Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
Bir önceki yazıda besini midede depolamış ve sindirmeye başlamıştık. Şimdi ise o midede depolanan, biraz sindirilen ve mide hareketleriyle iyice ezilen besin Allah’ın (cc) izniyle bağırsaklara geçecek, oradan emilerek kan dolaşımımıza geçip her bir hücreye dağıtım başlayacak.
Yediğimiz besinler ve içtiğimiz su, mide öz suyu dediğimiz ve bir önceki yazıda bahsettiğimiz asit, enzimler ve daha birçok salgı ile karışarak “kimus” adındaki maddeyi oluşturur. Bu madde, midenin kontrolünde parça parça on iki parmak bağırsağı dediğimiz, ince bağırsaklarımızın ilk kısmına gönderilir. Ve burada başka sindirim işlemlerine maruz kalır. Midede olan sindirim, asitli ortamda olur ve genel olarak yenilen proteinleri; etleri, tavukları sindirmek için olan işlemleri içerir. On iki parmak bağırsağında ise midenin tam aksine asitli değil, alkali ortamda sindirim gerçekleşir ve temel olarak karbonhidrat dediğimiz şekerli besinler, hamur işleri, pilav, makarna gibi besinler ve yediğimiz yağlar sindirilir.
Mide asitli ortamda sindirim yapıyor, bu asitli sıvıyı bağırsakların ilk kısmına gönderiyor. Peki, asidin tam zıddı alkali ortam nasıl oluşuyor? Herkesin çok iyi bildiği safra ile oluyor. Safra sıvısı, karaciğer dediğimiz organımızda üretilir ve safra kesesi dediğimiz organımızda depolanır. Kişi yemek yedikçe ve yemekler mide sürecini tamamlayıp parça parça bağırsaklara geçmeye başlayınca safra salgılanması uyarılır. Safra kesesi de kendisini kasarak içinde depoladığı safra salgısını damla damla bağırsağın ilk bölümüne bir kanal aracılığı ile gönderir.
Toplumdaki birçok kişi safra çamurundan, safra taşından muzdariptir, bazı kişiler de bu safra taşının sebep olduğu hastalıklardan ötürü ameliyat olmuştur. Eğer safra kesesinde safra salgısı ve safra çamuru varsa, bu insan her yağlı yemek yediğinde safra kesesi kasılması ile birlikte karın ağrısı hisseder. Yağlı yemeklerden bulantısı olur. Ama yemek yemediği zamanlarda normal bir hayat sürer. Bu kişiler az yağlı besinler tüketerek ve birden fazla miktarda yemek yemek yerine az az yediğinde yaşadığı karın ağrısı ve bulantılar geriler. Safra kesesinde küçük taşlar olan insanlar, yediği yağlı yemek sonrası safra kesesi kasılıp içerisindeki safrayı bağırsağa gönderirken bazen bu milimetrik taşlar da hareket eder ve safra kanalını tıkar. Ancak karaciğerde bir sorun olmadığından safra üretip, safra kesesine göndermeye devam eder. Bununla birlikte safra kesesinin kanalı tıkalı olunca kesenin içinde safra salgısı birikmeye başlar ve zamanla safra kesesi balon misali şişer. Şiştikçe ağrı yapar. Şiştikçe duvarı ödemlenir. Bu kanal tıkandığı zaman kişi çok ciddi ağrı duyar, bulantı ve kusmaları başlar ve genelde acil servise başvurur. Alınan kan tahlillerinde karaciğer ve safra değerlerinin yükselip yükselmediğine bakılır, ultrason ile safra kesesi şişmiş mi, duvarı ödem yapmış mı, taş var mı, tıkamış mı… bunlara bakılır ve bu konuda uzmanlaşmış genel cerrahi doktorlarıyla görüşülür. Bazı taşlar bir atak yapar, tıkar ve bazı sorunlara sebep olur ama sonra kendiliğinden taş ilerler ve kanal açılır. Ancak bazı zamanlarda bu taş kanaldan düşemez ve tıkalı kalırsa; safra kesesi içindeki safra birikerek büyür ve delinip patlayabilir. Bu ise kişi için çok ölümcül sonuçlar doğurabilir. Burada kararı acil doktorlarının görüştüğü genel cerrahi doktorları verir. Safra kesesinde büyük taşı olan hastalar da yağlı yemek yediğinde hazımsızlık şikâyetleri olur, ama o büyük taş ilerleyip kanalı tıkayamadığı için yukarıdaki tablo gelişmez. Genel cerrahi doktorları ameliyat edip safra kesesini almaya karar verirse, karaciğerden safra kesesine giden kanalı, bağırsağa bağlar. Karaciğerin ürettiği safra sürekli, ama yavaş yavaş bağırsağa akmaya devam eder. Burada kişi az az yemek yediğinde ve yağsız yemekleri tercih ettiğinde bu damla damla akan safra salgısı o yemeklere yeterli gelir ve kişi hazımsızlık, bulantı ve kusma gibi sıkıntılar yaşamaz.
