Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla…
El-Aziz (Analizimizde değindiğimiz konular ile alakalı tarafların birbirlerine yazdıkları risaleler derginin sonunda ek olarak verilmiştir.) ismiyle müminleri izzetli, El-Muzill (İmam Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud, İbni Ebi Şeybe.) sıfatıyla kâfirleri zelil kılan, Er-Rafi’ sıfatıyla müminleri yücelten, El-Hafid sıfatıyla kâfirleri alçaltan Allah’a hamd olsun.
Salât ve selam; müjdeleyen ve uyaran, müjdeleri arasında Şam topraklarını ahir zaman yiğitlerine müjdeleyen Nebi’ye ve onun pak ailesine olsun.
Tüm Müslümanların esef içerisinde izledikleri çaresizliğin zilletini, iliklerimize kadar hissettiğimiz bir süreci yaşıyoruz. Suriye’de yaşananlar sadece Suriye topraklarına yönelik umutları değil, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Şam topraklarına dair müjdeleriyle müminlerde oluşan umutları da karartıyor. Daha acı olanı, sürecin Müslümanların iradesiyle değil de çizilen bir senaryonun gerekleri olarak işlemesidir. Tarafların yaptığı her açıklama, umutları biraz daha törpüleyip, işi içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Süreçle ilgili kanaatimizi aylar öncesinde, Müslümanlarla paylaşmıştık.
Irak ve Şam İslam Devleti ve El-Nusra cephesinin iç meselesi olarak kabul edilen gerginlikler olarak başladı süreç. Daha sonra Ahraru’ş Şam’ın dahil olması, İslam Cephesi adlı ümmetin baş belası Suudi patentli ne idüğü belirsiz yapının eklenmesiyle ve maalesef tüm grupların bu çatı altında Irak ve Şam İslam Devleti ile çatışmaya başlamasıyla süreç, Irak ve Şam İslam Devleti ve diğerleri olarak devam ediyor.
İslami Cephe kurulma aşamasındayken, Suudi Arabistan âlimleri bir açıklama yapıp Müslümanların bu cephede toplanmasını, cephenin çatı örgüt olmasını tavsiye eden bir bildiri yayınladılar. Henüz kurulmamış ve sahada gerçekliği denenmemiş bir yapı, iki yıllık bir mücadelenin ve onbinlerle ifade edilen muhaliflerin temsilciliğine soyunuyordu. Biz bu bildiri ile beraber fitne alevinin tutuştuğunu hissetmiştik. Bir işin içinde Suud veya onun uzantıları varsa yapılacak tek şey, Allah’a subhanehu ve teâlâ sığınmak ve o işten uzaklaşmaktır. Şu an Mısır’da Suudi selefilerinin önce Mursi’yi aldatıp, sonra Sisi’nin yanında yer almaları dahi Suudi patentli işlerin hainlik boyutunu anlamamız için yeterlidir. Suud ve âlimleri, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabesinin; vefa, sadakat ve insanlık kokusunu üstünde taşımaz. Onlar, Ebrehe’yi Kâbe’ye getiren ataları Ebu Riğal’in yoluna sadakatle bağlı ümmetin hainleridir.
Önce Irak ve Şam İslam Devleti ile ilgili eleştirileri açıktan yapmaya başladılar. Sonra Irak ve Şam İslam Devleti’ne yaptıkları saldırıların sebebinin bu eleştiriler olduğuna bizleri inandırmaya çalıştılar.
Irak ve Şam İslam Devleti’nin çok sert olduğunu, ganimet paylaşımında hukuka riayet etmediğini, yaptığı işlerde diğer grupların maslahatını hesaba katmadığını, bir yeri ele geçirdiğinde diğer grupları barındırmadığını, bazı insanları suçları tam sabit olmadan öldürdüğünü, diyalog kapılarını kapattığı için kendisiyle konuşulmadığını; netice olarak Irak’a dönmesi gerektiğini, aksi halde onunla savaşacaklarını söylediler.
İnsanların zekâlarıyla alay eden Suudi patentli Ebu Riğal çeteleri bize ‘Gezi Parkı’ eylemcilerini hatırlattılar.
‘…AKP özgürlükleri kısıtlıyor, hayatımıza müdahale ediyor, ağaç kesiyor, yol inşaatı esnasında fareler katledildi…’, ‘Peki ne istiyorsunuz?’ dendiğinde;
‘…Yeni köprü, Kanal İstanbul projesi ve havalimanı projeleri iptal olsun, mümkünse Erdoğan istifa etsin…’
Ebu Riğal çeteleri henüz meşruiyetlerini ispat etmeden, ümmetin yegane temsilcisi gibi tüm muhacirleri ilgilendiren fermanlar yayınlamaya başlamışlardı.
