Allah’ın Adıyla..
Allah’a
subhanehu ve teala
hamd, Rasûlüne salât ve selam olsun.
Tasavvufun menşei/kaynağı bahsinde hayli söz sarf ettik. Genel itibariyle tasavvuf karşıtlarının tasavvufun kaynağı hakkındaki görüşlerini inceledik. Tasavvuf hakkında inceleme yapan araştırmacıların iki kısma ayrıldığını göz önünde bulundurursak; tasavvufu destekleyenlerle, ona karşı olanların bu soruya genelde farklı cevaplar verdiğini görürüz. Karşıt olanlar; onun İslam dışı olduğunu, Hristiyanlıkta var olan ruhbanlıktan, Hint Dinleri -özellikle de Budizm’den-, Yahudilik tesiriyle olmuş aşırı/Rafizi Şiilik’ten veya Yeni Eflatunculuk’tan etkilendiğini söylerler.
Yazı dizimizin buraya kadar olan bölümünde bu görüşleri ve görüşlere dayanak olarak kullanılan rivayetleri inceledik. Bu yazımızda aynı soruyu tasavvufu destekleyen veya bizzat mutasavvıf olan tasavvuf araştırmacılarına yani ikinci gruba yönelteceğiz. Adaleti gözetmek ve araştırmanın faydasını genellemek adına bu yöntemin faydalı olacağına kanaat ettik. Çaba bizden, başarı Allah’tandır.
Tasavvuf ehlinin bu soruya cevap sadedinde söylediklerine baktığımızda iki farklı eğilimin olduğunu görüyoruz:
1. Tasavvufun başlangıcını Allah Rasûlü’ne
sallallahu aleyhi ve sellem
dayandıranlar
2. Tasavvufun sonradan oluştuğunu kabul edip, onu Kur’an’ın ve Sünnet’in bazı kavramlarına dayandıranlar
1. Tasavvuf, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Döneminde de Vardı
Tasavvuf ehlinden bir güruh bu görüşü dillendirmiş ve farklı yollarla bunu ispat etmeye çalışmışlardır. Tasavvuf ekolünde en yaygın olan görüş; Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Ebubekir’e bu ilmi öğrettiği, ashabın daha sonra bunu Ebubekir radıyallahu anh yoluyla öğrendiğidir.
Nakşibendiler arasında Rabbani’nin Mektu-bu’ndan sonra en önemli kitaplardan sayılan ve Mektubat’ın hülasası kabul edilen ‘Risale-i Kudsiyye’ isimli eser vardır. Bu eseri Şeyh Mahmud Ustaosmanoğlu şerh etmiştir. Kitabın 294. beytinde şöyle denmektedir:
‘Ebubekir ve Ali sair ashab,
Nakşibende tecemmu’etti ahbab.’
Şeyh Mahmud Ustaosmanoğlu bu beyti şöyle açıklar:
‘Sahabe-i Kiram’ın hepsi Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem tarikat dersi aldılar. Peygamberimiz’in vefatı sonunda Ebubekir halife olunca Sahabe-i Kiram’ın hepsi Ebubekir’den radıyallahu anh tekrar ders aldı. Bu durumda Nakşi Tarikatı ne oldu? Ebubekir’in radıyallahu anh ve ashabın cem olduğu bir tarikat oldu.’ (Risale-i Kudsiyye Şerhi ve İzahı 2/314)
Kitabın ilgili bölümünde bu iddiaya dair hiçbir delil zikredilmemiştir.
İkinci bir görüş ise tasavvufun aslının Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem damadı Ali’ye radıyallahu anh dayandırılmasıdır. Bu inanç bazı tarikatlarda şeyhliğin damada geçmesi geleneği olarak sembolleştirilmiştir.
Cüneyd-i Bağdadi’den;
‘Asıllarda ve imtihanlarda şeyhimiz Ali Murteza’dır’ sözü nakledilir. Bu sözü aktaran Hicviri şöyle izah eder: ‘Yani Ali radıyallahu anh ilim ve muamelede bu tarikatın imamıdır. Çünkü tarikat ehli, tarikat ilmine usul; bu uğurda imtihan/belaya uğramayı da muamelat diye isimlendirirler.’ (Keşfu’l Mahcub 274)
‘Ali radıyallahu anh ilmin şehridir, yolun biatını ilk -evliya biatını- alandır. Rasûl tarafından ilk defa sır ve zikir kendisine telkin edilendir.’ (Cemheretu’l Evliya 1/122)
Ali’den radıyallahu anh şöyle naklettiler:
‘Benim yanımda Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sır olarak bana verdiği, ne Cibril’de ne de Mikail’de olan ilim vardır.’ (Dureru’l Ğavvas 73) (Daha fazla nakil için bknz: El-Tasavvuf Menşe ve Mesadir 147-153)
Tasavvufun Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem ya da onun ashabına dayandırılması hiçbir delile dayanmadığı gibi; içerisinde itikadi problemler barındırmaktadır. Şöyle ki; Tasavvuf şayet dini bir şeyse -ki tasavvufçular dinin özü olduğuna inanıyorlar- Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem bunu Allah’tan vahiy yoluyla almış olması gerekir. Vahye dayalı bilgiye gelince; kim Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem bunu insanlardan gizleyip, sadece bazısına sır olarak verdiğine inanırsa Rasûl’e iftira etmiş olur.