Bütün âlemleri düzenleyen Allah (cc) insan vücudunu da o kadar muhteşem bir şekilde düzenlemiştir ki kişi kaşık kaşık yağ yese dahi o küçücük safra kesesindeki salgı insana yeter. Her şeyi bilen ve bütün hastalıkları ve devasını yaratan yüce Rabbimiz, insan vücudunu, bir gün bu safra kesesi insandan alınması gerekirse iflas etmeyecek şekilde düzenlemiştir.
Subhanallah! Allah’ın ilminin bir okyanus olduğu tüm tıp ilminin bir damla dahi olmadığı durumda bile, insan tüm acziyetiyle Allah’ın yarattığı muhteşem yapıya müdahale ediyor ve yine de o tıkır tıkır işleyen insan vücudu yoldan çıkıp bozulmuyor. Allah (cc) bu tıp ilmini çözmeye çalışan bizlere yardım etmese mümkün değil, bu karmaşık yapıyı anlayamayız.
Mideden gelen asitli salgıyı, safra salgısı alkali hâle çevirdikten sonra bir de yağların ve karbonhidratların sindirilmesi için gereken enzimlerin de bu on iki parmak bağırsağına gelmesi gerekir. Bu enzimleri üreten ise pankreas hücreleri ve bu bağırsak kısmına ileten pankreas kanalı oluyor. Safra taşı; safra kanalı ve pankreas kanalı ile ortak olan kanala oturursa “pankreatit” denilen pankreas organında hasara sebep oluyor ve yukarıda saydığımdan çok daha ağır bir tablo gelişiyor.
Pankreas içinde üretilen karbonhidrat ve yağı sindiren enzimler de çalışmaz şekilde üretiliyor. Tıpkı midedeki gibi. Eğer aktif şekilde üretilseydi pankreas kendi kendini sindirirdi. Subhanallah! Bu çalışmaz hâldeki enzimler bağırsağa veriliyor. Bağırsak da safra ile karşılaşınca, safra bu enzimler için anahtar görevi görüp onları çalışır hâle getiriyor. Tıpkı asitin midede yaptığı gibi.
Burada biraz karaciğerden detaylı bahsetmek istiyorum Allah’ın izni ile.
Karaciğer insan vücudunun laboratuvarı denilebilir. İnsan vücudu için çok hayati görevleri vardır. Ortalama olarak insanın iki avcunun içine sığabilen ve takriben 1,5 kilo olan bir organ. Allah (cc) bu organı o kadar ince ince ve mükemmel yaratmış ki bu iki avuç organın yaptığı işleri tam teşekküllü bir şekilde yapacak bir laboratuvar kurulmaya kalksa binlerce dönümlük alana ancak sığdırabiliriz. Ve o insanoğlunun yaptığı da emin olun Allah’ın yarattığının yanında çok aciz kalır, Allah’ın yarattığının yanından bile geçemez.
Karaciğerin birçok görevi olmasına karşın başlıca bahsetmek istediğim birkaç önemli özelliği var:
Vücudun şeker oranını ayarlayan en önemli organlardan birisidir.