Irak ve Şam İslam Devleti’ni eleştirdikleri bazı konularda haklılık sahibidirler. Irak ve Şam İslam Devleti eleştirilmez olmadığı gibi meleklerden oluşan bir topluluk da değildir. Özellikle sertlik yanlısı tutumu, projelerinde sahada bulunan gruplardan kopuk hareket etmesi, bunların başında gelir. Ancak bunların hiçbiri Müslüman bir grubu Esad’dan daha tehlikeli ilan edip, tek bir elden saldırmayı haklı kılmaz. Biz de Tevhid Dergisi olarak Irak ve Şam İslam Devleti’nin sert tutumunu, hilafet ilan etme girişimini, kendi dışındaki grupları kendine biat etmeye zorlamasını, hâlâ ortaya net bir akide ve menhec koymadığı için farklı yorumlara kapı aralamasını eleştirdik, eleştiriyoruz. Ama bunların hiçbiri Müslüman bir grupla savaşma gerekçeleri olamaz.
Burada asıl üzerinde durulması gereken konu, Özgür Suriye Ordusu’dur. Birçoğu onyıllar Esad’a uşaklık etmiş, Baas zulmüne ortak olmuş subaylar, ayaklanmalarla beraber ordudan ayrılıp muhalif saflara geçmiştir. Çoğu subay basına verdikleri demeçlerde, gösteriler sırasında yapılan zulme dayanamadıklarını ve ordudan ayrılıp halk için savaşacaklarını söylüyorlardı. Gösteriler başlamadan önce Esad ordusunda ortopedik vicdanlarıyla bulunan bu zevat, gösterilerle beraber zulmü ilk defa fark etmiş olacaklar ki ordudan ayrıldılar. Tabi bu arada hangi istihbarat servisinin ameliyat masasında ortopedik vicdanları duyarlı vicdanla değiştirildi, onu Müslüman kardeşlerimize bırakıyoruz.
Bu zümre (ÖSO) halk tarafından harami (hırsız) diye isimlendiriliyor. Gasp, tecavüz, hırsızlık ve insanların mallarını zimmete geçirme; bu topluluğun ortak sıfatlarından… Bu, tüm gruplar tarafından biliniyor.
Bunun yanında Batı istihbarat servisleriyle flört, süreç sonunda şeriat isteyenlerle savaşacakları gibi, grupların bildiği meziyetleri de bulunuyor.
Ancak bugüne kadar Ebu Riğal çetelerinin ÖSO’yu uyardığı, savaş ilan ettiği, hususi fermanlar yayınladığı, Suriye halkının mallarını onlardan alıp iade ettiği ya da ‘burayı terk edin Amerika’ya gidin ya da sizinle savaşırız’ dediğini bilmiyoruz.
Demek ki Irak ve Şam İslam Devleti’ne yaptıkları eleştirilerin on katı ÖSO’da bulunuyor ve ziyade olarak ÖSO’nun şeriat nezdinde riddet kabul edilecek -şayet İslam olmuşlarsa- problemleri mevcut… Öyleyse bunların Irak ve Şam İslam Devleti eleştirileri ve akabinde yaptıkları, ‘Gezi Parkı eylemcilerinin’ yaptıklarına benziyor. Öne sürülen sebeplerle istenilen sonuçların alakasız olduğu bir yol haritasına sahipler.
Yapılmak İstenen Nedir?
Suriye’de Esadlı ve Esadsız bir geçiş dönemi öngörülüyor. Göstermelik seçimlerin yapılacağı, halkın özgür iradesiyle yönetimi seçtiğini zannedip kısmen rahatlatılacağı bir süreç… Bu sürece engel olma ihtimali olan yapılar tasfiye ediliyor. Bunun başında da şeriat taleplerini, ilk günden net bir şekilde dilendiren muhacirler ve genelinin çatısı altında toplandığı Irak ve Şam İslam Devleti cemaati geliyor.
Yaşanan süreç bu tasfiye operasyonunun ilk adımlarıdır.
Ebu Riğal çetesinin son beyanatlarına dikkat edildiğinde ‘Suriye halkı’, ‘Suriye’nin toprak bütünlüğü’, ‘özgürlük’ gibi Batı’dan ithal kavramların bayraklaştırıldığı görülecektir. Bu tarz beyanlar, bir yandan Batı’ya şirin görünme, öte yandan Suriye mazlumlarının zihninde şeriat taleplerine yönelik isteği kırmaya yöneliktir. Bu, öngörülen demokratik geçiş sürecinin ikinci adımıdır.
Kanaatimizce bu adımların en sinsi ve acımasızı, tahmin ettiğimiz üçüncü adımdır.