Allah subhanehu ve teala Nebi’ye şöyle buyurmaktadır;
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.” (5/Maide, 67)
Kaldı ki Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem vazifesi bununla da sınırlı değildir. İnsanlara ulaştırdığı/tebliğ ayetleri açıklamak ve anlaşılır kılmak durumundadır.
“(O peygamberleri) apaçık belgeler ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.” (16/Nahl, 44)
Oysa tasavvufa dair Nebi’den tek bir izah ve açıklama gelmemiştir. Bundan olsa gerek tasavvuf ehli yollarının dinden olduğunu delillendirmek için nasları zorlama tevillere tabi tutmuşlardır.
Aişe radıyallahu anha annemiz konu sadedine şöyle söyler;
“Kim sana Muhammed’in Allah’ın indirdiklerinden bir şey gizlediğini söylerse yalan söylemiştir. Allah subhanehu ve teala O’na sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Sana indirileni insanlara tebliğ et.’ buyurmaktadır.” (Buhari, 4855; Müslim, 177.)
Bir rivayette de şöyle geçer:
“Kim Muhammed’in Allah’ın subhanehu ve teala kitabından bir şey gizlediğini söylerse Allah’a subhanehu ve teala iftira etmiştir.”
Burada tarihi bir gerçeğe işaret etmekte fayda vardır. Üzerinde bulundukları yolun İslam olduğunu iddia eden ve İslam’la ilgisi olmayan fırkalar genellikle ‘gizli ilim’ iddiasında bulunmuşlardır. Öyle ki bu iddia daha sahabe hayattayken ortaya atılmıştır.
Ebu Cuheyfe anlatıyor;
“Ben Ali’ye sordum. Allah’ın kitabında olmayan bir vahiy sizde var mıdır? ‘Hayır’ diye cevapladı. Sadece Müslümana Allah’ın bahşettiği anlayış ve şu sayfada yazanlar vardır. O sayfada diyetler, esirlerin kurtarılması ve Müslümanın kafire karşı kısas olarak öldürülmeyeceği yazıyordu.” (Buhari, 111, 3047.)
Ebu Tufeyl anlatıyor;
“Ali’ye soruldu: ‘Nebi sallallahu aleyhi ve sellem size özel bir şey kıldı mı?’Ali: ‘İnsanların tamamına vermediği (bilgide) bize özel bir şey vermedi; şu kılıcımın kabzasında olan sahife müstesna’ dedi. Kılıcının kabzasından bir sayfa çıkardı, onda şöyle yazılıydı: ‘Allah, O’ndan subhanehu ve teala başkasına kurban kesene, yol gösteren (levha, lamba vb.) şeyleri çalanlara, ebeveynine lanet edenlere ve bidatçileri barındıranlara lanet etsin.’ ” (Müslim, 1978.)
Bir rivayette: “Nebi, kimseye vermediği bir sırrı size verdi mi?” (Müslim) diye sorulur.
Ali’nin radıyallahu anh böyle konuşmasının bir nedeni vardı. Hafız ibni Hacer rahimehullah şöyle der;
“Ebu Cuheyfe’nin bu soruyu sormasının nedeni; Şia’dan bir grubun, Ehl-i beytin yanında, hususen de Ali’nin yanında onlara has olup, insanlara Nebi’nin göndermediği bir vahyin olduğuna inanmalarıdır.” (Fethu’l-Bari, Kitabu’l İlim 111 numaralı hadis şerhi.)
Kadı İyaz rahimehullah:
“…Bu cevapla: Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem irşad ve tebliğ hususunda bir kavme ayrıcalık tanımadığı, risaleti herkese ulaştırdığını ifade etmek istemiştir. Farklılık; anlayış, hüküm çıkarma ve ehliyet hususunda vaki olmuştur…” (Tuhfetu’l Ahvezi 1412. hadis şerhi.)
İslam’ın fetihleri karşısında mağlup olmuş kavimlerden bazısı -özellikle din mensupları- bunu bir türlü hazmedemediler. Ölümü hayattan daha çok seven bir ümmetle savaşmanın, meydanlarda hesaplaşmanın akıllıca olmadığını anladılar. İslam’a içerden zarar verip, İslam’ı aziz kılan değerlere savaş açtılar. İslami bir toplumun önüne ‘dine karşı din’ projesiyle geldiler. Bu getirdikleri yeni öğretilerin dinde dayanağı olmayınca ‘gizli ilimler’, ‘ledunni bilgi’, ‘keşif ve ilham yoluyla kalbin haber verdikleri’, ‘seyr-i sülük’ gibi bilgi kaynakları oluşturmaya başladılar.