Allah (cc) insan vücudunda, kan şekerini ayarlamak için iki zıt hormon yaratmıştır. Biri çok iyi bilinmeyen glukagon ve diğeri çok iyi bilinen insülin. İki hormon da yukarıda bahsettiğimiz pankreas organı tarafından üretilir. Pankreasın alfa hücreleri glukagonu üretir, beta hücreleri de insülini üretir. İkisi de karaciğere emir verir. Glukagon, depoladığı şekeri yıkıp kana vermesini emreder, böylece kan şekeri yükselir. İnsülin, kandaki şekeri tutup, kandan çekerek depolamasını emreder, böylece kan şekeri azaltılır. İnsanın kan şekeri düştüğünde vücut hemen kontrol mekanizmasıyla glukagon denilen hormonu arttırır, insülin denilen hormonu azaltır; böylece şeker depoları eritilip kana verilir. İnsanın kan şekeri yükseldiğinde ise vücudun kontrol mekanizmaları hemen glukagonu azaltır, insülini arttırır ve kandaki şeker karaciğere gönderilip depolanır. Allah (cc) kan şekerini düzenlemek için 5-6 hormon yaratmıştır, ancak en temel hâli budur.[1]
Şeker hastalığı dediğimiz diyabet, aslında bir organ yetmezliğidir. Pankreas organının beta hücreleri vücuda yetemezse insülin salgılayamaz. Kişi insülin üretemezse kan şekerini düşüremez ve diyabet hastası olur. Tedavisi ise pankreas organının üretemediği insülini üretmesi için yardım etmek (ağızdan alınan diyabet ilaçları) veya bu da yeterli gelmezse insülini direkt deri altına enjekte etmektir. İnsülin hormonunun kanda minimum seviyede bulunması gereken bir miktar vardır. Bu, hayati organlara glukoz (kan şekeri) sağlaması ve daha onlarca görevini idame ettirmesi için gereklidir. Bir de kişi yemek yedikten hemen sonra artıp sonra da azalması gerekir. Vücutta her şey denge hâindedir. İnsülin vücutta hep yüksek kalırsa da sorunlar oluşur, hep düşük kalırsa da sorunlar oluşur. Diyabet hastaları insülinlerini ve ilaçlarını kullanmaz da vücutta kan şekeri hep yüksek seyrederse bu ilerleyen yaşlarla birlikte birçok hayati organa zarar verir. Örneğin gözleri etkiler, görme kayıpları oluşur. Böbrekleri etkiler, böbrek yetmezliği oluşur. Bugün diyalize giren böbrek yetmezliği hastalarının, böbreklerini iflas ettiren birinci neden diyabettir. Kalp damarlarını etkiler, kalp krizlerine zemin hazırlar. Beynini etkiler, beyin fonksiyonlarını bozar. Sinir hücrelerini (nöronları) etkiler; ellerde ve ayaklarda uyuşma, yanma, batma şikâyetleri ile bilinen sinir hasarına sebep olur. Sinir hasarı olan bir kişi duyuları tam anlamıyla algılayamaz, idrak edemez hâle gelir. Örneğin ayağının yandığını algılayamaz, ayağını bir yere vurduğunda acıdığını algılayamaz. Bu böyle söylendiğinde güzel bir şey gibi görünebilir. “Kötü sayılan duyuları insan algılamıyor, ne güzel!” diyebilir. Ama Allah (cc) bizi öyle yaratmamış. Bir travmadan insanı koruyan en önemli şey, ağrıya verdiği refleks yanıttır. Ve acı duyduğu anda elini, ayağını, uzuvlarını çekme en önemli reflekslerden biridir. Acı verecek bir durumla karşı karşıya kaldığında o uzuv, el bölgesinde veya ayak bölgesindeki bazı sinir hücreleriyle bu durum algılanır ve refleks tetiklenir. Başka bir sinir hücresi o acı duyusunu beyne götürene kadar kişi o acı veren şeyden fiziksel anlamda uzaklaşmış olur. Subhanallah! Örneğin kişinin eline kızgın yağ sıçrar ve refleksi sayesinde daha acısını duymadan elini geri çeker, yani önce refleksi sebebiyle elini geri çeker, sonrasında acı duyup elini ovalamaya başlar. Böylece daha fazla yanmaktan vücut kendisini korumuş olur. Örneğin kişinin ayağına çivi battığında, batar batmaz vücut refleks olarak daha acı duyusu beyne ulaşmadan, ayağını geri çeker ve çivinin tamamen batıp saplanması engellenir, sonrasında kişinin ayağı acımaya başlar. Diyabet hastalarında bu refleks yanıtı başlatacak sinir hücresi hasarlı olduğu için kişi travmadan kendisini koruyamaz ve ciddi yaralar açılır. Bir de diyabet, damarları da etkileyip o bölgenin beslenmesini de bozunca; iyileşmeyen, hatta kemiğe kadar ilerleyen ve deyim yerinde ise çürümüş et gibi kokan diyabetik ayak yaraları kaçınılmaz olur.
Karaciğerin, değinmek istediğim diğer önemli bir görevi de vücudun laboratuvarı gibi çalışan karaciğer lobülleri ve sinüzoidir.