Irak ve Şam İslam Devleti ile arasındaki iç meseleleri Ebu Riğal çetesine malzeme yapan El-Nusra Cephesi bu süreçte en ciddi zararı gören yapı olacaktır. Batı, El-Kaide ile olan hesabını Suriye’de görmeye azmetmiştir. Süreci dikkatle izleyen gözler şu noktaları görecektir:
Suriye’de bulunan El-Kaide yanlısı yapılar, başında ciddi anlamda büyütüldü. İslam düşmanı medya da dahil, bire on katarak yapıların çok güçlü olduğu algısı oluşturuldu.
Bölgeye giriş çıkışlar serbest bırakıldı. Neredeyse dünyada bulunan El-Kaide yanlılarının çoğu Suriye’ye akın etti.
Irak ve Şam İslam Devleti ve Nusra arasındaki problem büyütüldü. Bir cemaatin iç meselesi olan ve kendi menhecsizliklerinden kaynaklanan sorunlar; Ebu Riğal çetelerinin El-Nusra’ya yardım ve desteğiyle tüm Suriyeli grupların meselesi haline geldi.
Irak ve Şam İslam Devleti yalnızlaşmış oldu. El-Nusra ise Ebu Riğal çetesine yakın durmakla, istenildiği zaman tasfiye edilecek kadar onların yanına ve kontrolüne sokulmuş oldu.
Batı, bu meseleyi çözmek için El-Nusra’yı kullanıp Ebu Riğal çetelerine baskı yapacaktır. Suriye’nin kurtuluşu El-Nusra’nın varlığına indirgenecek, böylece El-Nusra’nın önünde iki yol bırakılacaktır.
Açıkça irtidat edip onların dinine girmek ve demokratik geçişe sessiz kalmak ya da Ebu Riğal çetelerinin eliyle tasfiye…
Yıllardır El-Kaide’yle tam anlamıyla görülmeyen hesap, Suriye’de görülecek ve bir yapı, kendi iç meselelerini her cephede kendine düşmanlık yapan Ebu Riğal zihniyetine malzeme etmenin acı neticesiyle karşılaşacaktır.
Bu, bizim sürece dair kanaatimizdir. Allah’tan subhanehu ve teâlâ, bu süreci Müslümanların hayrına çevirmesini, kendi elleriyle kazandıklarından dolayı onları cezalandırmamasını, Müslümanları kâfirlerin tuzaklarından muhafaza etmesini temenni ediyoruz.
Bununla beraber bu yaşananlardan mutlaka bazı derslerin alınması gerektiğine inanıyor ve bunları kardeşlerimizle paylaşmak istiyoruz. (Bu değerlendirmelerde esas alacağımız nokta Irak ve Şam İslam Devleti, El-Nusra, El-Kaide gibi yapıların beyanatları, tarafların kabul ettiği âlimlerden Ebu Muhammed El-Makdisi ve Ebu Katade El-Filistini’nin Nusret Cephesi lehine kendi kişisel web adreslerinde yayınladıkları mektuplar olacaktır. Bunların çoğu Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
1. Cemaat Olmadan Ümmet Olunmaz
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem önce Mekke’de İslam cemaatini inşa etmiş, Müslümanları akide etrafında kenetlemiş, insan fıtratından kaynaklı aceleciliğin doğuracağı marazları sabır esası, sürecin olumsuzluklarını bertaraf etmek için itaat menheci esası üzere cemaat kılmıştır.
Akide ve menhec üzere cemaatini oluştururken duygusallığa yer vermemiş, ezilen Müslümanlara sabır ve cennet vadederek dışardan gelen Müslümanları “…Ben zuhur edinceye dek bekle, davetimin yayıldığını duyunca bana gel” diyerek cemaatleşme sürecini muhafaza etmiştir.
Daha sonra Medine’ye hicret başlamıştır. Mekke’deki zulme sabredip nefislerini terbiye eden, her söylenene itaat etmeyi meleke haline getiren insanlarla Medine’ye hicret etmiş ve ümmet olma yolunda adımlar atılmıştır.
Burada asıl üzerinde durulması gereken mesele, son yüzyılda ümmet olma bilinci elinden alınmış, her türlü cahilî hileye muhatap bireylerin, cemaat olma şuurunu kazanmadan ümmet olmaya yeltenmeleridir. Daha ne kadar bu ideal etrafında Müslümanların canları, zamanları, malları ve yapıları heder edilecek? Afgan, Çeçen, Bosna, Irak örneklerinden ders alınmayacak mı?
Suriye sahasına dikkat edin… Hiçbir cemaatin itikadı ve menheci belli değildir. Bu belirsizlik; çarpık cemaatleşme sonrasında bölünme ve Müslüman kanının akmasına neden olsa da yapılar, belirsizliği koruma noktasında ısrarlılar.