Yahudi İbni Sebe intikam ve kin duygusuyla İslam’a zarar vermek istiyordu. Bu ümmetin güç kaynağının tevhid olduğunu fark etti ve faziletleri naslarla sabit olan; sevgileri iman, buğzları nifak olan Ehl-i beyti aşırı övüp, onları yüceltmeye başladı. Onlara dayandırdığı dini öğretiler Kur’an ve Sünnette yoktu. Bu durumu ‘Nebi onlara gizli bilgiler verdi’ diyerek de halka sundu. Bu iddia birinci ağız olan Ali radıyallahu anh tarafından yalanlanmış oldu.
Ali’nin radıyallahu anh İbni Sebe’yi yalanlaması dolaylı olarak tasavvuf ehlinden olup bu iddiayı dillendirenlere de bir yalanlamadır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem sair insanlardan gizlediği hiçbir bilgiyi ne Ali’ye ne de Ehl-i beytten kimseye vermiştir.
Benzer sorular İbni Abbas’a da radıyallahu anh sorulmuştur. Harun bin Antere babasından nakleder:
“Biz İbni Abbas’ın yanında otururken bir adam geldi. ‘Bazı insanlar bize gelip şöyle haber veriyorlar: Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem insanlara açık etmediği bazı bilgiler sizde varmış’ dedi. İbn Abbas: ‘Sen Allah’ın, Rasûlü’ne şöyle dediğini bilmiyor musun: “Allah’tan sana indirileni insanlara ulaştır.” (yazılı kağıdı kast ederek) Vallahi Allah Rasûlü beyaz üstünde siyah bir şey bize bırakmamıştır.’ ” (Tefsiru’l-Kur’ani’l Azim, Maide Suresi 68. ayet tefsiri, İbn Kesir: “İsnadı ceyyittir” der.)
Bir başka konu da; dinî olmayan bir şeyin sahabeye ve onlar üzerinden Nebi’ye dayandırılması, yalan hadis rivayeti kapsamına girmektedir. Tek bir hadisi dahi, söylemediği halde Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem söyletmek İslam’da en büyük günahlardan kabul edilmiştir. Hatta Cuveyni gibi bazı alimler yalan hadis uyduranı tekfir etmişlerdir. Acaba koca bir söz ve ameller silsilesini, bir hayat tarzını Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem nispet etmek ve ona söylettirmek nasıl bir cürümdür? Bu iddiayı dillendirenlerin Allah’tan korkması ve söyledikleri sözün akıbetini düşünmeleri gerekir. Tasavvufu kendilerine nispet ettikleri sahabeler muayyen olarak ‘gizli ilim’, ‘sır’, ‘kimseye verilmeyen özel bilgi’ iddiasını reddetmişken, bu yanlışta ısrarın anlamı yoktur.
2. Tasavvuf, Kur’an ve Sünnetten Bazı Kavramların Yaşanmasını Sağlayan Bir Disiplindir
İlkine göre daha anlaşılır ve tutarlı olan bu görüşün dayanağı şudur: İslam’ın ve imanın farklı şubeleri vardır; ibadet, ahlak, inanç, cihad vs… İslam toplumunda yozlaşmayı engellemek, ibadetleri ihlas ve ihsan üzere yapmak, dünyanın afetlerinden korunmak için İslam ahlakını ve bazı zaruri kavramlarını öne çıkaran yolun adı, tasavvuftur. Bir başlık olarak, isim yönünden tasavvuf, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem döneminde olmasa da, tasavvufun gündemleştirildiği tüm meseleler Kitap ve Sünnette mevcuttur.
Bu görüşe sahip olanlar İslami ilimleri örnek alıp şöyle derler; Hadis ilminin meseleleri Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem döneminde mevcuttu. Hangi rivayetin makbul olduğu, ravilerin adaleti, rivayetlerin şeriatın asıllarıyla çatışmaması vb. kurallar şeriat sahibi tarafından belirlenmişti. Fakat bu kaideler bir araya toplanıp, belli başlıklar altında cem edilmemiş ve bir disiplin hâline getirilmemişti. Rivayetlerin çoğalması, sahih olanla zayıfın ayrıştırılma zarureti ve insanların ilimden uzaklaşması neticesinde bazı alimler bu kaideleri disipline edip ‘Mustalahu’l-Hadis’ ilmini meydana getirdi. Bu, diğer tüm ilimler için de geçerlidir. Bunları inkar edip, ‘bu ilimler bu isimlerle Nebi sallallahu aleyhi ve sellem döneminde mevcut değildir’ demediğimiz gibi tasavvufu da inkar etmemeliyiz. Tasavvuf, Kur’an ve Sünnette olan zühd, takva, ihlas, ihsan, fütüvvet, güzel ahlak vb. kavramların derlenip düzenlenmesi ve insanların anlayıp hayatlarına geçirecekleri bir düzenin/disiplinin adıdır. Doğal olarak bunu reddetmek, aynı durumda olan tüm ilimleri reddetmek anlamına gelecektir.