Âdeta bir detoksifikasyon (zararsızlaştırma) merkezidir. Burası vücuda giren, kan dolaşımına geçen her maddenin kontrol edildiği sahadır. Burada zararlı toksinler, zararlarından arındırılır, vücuda aktif olarak alınmayan ilaçlar aktifleştirilir. Veya işi bitmiş vücuttan atılacak ilaçlar çöp hâline getirilir. Alınan alkol burada olabildiğince zararsızlaştırılmaya çalışılır, ama yeterli olmaz. Buradaki hücrelere zarar vererek karaciğer yetmezliği yapar ve siroz gelişir. İşte karaciğer hücreleri, bu işlemlerin belki de milyonlarca çeşitlisini, günde milyarlarca kez yapar ve yoruldum demeden aynı titizlikle çalışır.
Bu yapı belki de bir toplu iğne ucunun milyonda birinden daha küçük bir yapı. Bu muhteşem yapıyı insan eliyle inşa etmeye kalksak ne kadar dev bir inşaat olacağını canlandırın gözünüzde. Ama tüm eksikliklerden münezzeh olan Allah (cc) için bunu yaratmak ve bunu gözün dahi görmeyeceği milimetrik boyutta yapmak hiç zor değildir.
Yağ metabolizmasına katkısından ve bilirubin denilen safra salgısından yukarıda bahsettik. Hem sindirmede görev alır hem de yağı depolar, üretir, diğer besin maddelerine dönüştürür…
İnsan vücudunda bir kanama olduğu zaman o kanın durdurulması ve kanın pıhtılaşması gerekir.
Bu pıhtılaşma sürecinde rol alan bazı maddeler vardır. Bunlara koagülasyon faktörleri denilir. Karaciğer bu maddeleri üretir ve kana verir. Kanama ve vücudun verdiği pıhtılaşma yanıtı başka bir yazının konusu olacak inşallah.
Kupffer hücreleriyle bağışıklık sistemine yardım eder.
Kan ile her şey bu kontrol noktasına uğrar her gün. Ve bu kontrol noktasında eğer, vücutta yabancı mikroorganizma saptanırsa, bu mikroorganizmaları yiyen -tam manasıyla ağzı varmış gibi hapur hupur yiyen- hücrelerdir. Bu işlem bağışıklık sistemi içinde detaylıca ele alınacak Allah’ın izniyle.
Vücuda giren demirin miktarının ayarlanmasında esas kontrol karaciğer ile birlikte bağırsak hücrelerine aittir.
Demir, insanın kan hücreleri arasında erisrosit denilen kırmızı kan hücreleri içinde oksijen taşıyan yapı için çok gereklidir. Ve kişi günlük demir ihtiyacını karşılayamazsa demir eksikliği anemisi (kansızlık) oluşur. Kansızlığı olmayan bir kişi günlük demir ihtiyacını kırmızı et, karaciğer, baklagil, yumurta, yer fıstığı ve üzüm pekmezinden bol bol tüketerek karşılayabilir. Ancak kansızlığı gelişmişse veya günlük demir ihtiyacının arttığı durumlarda, bu besinler yeterli gelmez. Günlük demir ihtiyacının arttığı durumlar özellikle gebelik ve büyüme çağındaki çocuklardır. Gebelik gibi karnında yeni bir canlının oluştuğu ve nokta kadardan bir bebek boyutuna gelene kadarki süreçte ne kadar desteğe ihtiyacı olduğunu bir tahmin edin. Veya büyüyen bir çocuğu düşünün, nerdeyse birkaç sene içinde doğduğu boyun iki üç katına çıkıyor. İhtiyacı olan besin vitamin takviyesini siz düşünün. Besinlerle aldıkları bazen yeterli olabiliyor, bazen eksik kalabiliyor. Eksik kaldığında ve bu durum kan değerlerine yansıdığında artık tıbbi müdahale zamanı gelmiş demektir. Bu tıbbi müdahaleyi aksatmak ya da ertelemek, istenmeyen yan etkiler ortaya çıkartıyor çoğu zaman.
