitaplar ve ortaya çıkan nazariyelerden şöyle ya da böyle etkilendiği bir hakikattir.
Bazı araştırmacılar İslami tasavvuf ekolünün de bir felsefi akım olan Yeni Eflatunculuk’tan etkilendiğini ve tasavvufa has birçok terimin bu akımdan alındığını iddia etmişlerdir.
Bu akımın en tanınmış filozofu Plotinus’un verdiği dersler, öğrencileri tarafından kaydedilmiş daha sonra kitaplar hâlinde neşredilmiştir. Bu kitaplar Arapça’ya Kitabu’l Esolocya olarak terceme edildi. Aristoteles’e ait olduğu düşünülen bu kitap, İslam alimleri tarafından kabul gördü ve istifade edildi. Böylece İslam alemi Yeni Eflatunculuk ve onun İslam’a yakın kabul edilen bazı değerleriyle tanışmış oldu.
Aslında Yeni Eflatunculuk, metaryalist ve ateist felsefeye karşıdır. Her şeyi maddeyle açıklamaya çalışanların insan fıtratında yaptığı tahribatı onarmak ve insanı manevi değerlere yönlendiren, felsefeye dayalı bir mistik akımdır. Onun özellikle maddeci felsefeye karşı cevapları, maddenin insanı kirlettiği, ilahi olan ruhunda bedenin esiri olduğu ve bunu aşması gerektiği, aslı olan ilahi hüviyete kavuşması için mücadele zorunluluğu; asıllarını ruh ve mana üzere kurmuş tasavvuf erbabının dikkatini daha fazla çekmişti.
Özellikle bu akımın kimi kavramları incelendiğinde tasavvufta kullanılan bazı kavramlara benzediği görülecektir.
Sudûr
‘Sözlükte, ‘doğmak, meydana çıkmak, sâdır olmak, zuhur etmek’ anlamında masdar olan sudûr kelimesi, felsefe terimi olarak kâinatın meydana gelişini yorumlamak üzere tasarlanan, yoktan ve hiçten yaratma (halk) inancından farklı olduğu ileri sürülen teoriyi ifade eder. Sudûr yerine ‘akmak, fışkırmak, taşmak’ mânasındaki feyz de kullanılır. Batı dillerinde sudûr, procession; feyz ise, emanation terimleriyle ifade edilir. Semavî dinler tarafından evrenin Allah’ın mutlak irade ve kudretiyle sonradan ve yoktan yaratıldığına dair verilen bilgilerin birtakım mantıkî açmazlara sebep olduğu gerekçesiyle Fârâbî ve İbni Sînâ gibi filozoflar, evrenin ortaya çıkışını çelişkilerden uzak ve daha anlaşılabilir bir sistemle açıklamak üzere kaynağını Plotin’den alan sudûr teorisini benimsemişlerdir. Ancak söz konusu teori, Plotin’in İslâmî kaynaklarda Eŝolocyâ ve Kitâbü’r-Rubûbiyye diye geçen Enneades adlı eserinde varsa da hiyerarşik bir sistem şeklinde ilk defa Fârâbî felsefesinde görülür.’
Peki sudûr denilen şey nasıl meydana gelir, aşamaları nelerdir? diye sorduğumuzda tasavvufla birebir uyuşan şu açıklamaları buluyoruz:
‘Sudûr teorisinde ikisi mânevî (ma’kūl), biri maddî (mahsûs) olmak üzere üç varlık alanı söz konusudur. Sistemin en başında ve en üstte mutlak bir olan Allah, ardından sayıları on olan göksel akıllar gelmektedir; bunlar, Fârâbî’nin ikinciler (sevânî) ve maddeden soyut-ayrık varlıklar (müfârikât) dediği ruhanîler (melekler) anlamına gelmektedir. En altta ise mükemmellikten en uzak olan ve eksikliği temsil eden şekilsiz ilk madde (heyûlâ) bulunmaktadır. Göksel akıllar veya ruhanîler Allah ile maddî kâinat arasında aracı işlevi görmektedir.’
En üstte Allah subhanehu ve teâlâ, en altta ise maddi alem ve insan vardır. Bu ikisi arasında ise ruhlar vardır ve bunlar aracı görevi görmektedir. Tasavvufta var olan sadat, aktap ve ebdal gibi kavramlar ve bunların işlevinin aynı olduğunu görüyoruz.