Tasavvuf ehlinin kitaplarından konuya dair söylediklerine bakalım. Risale-i Kudsiyye şarihi Mahmut Efendi şöyle demektedir:
‘Efendi babam: ‘Oğlum Mahmud! Şu ayet-i celile tarikata işarettir.’ buyurmuş ve Sure-i Hadid’in 27. ayetini okumuştu. Şöyle ki:
“Sonra (Nuh ve İbrahim’in) arkalarından peygamberlerimizi ard arda gönderdik. Bir de arkalarından Meryem oğlu İsa’yı yolladık ve ona İncil verdik. Kendisine bağlı kalanların kalplerine ince bir duygu ve merhamet ihsan ettik. Bir de (insanların fitnesinden kaçıp sırf ibadete koyulmaktan ibaret olan) ruhbaniyet ki bunu onlar icad ettiler, biz onu üzerlerine farz kılmamıştık. Ancak Allah rızasını kazanmak için (bu icadı) yaptılar. Sonra da ona gereği üzere riayet etmediler. Biz de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. Çokları ise yoldan çıkmış fasıklardır.”
Ayet-i celilede geçen ruhbaniyet, rahiplik demektir. Rahiplik yapan kimseye rahip denir.
Rahipler manastırda veya insanlardan uzak yerlerde inşa edilen ibadethanelerde ikamet eden sadece ahiret işleri ile ilgilenilen Hristiyan din adamlarıdır.
Mevla Teala Hazretleri ruhbanlara niye darılıyor?
Onların ruhbaniyeti icad etmelerine darılmıyor, bu yola hakkıyla riayet etmemelerine darılıyor.
Sofilik de ayet-i kerimede geçen ruhbaniyet gibidir.
Sofilik kelimesi, tasavvufta geçer. Manevi hayatı, maddi hayata üstün kılmak ve İslam’ın en güzel yaşanması manasına gelir.
Sofiliği kalplere Allahu Teala koymuştur. Bu öyle bir zevktir ki ‘Tatmayan bilmez.’
Mevla Teala Hazretleri cemaline kavuşabilmeleri için ariflerin kalplerine bu hevesi koymuş, onlar da bu tasavvuf yolunu icad etmişlerdir.
Mustafa İsmet Garibullah Hazretleri Risale-i Kudsiye’nin baş tarafında şu beyitinde buna işaret etmektedir:
‘Hudaya oldu mahsus hamd-i minnet,
Nikap açtı bize kıldı inayet,
Bu derde buldu arifler keramet,
Muhabbet cezbesiyle kıldı davet,
Bu darlıktan geçip halka gidelim,
Cemali ba kemale seyr idelim.’
‘Bütün hamdler, minnetler Allah’a mahustur. Cenab-ı Hak cemalinden peçeyi kaldırdı ve bize yardım etti.
Bu derde (Mevlanın cemalinden peçenin kalkması derdine) arifler bir çare buldular.
(Mevla tarafından kulun kalbine konan) sevgi cezbesiyle kulu davet ettiler.’
İşte Mevla’ya kavuşma derdine ariflerin bulmuş olduğu çare, bu tarikat yolunu icat etmeleridir.’ (Risale-i Kudsiyye 2/355-357.)
Bu açıklamaların tamamı Mahmud Usta- osmanoğlu’na aittir. Hristiyanlıkta var olan Ruhbanlıkla tasavvufun aynı şeyler olduğunu ve ayetin tasavvufa delil olduğunu söylemiştir.
Tasavvufun sonradan icad edildiğini, Allah’a kavuşma derdine arifler tarafından bulunan çözümün tasavvuf olduğu, gayesinin de manevî hayatı, maddî hayata üstün kılmak olduğu söylenmiştir.
Burada mutlaka dikkat edilmesi gereken husus şudur: Risale-i Kudsiyye’yi şerh ve izah eden Mahmud Efendi, 294. beyti şerh ederken diğer sahabenin hem Nebi’den hem de vefatından sonra Ebubekir’den tasavvuf dersi aldığını iddia etmiştir. Aynı kitabı şerhe devam ederken çok değil kırk sayfa sonra 310. beyti şerh ederken (2/355-357) tasavvufun arifler tarafından icad edildiğini söylemiştir(!)
Şayet Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem zamanında tasavvuf vardıysa, neden arifler onunla yetinmedi de yenisini icad etti. Hele ki Nakşibendi Tarikatı gibi bidatlere karşı olan bir yolun salikleri(!)
Şayet Nebi döneminde olmadığı için icada ihtiyaç duydularsa neden bu silsilerini Ebubekir’e ve Nebi’ye dayandırmaktadırlar. Köksüz ve aslı İslam’dan olmayan bir şeye kaynak arama çabası mıdır bu?
Kaldı ki Hadid Suresi 27. ayeti delil alıp, tasavvufu ruhbanlığa benzetmek kişinin kendi bindiği dalı kesmesidir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem tasavvuf mahiyetindeki ruhbanlığı yasaklamış, “Bu ümmetin ruhbanlığı Allah yolunda cihaddır” demiştir.