Oysa bir cemaatin varlığından ve sancağı altında insan toplamasından söz edebilmemiz için itikad ve menhecinin net olması gerekir. Ta ki sözleşme/biat net bir akide ve sabit bir menhec üzerinden gerçekleşsin. Kendi ülkelerinde itikadi olarak birbirlerini kabul etmeyen yapılar, Suriye’de bir çatı altında cihad ediyor; her grup, çatı cemaatin kendi ile aynı akidede olduğunu, yaptığı görüşmeler neticesinde biat ettiğini iddia ediyor.
Allah’tan korkmak gerekmez mi? Yapılan açıklamalara dikkat edin! Hususen Irak ve Şam İslam Devleti adına yapılan ‘Uzren emir El-Kaide’ isimli beyana… İtikadi farklılıkların iki yapıyı neticede ne duruma getirdiği görülecektir.
Bugün, duygusal reflekslerle görmezlikten gelinen itikadi ve menhecî belirsizlikler, yarın yeni kutuplaşmaların önünü açacak, Müslümanların kanının dökülmesine neden olacaktır.
Örneğin, Irak ve Şam İslam Devleti’nin resmi sözcüsünün yaptığı bir beyanda belli bir akide zikredilip ‘Bu Haricilerin akidesidir, böyle düşünenleri önce uyarıyor düzeltmedikleri takdirde tazir uyguluyor, nihayetinde saflarımızdan kovuyoruz’ denmiştir. Ancak bugün, Irak ve Şam İslam Devleti bünyesinde bulunan muhacirlerin çoğu bu akideyi savunmaktadır!
Bugün sıcak çatışma cephesinde görülmeyen veya komik tevillerle sümen altı edilen itikadi farklılıkların, Irak ve Şam İslam Devleti ile diğer cephenin savaş nedeni olduğunu da mı görmüyor bazı Müslümanlar? Ebu Katade’nin veya Ebu Muhammed El-Makdisi’nin risalelerini okumayı öneriyoruz.
Ebu Katade, Irak ve Şam İslam Devleti için şöyle diyor:
‘İçinde şüphe olmayan bir yakinle açığa çıktı ki bu taife (Irak ve Şam İslam Devleti) askerî ve şer’i yönetimiyle ateşin köpekleridir. Allah Rasûlü’nün şu sözüne girmeyi en çok hak edenlerdir: ‘İslam ehlini öldürüp şirk ehlini bırakırlar. Şayet onlara yetişirsem onları Ad Kavmi misali öldürürdüm’…’
Demek ki bir taife başka bir taifeyi ‘Harici’ olarak gördüğünde onlarla savaşmayı, onları öldürmeyi de mubah görüyor.
Öyleyse ortaya net bir akide ve menhec konmayan hiçbir yapı cemaat olma sıfatına haiz değildir. İnsanları sancağı altında ümmet olmaya davet hakkı da yoktur. Ve bu belirsizlikler birbirini kardeş gören insanların düşman olmasına, kan dökmesine kadar tehlikeli süreçlere gebedir. Şu an sahada insanları kendi taraflarına davet eden Irak ve Şam İslam Devleti veya El-Nusra bu konuda eşittir. İkisinin de itikadi ve menhecî kabulleri, genel öğretilerden ve birtakım beyanlardan müteşekkildir. Net, sabit ve sınırları çizilmiş bir akide ve menhece sahip değillerdir.
Cemaatlerinin akide ve menheci net olan kardeşlerin Allah’a hamd edip bu noktaya dört elle sarılması, bu konuda gösterilen hassasiyet ve çalışmaların beraberinde getirdiği zorluklara göğüs germeleri gerekir. Bu konuda eksikliği olan Müslümanların acilen itikad ve menheclerini netleştirmeleri ve cemaat olma sıfatına haiz olmaları gerekir. Bu noktadaki tüm eksiklikler gelecekte bölünme ve düşmanlık nedeni olacaktır. Bu tip noktaları önemsemeyenlerin ileride yaşanacak her bölünme ve düşmanlıkta vebal sahibi olduklarını bilmeleri gerekmektedir.
2. Toplama İnsanlarla Cemaat Anlayışı Sağlamak Mümkün Değildir
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem; aynı eğitimi görmüş, aynı bakış açısına sahip ve net bir akide ve sabit bir menhec etrafında kenetlenen insanlarla İslam Cemaati’ni oluşturdu. Cemaatin temeli ve ana karakteri, belli bir sayıya ulaşmış insanlardan oluşunca, kapılarını dış dünyaya açmaya başladı. Kitlesel katılımlar kabul edildi.
İskelet oluşturulduktan sonra yapıya eklenenler, iskelete göre şekillendi. Buna rağmen Medine İslam Devleti’nde birçok iç sorun yaşandı. Demek ki, böylesi bir titizlik dahi sorunları bitirmiyor, sadece asgariye indirebiliyordu.
Suriye sahası veya sıcak cephelerin olduğu ülkelere göz attığımızda durumun tam tersi olduğunu görüyoruz.