Vahdeti Vücud
Anlam olarak varlığın birliği ve tekliği olan vahdeti vücud; özelde tasavvuf tarihinin, geneldeyse İslam tarihinin en fazla konuşulmuş ve tartışılmış meselelerindendir. Allah, insan ve eşya arasında ayrılığı reddeden ve her şeyin tek birin farklı yansımaları olduğunu savunan bu nazariyenin kendisiyle anıldığı kişi Muhyiddin ibni Arabi’dir.
İslami olmayan bu düşünce İslam’a ne zaman ve nasıl girmiş ve tasavvuf eliyle tevhid ismi altında Rasûllerin mesajı olarak kabul görmüştür?
Tasavvufçulara göre bu tamamen riyazet ve nefsin arınmasından sonra ulaşılan ve herkesin anlayamayacağı, sadece ilimde derinleşmiş olanların idrak edeceği bir hakikattir. Rasûllerin bu tarz bilgileri açıktan dillendirmemeleri insanların çoğunun bunları anlayacak mertebeye ulaşmamaları nedeniyledir.
Tasavvuf erbabının vahdeti vücudla kast ettiği şeyin İslam olması mümkün değildir. İslam’ın en temel ilkesi yaratan ve yaratılanın ayrı olmasıdır. Varlığın yaratanın bir parçası görülmesi ve yaratanın varlığın parçası olduğunu iddia etmek ise küfrün en açık hâlidir. Vahdeti vücutçuların piri kabul edileni İbni Arabi’nin bazı sözleri incelendiğinde bu aşırılık açıkça görülecektir: ‘Yaratan, yaratılan, halık, mahluk, hep O’dur. O’nun dışında, O’nun varlığı haricinde hiçbir varlık tasavvur edilemez. Çünkü Vücut birdir.’
‘Ey nefsinde varlıkları yaratan, sen yarattığın şeylerin hepsisin. Varlığı nihayetsiz olan şeyi sen vücudunda yaratırsın. Şu hâlde sen hem dar hem de genişsin.’
‘Allah beni över, ben de O’nu. O bana kulluk eder, ben de O’na, Bir halde ben O’nu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce de inkâr ederim.’
İbni Arabi’ye ait olan bu sözler ve benzerleri aslında vahdeti vücuddan ne kast edildiğini anlamak için yeterlidir. Bu ‘Birden ancak bir çıkar’ diyen ‘Yeni Eflatunculuk’ eseri olan bir inançtır.
Açıkçası Vahdeti Vücud fikrinin tasavvufa nereden girdiği çokta mühim değildir. Bu fikrin İslam dışı bir sapıklık olduğu ve bir ileri merhalede tüm dinlerin ve farklı inançların aynı şey olduğunu savunan ve İslam’ı küfür karşısında pasifleştiren bir hüviyete sahip olduğudur. Bu yazı silsilemizin ilerleyen bölümlerinde vahdeti vücud konusunu tafsilatlı bir şekilde ele alacağız. O bölümlerde daha iyi anlayacağız ki bu sapıklık sadece kendinden geçmiş insanların sekr halinde söyledikleri bazı saçmalıklardan ibaret değildir. Bilakis puta tapanın da, teslise inananın da, Allah’a oğul nispet edenin de hep bir olduğunu yani Allah olduğunu ve bunlarla mücadelenin birle mücadele olduğunu savunan bir zihniyettir. Tasavvuf ve Tağutlar arasındaki ilişkiyi inceleyeceğimiz bölümde ise bu tarz fikirlerin genelde işgal dönemlerinde yayıldığı ve bir küfür milletinin İslam topraklarını işgaline zemin hazırladığına şahit olacağız.
6. Tasavvuf Tamamen İslam Kaynaklıdır
Buraya kadar yazdıklarımız genel olarak tasavvuf dışında kalan araştırmacıların tasavvufun menşei hakkında söylediklerinden ibaretti. Acaba tasavvuf ehli bu konuyu nasıl değerlendirmektedir? Bir sonraki yazımızda tasavvuf ehlinin tasavvufun kaynağına dair söylediklerine bakacağız. Çaba bizden, başarı Allah’tandır.
İlk Yorumu Sen Yap