Osman bin Maz’un radıyallahu anh geceleri ibadet, gündüzleri oruçla geçirmeye başlayıp ve evlenmemeye karar verdiğinde o sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:
“Ey Osman, benim sünnetimden yüz mü çevirdin? Ben ruhbanlıkla emrolunmadım. Benim sünnetim, namaz kılmak ve uyumak, oruç tutup iftar etmek, nikahlanıp boşanmaktır…” (Sünen-i Dârimi, 2215.)
Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem nafile ibadetlerini öğrenmek üzere üç kişilik bir grup, Peygamber efendimizin hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine, Efendimizin ibadetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve:
“— Allah’ın Rasûlü nerede, biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır, dediler.
İçlerinden biri:
— Ben ömrümün sonuna kadar bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım, dedi.
Bir diğeri:
— Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim, dedi.
Üçüncü kişi de:
— Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim, diye söz verdi.
Bir müddet sonra Peygamber efendimiz, onlarla karşılaştı ve kendilerine şunları söyledi:
— Biraz önce şöyle şöyle diyen sizler misiniz? buyurdu.
Onlar:
— Evet ey Allah’ın elçisi, dediler.
Rasûlullah:
— Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutarım, bazen tutmam. Geceleri hem namaz kılar, hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir.” (Buhari, 5063; Müslim, 1401.)
Yine Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, ruhbanlığın İslam’daki karşılığının çok farklı olduğunu beyan etmiştir.
“…Sana cihadı tavsiye ediyorum, benim ümmetimin ruhbanlığı cihaddır.” (Müsned)
Rabbani de tasavvuf için şöyle der;
‘…Bil ki şeriat üç kısımdır; ilim, amel ve ihlastır. Bu üç kısım tek tek uygulanmadıkça şeriat gerçekleşmiş olmaz… Tasavvufun aşikar kıldığı tarikat ve hakikat, şeriatın üçüncü kısmını oluşturan ‘ihlası’ tamamlamada, şeriatın hizmetkârıdır. Her ikisinin amacı şeriatı tamamlamaktır… Tarikatta ilerleyişte yaşanan hâller, vecdler, ilimler ve marifetler asıl gaye değildir. Bunlar birtakım zan ve hayallerden ibarettir. Asıl gaye bütün bunlardan geçip suluk ve cezbe makamlarının sonuncusu olan rıza makamına erişmektir. Tarikat ve hakikat konaklarını geçmekten maksat rıza makamına ulaştıracak ihlası kazanmaktan başka bir şey değildir…’ (Mektubat-ı Rabbani 36. Mektup s.127)
Başka bir yerde;
‘…Batın, zahiri tamamlar ve olgunlaştırır. Bu ikisi arasında kıl kadar ayrılık yoktur. Örneğin; yalan konuşmamak şeriattır. Yalan konuşmayı zihinden çıkarmak tarikat ve hakikattir. Yalanı zihinden yok etme zorluklarla gerçekleşirse tarikat, kolay olursa hakikattir. Hakikat ve tarikattan oluşan iç yüz/batın, gerçekte şeriattan oluşan dış yüzün/zahirin tamamlayıcısı ve onu mükemmelleştirendir…’ (Mektubat-ı Rabbani 41. Mektup s.135)
Tasavvufta önemli bir mevkiye sahip olan Rabbani’den yaptığımız bu iki nakilden şunu anlıyoruz; Tasavvuf, İslam’ın özü olan ihlas ve Allah’ın emir-yasakları olan takvanın hayata geçmesine yardımcı olan, bununla alakalı mücadele yöntemlerini saliklere öğreten bir disiplindir.
Tasavvuf hususunda benzer bir yaklaşım sergileyen Said-i Nursi tasavvuf bahislerine ayırdığı 29. Mektupta şunları söyler;
“Üçüncü telvih: Velayet: Bir hücceti risalettir; tarikat, bir burhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği hakaık-ı imaniyyeyi (iman hakikatlerini) velayet; bir nevi sûhud-u kalbi (kalp şahitliği) ve zevk-i ruhani (ruh zevki) ile aynelyakin derecesinde görür, tasdik eder. Şeriat ders verdiği ahkamın hakaikını (hakikatler), tarikat; zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazesiyle o ahkamı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldiğine bir burhan-ı bahirdir.” (Mektubat, 29. Mektup 9. kısım 3. telvih)
Said-i Nursi tasavvufu akide ve amele hizmet eden bir müessese olarak görmüştür. Velayet/Allah dostluğu iman hakikatlerinin daha iyi ve yakin derecesinde anlaşılmasına yardımcı olur. Tasavvufun ameli boyutu olan tarikat ise şeriat hükümlerini ondan zevk/lezzet/tat alınarak yaptırdığından, keşifle ondaki hikmet ve sırları açığa çıkardığından onun hak oluşuna delalet eden bir yardımcı olmuş olur.
Bu yaklaşımlar tasavvufu destekleyenler tarafından sergilenen genel yaklaşımlardır. Tasavvufu, İslam’ın daha iyi yaşanması için bir vesile görme eğilimidir de diyebiliriz.