Farklı İslami anlayışlara sahip, cemaat terbiyesi almamış, imandan kaynaklı duygularla yola çıkmış insanlardan müteşekkil cemaatler görüyoruz. Sahada var olan cemaatler belli bir iskelete sahip olmayınca cemaatlere katılanlar, cemaat iskeletiyle şekillenmediği gibi cemaati kendi farklılıklarıyla içinden çıkılmaz bir hale getiriyorlar.
Bölünme ve ayrılmaların bu kadar sık yaşanmasının nedenlerinin başında, yapının harcında alın teri olmayan ve birbirleri için fedakârlıklarla yürekleri kenetlenmeyen insanların, yapıları terk etmede bir beis görmemeleri geliyor.
Aynı yolda yürümüş, birbirinin sıkıntısına derman olmuş, dert ortaklığı yapmış iki insanın bir problem yaşadıklarında ayrılmak akıllarından dahi geçmez. Sorunu çözmeye, eskisi gibi kenetlenmeye çalışırlar. Lakin birbirinin gerçek adını dahi bilmeyen, simalarını dahi nadir görmekten, anımsamakta dahi zorlanan ve tek ortak yanları aynı cephede olmak olan insanların ayrılması da bu kolaylıkta oluyor. Künyeler üzere inşa edilmiş kardeşlikler, künye değiştirme kolaylığıyla düşmanlığa yerini bırakabiliyor.
Ümmet, içinde bulunduğu bu Tih badiresini atlatacaksa kalıcı çözümlere odaklanıp, günübirlik uygulamalardan sarf-ı nazar etmelidir. Gerekiyorsa onyıllarca sabredip böyle bir cemaat teşkil etmek için çabalamalıdır. Her seferinde yapılanların basit ihtiraslara kurban edilmesindense, dişlerini sıkıp bu soruna kalıcı bir çözüm bulmak için azim ve kararlılıkla cemaatleşme aşamasını tamamlamalıdır.
3. Çözülmeyen İhtilafların Oluşturduğu Problemler
İslam, ihtilaf ve çekişmeyi kabul etmez. Hususen amel esnasında insanların tartışmasına neden olacak ve kalplerin veya bedenlerin ayrılmasıyla neticelenecek her çekişme ve ihtilafı yasaklar.
“Allah ve Rasûlü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfal, 46)
İslam fıtrat dinidir aynı zamanda… İnsanı yaratan Allah, onun fıtratı gereği ihtilaf edeceğini bilir.
“Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek millet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten Rabbin, onları bunun için yarattı. Rabbinin ‘Andolsun ki cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım’ sözü yerini buldu.” (11/Hud, 118-119)
Ancak Müslümanlara ihtilaflarda çözüm yolu gösterir:
“O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen, kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (3/Âl-i İmran, 159)
İhtilaf edilen hususlarda Müslümanlar istişare eder, ortak bir çözüm noktası ararlar. Meseleyi vahyin rehberliğinde çözüme kavuşturur, çözüm üzerinde azmedip, Allah’a tevekkül ederler. Şayet mesele Kur’an ve sünnette hükmü açık meselelerdense kimseye söz düşmez. Konu delilin bulunmaması, yahut farklı uygulamaların olduğu ictihadi meselelerdense, o zaman seçilmiş emir ne dediyse herkes ona uymak zorundadır. İhtilafı çözmeyen yahut açık delillerle ihtilafa son vermeyen ve verdiği söze riayet etmeyenler ağır bir tehditle karşı karşıyadır.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ulu’l emre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.” (4/Nisa, 59)
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” (3/Âl-i İmran, 105)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu konuda o kadar hassas davranmıştır ki şekilsel ihtilaflara dahi müsade etmemiş, Müslümanları uyarmıştır.
Mescidde saflarının bozuk olduğunu gördüğü zaman ashabını uyarır, bedenlerin ihtilafının kalplerde ihtilafa sebep olacağını söylerdi.
“Saflarınızı düzeltiniz! Ya saflarınızı düzeltirsiniz ya da Allah aranıza ayrılık/ihtilaf kılar!” (Müslim)
Emir olarak insanları bir yere gönderdiğinde onlara özlü nasihatlerde bulunurdu. Ebu Musa El-Eşari ve Muaz bin Cebel radyallahu anhuma gibi iki güzide sahabeyi Yemen’e yolladığında onlara şu nasihatte bulunmuştu:
“Uyumlu olun, ihtilaf etmeyin.” (Buhari)
İhtilafın dinî meselelerde olduğunu gördüğünde ashabını uyarır, yeri geldiğinde onlara kızardı. Bir gün ashabının yanına çıktı. Onları, kader hakkında tartışırken buldu, çok kızdı. Adeta yüzünde nar kesilmiş gibi rengi değişti ve ashabına:
“Bununla mı emrolundunuz, bunun için mi yaratıldınız? Kur’an’ın bazı ayetlerini bazısıyla mı çakıştırıyorsunuz? Sizden öncekiler böyle yaptıkları için helak oldular!” (İbni Mace) dedi.