Tasavvufun sonradan ortaya çıktığını kabul edenler arasında, onu İslam’ın bazı değerleriyle özdeşleştirmek isteyenler de vardır. Genellik ifade eden bazı kavramların yanısıra tasavvuf=zühd, tasavvuf=ihsan, tasavvuf=marifetullah, tasavvuf=muhabbetullah tarzında yaklaşımlar vardır.
Önce tasavvufla özdeşleştirilen İslami kavramların Kur’an ve Sünnetten delilini zikrederler. Sonra sonuç olarak; ‘Senin zühd dediğine biz tasavvuf diyoruz, senin zikir dediğine biz tarikat adabı vs. diyoruz’, derler.
Tasavvufun İslam’dan dayanak olarak meşrulaştığı kavramlarla, tasavvuf arasında karşılaştırma yapıldığında bazı benzerliklerin olduğu lakin içerik ve ortaya çıkan sonuçlar hususunda bariz farkların olduğu görülecektir.
Tasavvufla en fazla özdeşleştirilen zühd kavramını incelemek yerinde olacaktır. Örnek olarak da tüm mutasavvıflar tarafından kabul gören ‘İhya-ı Ulumiddin’ kitabını alalım. Gazali rahimehullah kitabın 4. Bölümü olan ‘Münciyet/ Kurtarıcılar’ bölümünde ‘Kitabu’l-Fakr-ı ve’l-Zuhd’ başlığı altında konuyu inceler.
‘…Zühd: ‘Kişinin daha az hayırlı olandan yüz çevirip, daha hayırlı olana yönelmesidir’… Öyleyse dünyayı ahiret karşılığında satan (yani ahireti dünyaya tercih eden) dünyada zahid olmuştur…’
Asıl kaynağa başvurulduğunda daha geniş açıklamaların bulunacağı zühdün genel tanımı budur. Ahirete rağbet edip, dünya nimetlerine önem vermemek. Hiç kimsenin itiraz etmeyeceği bu tanıma delil olarak şunları zikreder;
“Kârûn, ziyneti ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler, ‘Keşke Kârûn’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, ‘Yazıklar olsun size! İman edip de iyi işler yapanlara Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur’ dediler.” (28/Kasas, 79-80)
Bu ayetlerde insanlar iki kısımdır:
Dünyayı ve süsünü önemseyip neredeyse Karun’la beraber helak olacak olanlar
Allah’ın subhanehu ve teala vereceği ahiret mükâfatını önemseyen ilim sahipleri.
“Onlardan bazı kesimlere kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak verdiğimiz şeylere gözünü dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (20/Taha, 131)
“Kim âhiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur.” (42/Şura, 20)
Bu yöndeki açıklamaları okuyan her Müslüman ikna olacak ve ‘Burada anlatılanlar, vahye dayalı ve Peygamber’in hayatında pratikleştirdiği şeylerdir’ diyecektir. ‘Şayet tasavvuf buysa bu vahyin ta kendisidir’ kanaati hâsıl olacaktır.
Ancak Kitap ve Sünnette ifadesini bulan zühdün Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabenin hayatına yansımasıyla, tasavvuf erbabının hayatına yansıması aynı olmamıştır. Sorun da burada yatmaktadır. Ben Müslümanım diyen herkes, dini Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabenin bizden daha iyi anladığı hususunda ittifak eder. Yine ilk neslin dünyada en zahid insanlar olduğu ve ahiret yurdu merkezli yaşandığında da hemfikirdir.
Örneğin; Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem zahidlerin imamı olması onun evlenmesine, çoluk çocuğa karışmasına, alışveriş yapmasına, insanların içinde yaşamasına, onların mübah eğlencelerine katılmasına, bayram günlerinde hanımlarıyla beraber insanların oyunlarını izlemesine, şaka yapıp gülmesine, sahabe cahiliyye anılarını anlatırken onları dinleyip tebessüm etmesine, torunlarına olan sevgisinden hutbeden inip onlarla oynamasına, misafir kabul edip, başkalarına misafir olmasına, hanımlarıyla kavga etmesine, onlara bir müddet küsüp barışmasına, yerine göre ashabına kızmasına vs. engel olmamıştır.
Bilakis ashabından bazıları zühd/ahiret hayatı Allah’la subhanehu ve teala beraberlik gibi kavramları bu durumlara aykırı kabul edip, dünyadan el etek çekmeye karar verince onları uyarmış ve bu anlayışın genişlik dini olan, fıtrata uygunluğuyla muharref dinlerden sayılan hanifliğe uymadığını belirtmiştir. Bu konuya dair Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem döneminde yaşanan hadiseleri yazılarda yeterince zikrettik.
Tasavvufun, delillendirirken Kur’an ve Sünnete dayandırdığı zühd, pratik hayatlarında Kur’an ve Sünnetin uygulamalarıyla tamamen zıtlaşmakta, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ‘Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir’ dediği evliliği, yemeği ve uykuyu terk etmeye dönüşmektedir. Aslı ve kavramı İslam’dan alınan zühd, tasavvuf erbabının bireysel ictihadları veya başka dinlerden etkilenmesiyle Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem yasakladığı bir hâl almaktadır.
Gazali aynı bölümde 5. Mühim Nokta (Nikahta Zühd) konusunda şunları söyler;
‘Bazıları nikahın aslında ve çokluğunda zühd olmaz, derler. Sehl bin Abdullah bu görüşü seçmiştir. ‘Zahidlerin efendisi olan Peygamber’e kadınlar sevdirilmişken nasıl onlarda zühd edelim’ der. Bu konuda Süfyan bin Uyeyne’ye muvafakat etmiştir… Doğru olan Ebu Süleyman ed-Darani’nin söylediğidir: ‘Seni Allah’tan alıkoyan mal, eş, evlat bunların hepsi senin için uğursuzdur.’ Kadın da bazen insanı Allah’tan alıkoyabilir…’
Gazali, tasavvuf ehlinden iki görüş nakleder. Kendisi tafsilatı zikreder. Kadın insanı Allah’tan alıkoyacaksa nikahın terkinin, alıkoymayacaksa nikahın efdal olduğunu söyler.
Oysa evlenmeyi terk etmeyi isteyen üç sahabiden biri olan, hadım olmak için izin isteyen Osman b. Maz’un gibi sahabeleri buna sevk eden de bu düşünceydi. Onlar kadınlarla evli olmanın kendilerini Allah’a hakkıyla kulluk yapmaktan alıkoyduğuna, hayırlı amellerden meşgul ettiğine inandıkları için bu talepte bulundular. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem; ‘Madem kadın sizi kulluktan alıkoyar, müsaade sizindir’ demedi. Bilakis bir sahabeye bu talebin yasaklanan ruhbanlık olduğunu, bir diğerine bunun sünnetten yüz çevirmek olduğunu beyan etti. Bu mantık ve gerekçe Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem değil, Hristiyan rahiplerinin muharref dinlerinden kaynaklı problemli mantıklarıdır.
Aynı bölümde Cüneyd-i Bağdadi’den ikrar ederek şunu aktarır;
‘Yeni başlayan bir mürid için, kalbini üç şeyle meşgul etmemesini tercih ederim: hadis talebi (öğrenme), çalışma ve evlilik.’
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem pak sünnetine bakanlar ne yeni başlayanlar ne eskiler ne de cennetle müjdelenenler için böyle tavsiye ve tercihlerin olduğunu görecektir.
Benzeri bir durumu ‘açlık’ için de görebiliyoruz. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem az yerdi, doymazdı, ‘Kişinin sırtını doğrultacak lokmalar yeterlidir’ derdi, bu yapılamazsa midenin üçte biri kadar yemesini tavsiye ederdi. Bunların hepsi haktır, şeriata, tıbba ve akla uygun olan da budur.
Ancak tasavvuf yiyecekte zühd bahsine bu delilleri dayanak kılarken, pratik uygulamasında Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yasaklarına muhatap olmaktadır.
‘En üst mertebe: Üç gün ve üstünde aç kalmasıdır. Bazı müridler riyazetin yemeğin miktarıyla değil, vaktiyle alakalı olduğuna inanır. Bazısı otuz gün, kırk gün yemeği erteledi. Sayıları çok olan alim kırk güne kadar yemeden durdular… Hikâye edilir ki bu taifenin ehlinden olan birileri bir rahibe uğrar. Onunla konuşur, İslam olup üzerinde olduğu aldanmışlıktan kurtulmasını ister. Rahip, İsa aleyhisselam kırk gün boyunca yemezdi, bu bir mucizedir ya Nebi ya da Sıddıklar bunu yapabilir’der. Sofi ona der: ‘Şayet ben elli gün yemeden durursam İslam’ı kabul edip, üzerinde olduğunun batıl olduğunu kabul edecek misin?’ Elli gün boyunca yemez, bu süreyi arttırır ve altmış güne tamamlar. Bu durum rahibin İslam’ına vesile olur.’ (İhya-ı Ulumiddin 776)
Yazımızın geçen bölümlerinde zikrettiğimiz bazı rivayetler hatırlanacak olursa; Tasavvufun önemli kitapları, şeyhlerin günlerce aç kaldığını, kapılardan dilenip yiyeceklerini karşıladıklarını, insanların içine çıplak olarak çıktıklarını bildirmişlerdir. Bu çirkin sıfatları keramet ve övgü makamında zikretmişlerdir.
Şimdi, akıl sahibi biri; fakirlikten Allah’a sığınan, dilencinin kıyamet günü yüzlerinin ateşten kavrulacağını ve zillet içinde dirileceklerini haber veren, ashabını ayakkabı bağının kopması, ellerindeki sopanın düşmesi durumunda dahi kimseden istememek sadece Allah’tan isteme ve kendi işini kendi görme üzerine terbiye eden bir Nebi ile bunların zühdünün aynı şey olduğunu söyleyebilir mi?