Sahada cihad eden yapılar, aralarında olan ihtilaflara son vermek zorundadırlar. Namaz kılarken ayakların ihtilafına müsade etmeyen İslam’ın, cihadın üzerine bina edildiği; toplumların hükmü, dar’lar meselesi ve tekfir ahkâmında ihtilafa müsade etmesi düşünülebilir mi?
Yapılan beyanatlara dikkat edildiğinde, şu tarz garabetler göze çarpıyor:
‘Siz, Rafıziler’in avamını cehaletle mazur Müslümanlar olarak görüyorsunuz. Lakin biz hiçbir zaman öyle düşünmedik.’
‘Seni, menhecini düzeltmeye davet ediyoruz. Müşrik ve necis Rafıziler’i açıktan tekfir etmeni; Mısır, Pakistan, Afganistan, Tunus, Libya, Yemen ve bunların dışındaki ülkelerin ordularının mürted olduğunu açıktan ilan etmeye davet ediyoruz.’
Düşünün, mücadele tağutî ordular ve Rafıziler üzerinden yürüyor. Ancak aynı çatı altında toplanmış ve bunlarla savaşan cemaatler, bunların hükmü hakkında ihtilaf ediyor.
Dün önemsenmeyen, bunları dillendiren gerçekçi, vicdan sahibi muvahhidlerin; ‘Harici’, ‘safları bölen’ olarak etiketlendiği ihtilaflar, bugün Müslüman gençlerin kafalarını karıştıran, sahada amellerini zayıflatan, birbirine kardeş diyenlerin birbirine silah çektiği ihtilaflara dönüşmüş durumda!
Ve asıl şaşırtıcı olan; oturup bu ihtilafları çözmek yerine bir taraf diğerini Haricilik’le, öteki menhecden sapmayla suçluyor. Anlaşılan, tarafların bu yaşananlardan pek bir şey anlamadığı ve sorunlara kaynaklık eden noktayı görmedikleri veya görmek istemedikleri yönünde…
Benzeri tartışmalar (tekfir ahkâmı, toplumlar meselesi), Türkiye’de de aynı sahanın erbabı ve kendilerini cihad cemaatleri diye isimlendiren yapılarca başlatıldı. İlki 2008 yılında, ikincisi 2013 yılında… Her iki seferinde cemaat olarak bu ihtilafların çözülmesi gerektiği, Müslümanların bir araya gelerek bu tip sorunları sonlandırması gerektiğine vurgu yaptık. Davetimize icabet edilmediği gibi yazdıklarımıza cevap da verilmedi… Bilakis ‘gereksiz bir münazara davetinde bulunduğumuz, bunların normal ihtilaflar olduğu’ söylendi. Daha acı olanı, ağır abilerimizin tecrübe ve olgunluk söylemleriydi. Onların bu ihtilafları basite almaları, olgunluk ve tecrübelerinden; bu konuyu çözmek isteyenlerin çabası, acelecilik ve gençlikten kaynaklanıyordu.
Rabbimizden temennimiz ümmet olarak bizleri, kendilerini cihad cemaatleri olarak isimlendiren cemaatlerin, neo tecrübe ve olgunluklarından muhafaza etmesidir. Bizlerin saf ve net bir akide üzere ayaklarımızı sabit kılmasıdır.
Buradan çıkarılacak ders şudur: Bizler ihtilafları hafife almamalı, şer’i yollarla çözmeye çalışmalıyız. İçtihadi ihtilafların sınırlarını belirlemeli, bir isim koymalı ve netleştirmeliyiz. Çözülmeyen ihtilafları sümen altı etmemeli, İslam’ın emrettiği şekilde tavır almalıyız. Birilerinin romantik ütopyaları ve basite indirgeme çabaları, bizleri şer’i sorumluluklarımızdan alıkoymamalıdır. Bu ütopya ehli; sümen altı ettikleri ihtilaflar, ümmete zarar verdiğinde sorumluluk almaktan korkmaları ve sükûtlarıyla meşhurdur.
Tek Emire Olan İhtiyaç
İslam’ın ana prensiplerinden biri; Müslümanların tek ses etrafında toplanması, talimat ve karar kirliliğinin önünün alınmasıdır. Bu da İslam’ın fıtrat dini olmasıyla alakalı bir prensiptir. İnsanı yaratan Allah ona iki kalp kılmamıştır. İkilik, insanın zihin ve kalp dünyasında belirsizlik ve endişeye neden olur. Bu durum, insanın istikamet üzere olmasına engel teşkil eder.