Evet, az yemek ve yemeği önemsememek Nebi’nin ashabını terbiye ettiği şeylerdendir. Ancak zühd adı altında yapılan bu davranışların İslam’la hiçbir ilgisi yoktur.
Yazı silsilemizin ilerleyen bölümlerinde ‘Tağuti Düzenler ve Tasavvuf’ başlığı altında bir bölüm işleyeceğiz. Orada tağutların tasavvufta var olan zühd ve fakirlik edebiyatıyla Müslümanları nasıl geri bıraktığı, Firavun mesleği olan ‘insanları zayıf bırakma’ mesleğini icra ederken sihirbaza ihtiyaç duymadan bunu din adına nasıl icra ettiklerini ele alacağız.
Tasavvufun kendine dayanak olarak kabul ettiği diğer tüm kavramlar için de benzer şeyler söylemek mümkündür. İsim ve delil itibariyle İslam’dan olan birçok şey tasavvuftaki uygulama biçimiyle gayr-i İslami bir kisveye bürünüp, çoğu zaman şeriat esaslarıyla çatışan bir hâl almıştır.
Yazımızda bozulmuş tasavvufa genelde ameli yönden örnekler verdik. İlerleyen yazılarımızda özellikle tasavvufun Allah, Kitap, Rasûl, Şeyh tasavvurlarını incelediğimizde İslam’ın bu kavramları ele alışıyla tasavvufun ele alışının tamamen farklı olduğuna şahitlik edeceğiz.
Sonuç;
İbni Teymiyye ve İbnu’l Cevzi gibi alimler, tasavvufun bir zühd ve toplumdaki dünyevileşmeye tepki olarak ortaya çıktığını ifade ederler. İslam’ın ahlak öğretilerini önceleyen ve toplumu buna davet eden hareketin içinde selefin büyük imamları da yer almıştır. Lakin zamanla ehil olmayan insanların bu yola girmesi, zındıkların İslam’a zarar vermek adına tasavvufu kullanması ve ilk neslin zıddına sonrakilerin şer’i ilimleri terk etmesiyle tasavvuf bozulmaya başlamıştır. Özellikle felsefeyle iştigal edenlerin tasavvufa girmesi ve tasavvuf ile felsefeyi (Vahdet-i vücud) karıştırması bu bozulmanın itikadi bir hâl almasına neden olmuştur.
Bizlerin eleştirdiği bir müessese olarak tasavvuf ya da tasavvufun öncü şahsiyetleri değildir. Küfür milletlerinin itikadi ve ameli sapkınlıklarını tasavvuf adı altında İslam’a sokmaya çalışanlardır.
İslam ümmetini tekke ve zaviyelere, evliliği ve dünya malını terk etmeye, cihadı nefis cihadına indirgemeye davet eden ve Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yasakladığı ruhbanlığı tekrar diriltmek isteyenlerdir.
Zikir adı altında, özel vakitlerde, İslami olmayan lafızlarla, belli nefes ve konsantre hareketlerle meditasyon ve yogayı Allah’ı zikir diye ihya etmeye çalışanlardır.
Vahdet-i vücud adı altında Allah’a sövmeyi, hakaret etmeyi, onu mahluka kıyaslayıp en deni mahlukata benzetmenin önünü açanlardır. Şeriat mahkemelerinin mübarek kılıçlarından kaçmak için sekr, şatahat gibi İslam’a yabancı kavramlarla zındıklığı meşrulaştıranlardır.
İslam’ın bilgi kaynağı olan vahye (Kur’an/Sünnet) aykırı bilgileri keşf, ilham veya manevi bir seyr-u sülükte elde etme safsatasıyla İslam’a sokanlardır eleştirdiklerimiz.
Yazılan eserlerin vahye arz edilip eleştirilmesinin önüne geçmek için; rüyada Peygamber’e kitap yazma emri verdirip ‘Bu kitabı ben yazmadım, bana yazdırıldı’ safsatasına bizi inandırmaya çalışanlardır.
İslam’ın kutsal kabul ettiği mekanların hürmetini çiğnemek adına, kabirlerin, türbelerin hac gibi ziyarete açılması ve kutsallık atfedilmesinedir eleştirilerimiz.
Şeyhlerin gece yatakta kaç defa döndüğünü, kalpten geçen en ince düşünceleri bilebileceğini iddia edip, ikinci El-Alim, El-Habir ve El-Latif olan ilahların ümmete tayin edilmesinedir.
Sürekli tasavvuf hakkında konuşan Müslümanları çarpan şeyhlerin bir defa olsun dünyada inim inim inleyen mazlumlar için Amerikan, Rus, İsrail keferelerini çarpmaması, bütün olağanüstü güçlerini (!) İslam ve Müslümanlar aleyhine kullanmalarınadır.
Evet, bizim itirazımız bunadır ve olmaya da devam edecektir.
Halis Bayancuk (Ebu Hanzala)
4 nolu L Tipi C.İ.K
Silivri/İSTANBUL
İlk Yorumu Sen Yap