İslam nezdinde bu konu o kadar hassastır ki, İslam’da Kâbe’nin yıkılmasıyla eşdeğer olan Müslüman kanı, bu meselede heder edilmiştir:
“Kâbe’nin yıkılması, Allah’ın yanında bir Müslümanın kanının (haksız yere) dökülmesinden daha basittir.”
Bu sözün sahibi olan Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
“Siz tek bir emir üzere toplanmışken ikinci biri çıkıp emirlik iddiasında bulunursa onun boynunu vurun.” (Müslim, 3431)
Şam topraklarında yaşananlar, İslam’ın bu prensibini daha iyi anlamamızı, hatta idrak etmemizi sağladı.
İslam Cephesi adlı çetenin bambaşka hedefleri, Irak ve Şam İslam Devleti’nin daha farklı, Afganistan’ın talimatları, buna Ürdün zindanlarından âlimlerin yazdıkları mektuplar da eklenince, iş içinden çıkılmaz hale geliyor. Ve bu tarz keşmekeşler neticede birbirini kardeş gören insanların birbirini boğazlamasına neden oluyor.
Buradan çıkaracağımız ders; Allah Rasûlü’nün yaptığı gibi cemaatin birliğini korumaya çalışmak, farklı seslerin çıktığı sahalardan uzak durmaktır. Siz kendinizi grupların problemlerinden uzak tutmaya çalışsanız dahi aynı sahada bulunuyor olmanız, olumsuz yönde etkilenmenize sebep oluyor. Gayesi, tevhid davetini yaymak ve mazlumların iniltilerine duyarsız kalmamak olan Müslümanlar da sahanın keşmekeşinden nasiplerini alıyorlar.
Burada bir meselenin altını çizmek istiyoruz: Allah Rasûlü, devlet olmasına rağmen Allah’ın “…Onlar düşmanın ta kendisidi” dediği münafıklara dokunmuyordu. Gerekçesini “…İnsanlar Muhammed ashabını öldürüyor demesinler” olarak ilan ediyordu. Devlet olmasına rağmen insanlığın kurtuluşu için çıkmış bir ümmetin lideri, siyasetinde, henüz İslam olmamış insanların düşüncelerini önemsiyordu. Öyle ya! Birbirini boğazlayan insanların, kendileri dışındaki insanlara kurtuluş vadetmesi, onları dinlerine davet etmesi, muhatapların vicdanlarında makes bulmazdı. İslam sadece cihaddan müteşekkil bir din değildir. Cihad dahi insanları İslam’a davet araçlarından bir araçtır. Gaye değil sadece araçtır.
Birileri, cihadı ümmetin tevhid davetine uygun yapmak yerine, ümmetin tüm faaliyetlerini cihada göre tanzim ediyor. Grup meseleleri, tüm ümmeti ilgilendiren meselelerin önüne geçebiliyor. Bunun asıl sebebi; siyaseti tek bir merkezin değil, birden fazla merkezin belirliyor olmasıdır. Bu durum Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem şer’i siyaset olarak gözettiği hassasiyetlerin çiğnenmesine neden oluyor!
Örneğin, bugün Suriye halkına iki şey vadediliyor. Bir tarafta tek çözümün şeriat olduğunu dillendiren Irak ve Şam İslam Devleti (ki bu konuda ve taleplerinde tartışmasız hak üzeredirler) öte yandan özgürlükler, insan hakları ve demokrasi vaadleri. Bir de ortada henüz ne vadettiği belli olmayan geçmişin hızlı radikalleri var. Kalplerinde şeriat, dilleri suskun, bedenleri Ebu Riğal çetelerine yakın… Allah sonlarını hayır eylesin.
Mazlum insanlar, bu hengâmede şeriat vadedenlerin birbirlerine düştüğünü gördüğünde, ‘dün kardeş olanlar bugün böyle yapıyorsa acaba bize neler yaparlar’ diyor… ‘ Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ashabını öldürüyor’ dedirttik insanlara. (Bazı kardeşlerimiz şöyle düşünebilir: Tevhidî bilinçten uzak insanların tevhid ehli hakkında ne düşündükleri bu kadar önemli mi?
Bizim için, tevhidî meselelerde tüm yeryüzü birleşip, tevhidin gerçek gereklerine aykırı bir beyanda bulunsa hiçbir önemi yoktur. Ancak sahada bulunan yapılar -buna Irak ve Şam İslam Devleti de dahildir- halkı İslam toplumu olarak görüyor ve öyle muamele ediyor. Doğal olarak, ümmet dedikleri insanların maslahatını da düşünmek zorundadırlar. Aslında bizim bu yazıda anlatmaya çalıştığımız esas mesele, bu yapıların itikadi ve menhecî olarak netleşmedikleri için hem şer’i hem de siyasi tezatlar sergilediklerini göstermektir.)
Bu ve benzeri sebeplerden dolayı tek emirin olmadığı ve Müslümanların genelini ilgilendiren meselelerde farklı seslerin çıktığı sahalardan uzak durmak gerektiğine inanıyoruz.
Sadıklarla Beraber Olmanın Zarureti
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (9/Tevbe, 119)
Tebuk gazvesi meşakkatli bir seferdi. İnsanlardan bazısı bu seferden geri kaldılar. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem döndüğünde huzura geldiler. Geride kalanlar iki taifeye ayrıldılar:
Türlü bahanelerle geride kalışlarına mazeret uyduranlar
Dünya malının çekiciliğine kanarak geride kaldığını kabul eden ve af dileyenler
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem çoğunluğu oluşturan birinci taifeye yalan söylediklerini bilmesine rağmen sessiz kaldı.
Doğruyu söyleyen ikinci taifeye ise boykot uygulandı. Onlarla konuşulmayacak, eşleri evlerini terk edecek…
Allah subhanehu ve teâlâ bu durumun 50 gün sürmesini irade etti. Bu yaşanan olayın, hafızalarda yer etmesini istiyordu. 50 günün sonunda şu ayetler indi:
“Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan (O’nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (9/Tevbe, 118-119)
Bu olayın neticesinde Allah subhanehu ve teâlâ, müminleri uyardı… Hem sadık olmalarını (takva) hem de sadık olanlarla beraber olmalarını emretti. Her Müslüman, iman bağıyla kardeştir ancak hususi beraberlik, ortak çalışma sıdk kaydına bağlıdır.
Yapılan beyanatlara bir daha göz atılmasını istiyoruz…
El-Kaide isimli yapılanma Molla Ömer’e bağlı olduğunu iddia ediyor. Ancak hiçbir tasarrufunda Taliban’ın payı yok…
Irak ve Şam İslam Devleti, El-Kaide’ye biatlı… Ancak bu biatın mecburiyetten olduğunu ve mücahidleri bölmemek için yaptıklarını iddia ediyorlar.
Irak ve Şam İslam Devleti’nin henüz Irak İslam Devleti iken kadısı olan El-Uteybi, 2007 yılında cemaatin itikadi, menhecî ve ahlaki problemlerini örgüt yönetimine mektupla bildiriyor (Mektubun Türkçesi de yayınlandı.) ilginç olan Eymen Zevahiri, Makdisi, Ebu Katade ve El-Nusra cephesinin bugün Irak ve Şam İslam Devleti’ni eleştirdiği tüm maddeler, 2007 yılında merkez tarafından biliniyor… El-Uteybi gidip bunları delilleri ile sözlü olarak da anlatıyor.
Colani, Irak’ta bütün bunları görüyor ve biliyor olmasına rağmen sessiz kalıyor. Hakeza El-Kaide ve şeyhler de öyle… Ne zaman ki Suriye’ye geliyor, kendi emirliğinde bir yapı oluşturuyor, bağlı olduğu cemaat, kendisine müdahale edince, cemaatin aşırılıklarını fark etmeye başlıyor ve irtibatını kesiyor.
Her grup, diğerine bağlılığını veya bağlılığı kabul-ü mecburiyet ve konjonktür gereği olduğunu söylüyor. Tabi iddialarını ispat için şantaj da cabası…
Herkes elinde ses kaydı ve mektupların olduğunu ve kâfirleri sevindirme korkusu olmasa(!) bunları yayınlayacağını ilan ediyor.
Bu manzarayı bizzat tarafların kendi beyanlarından okuyan ve dinleyen Müslümanlar ‘Bunlar cemaatleşmelerinde sıdk üzeredir ve ben bunların safında Allah’ın dinine yardım etmeliyim’ diyebilir mi?
Sonuç olarak;
Bu konuda cemaat olarak susmayı tercih ediyorduk. Ancak taraflar aralarındaki çekişmeleri mahalle kavgası edasında ve medya yoluyla ilan ettiklerini duyurunca, düşünce ve kanaatlerimizi beyan etmeyi uygun gördük. Kanaatimizce ortada ciddi bir akide ve menhec problemi olmakla beraber yaşananlar, çarpık bir cemaatleşme anlayışının neticesidir.
Rabbimizden bu süreçten dersler almayı nasip etmesini, ümmetin halini ıslah etmesini ve şer görünen bu süreci ümmetin hayrına çevirmesini temenni ediyoruz.
Allah subhanehu ve teâlâ idrak etmiş bulunduğumuz Ramazan’ı bizler için hayırlara vesile kılsın. Günahlarımızdan arınmaya, hayırlara muvaffak olmaya, Kadir Gecesi’ni idrak etmeyi bizlere nasip eylesin.
Ramazanlar’ı ümmetin zafer ve yardım ayı kıldığı gibi, müminlere izzet, kâfirlere ve müşriklere zillet vesilesi kılsın.
İlk Yorumu Sen Yap