100 gr. ızgara bonfilede |
2-2,25 mg demir |
1 yemek kaşığı pekmezde |
1 mg demir |
1 adet yumurtada |
1,2 mg demir |
100 g barbunyada |
5,1 mg demir |
100 g bezelyede |
1,5 mg demir |
100 g haşlanmış mercimekte |
3,3 mg demir |
100 g yer fıstığında |
4,6 mg demir |
Tablo1: Besinlerdeki demir miktarı (1 g=1000 mg)
Büyüyen ve gelişen bir vücudun demir ihtiyacı günlük 30-40 mg kadar olduğunda veya bir gebe sırf gebe olduğu için 3 veya 4. aydan itibaren ilk aylara göre çok daha hızlı büyüyen ve kan miktarı artan bebeğinin ve kendisinin demir ihtiyacını karşılamak için günde 2-3 kilo et, 40-60 kaşık pekmez, 40 yumurta yiyemeyeceğinden ve bu besinleri gün aşırı tüketemeyeceğinden ötürü demir ilacı kullanması gereklidir. Hele ki zaten kansızlığı olan hanımlar gebe kalırsa bebeğinin anne karnında gelişememesi sonucu; olduğundan küçük bebek (SGA, ki bu durumu sadece boy kilo olarak küçük algılanmamalı organ ve organların fonksiyonları da yetersiz oluyor), ölü doğum riski[2], doğum esnasında normal olan kanamaların kansız gebede ölüm riski oluşturduğu da bilinmelidir. Demir eksikliği anemisi ya da diğer vitamin eksiklikleri günlük yaşamı çok etkilemiyor gibi gelebilir. Kişinin bu hastalığa yormadığı nonspesifik (hastalığa özgü gözükmeyen) bulguları fark edemeyebilir. Ancak hekim gözü ile anlaşılabilecek ve sadece kan değerinde net sonuç verecek durumlar için bazen önlem almakta çok gecikebiliyor insan. Bu hususta gebe olan hanımların doktor kontrollerini aksatmaması, kan tahlillerini vermesi, gerekli testleri zamanında yaptırması hem gebelik sürecinde kendi sağlığı için hem de doğacak bebeğinin sağlığı için olduğunu göz ardı etmemesi çok önemlidir. Aynı şekilde büyümekte olan çocukların da sağlık taramalarını yaptırmaları nesillerin sağlığı açısından önemlidir.
Bu kısa ve faydalı bilgilerden sonra sindirim sistemine dönecek olursak, bağırsakların ilk kısmı olan on iki parmak bağırsağında yediğimiz besinler çok yoğun bir işleme tabi tutulur, gerek karaciğer gerek safra gerekse pankreas açısından. Mide zaten ağzına kadar dolmuş; besinleri hem mekanik hem de enzim düzeyinde sindirmeye çalışıyordur. İşte bu evrede insanların özellikle de ağır bir yemekten sonra üzerine bir uyku çöker. Çünkü vücuttaki kanın büyük kısmı bu işlemler sırasında çalışan organlara yönlendiriliyordur. Örneğin beynin, kalbin, kasların kullandığı kan miktarı hayati işlevleri yürütecek kadara indirilir ve kanın esas kısmı bu çok çalışan alanlara ayrılır. Nasıl ki bir kişi koştuğunda nefes nefese kalır, oksijen ihtiyacı artar ve derin nefesler alarak bunu karşılamaya çalışır; işte burada da çalışan organların kan ve oksijen desteğine ihtiyacı vardır. Vücudun kontrol mekanizmaları kanı organlar arasında adil dağıtır. Vücut o an çok çalışan organa daha çok kan verir, o an çalışmayan ve dinlenme hâlinde olan organa daha az kan verir. Beyin şunu diyemez: “Ben en önemli organım. Kanın en fazla miktarını her zaman ben alacağım.” Kalp şunu diyemez: “Bu kanı vücuda dağıtan benim, dur şuradan kendime sürekli bir pay ayırayım.” veya “Ya kanın büyük çoğunluğunu bana verirsiniz ya da durdururum kendimi sen de ölürsün, ey vücut!” Çünkü El-Kahhâr olan Allah, tüm âlemlerin Rabbi olan Allah insanın her hücresine de boyun eğdirmiştir, sindirim sistemine de boyun eğdirmiştir, dolaşım sistemine de boyun eğdirmiştir. Ne kadar gariptir değil mi, insanın milyarlarca hücresinin her bir tanesi Allah’ın kurallarına ve hükümlerine boyun eğmiş hâldeyken, bu hücrelerin birleşmesiyle oluşan insan ne kadar da asi… Aslında bakmayı bilirsek Allah’ın isim ve sıfatları bizlerin hücresine kadar işlemiş hâldedir. Hiçbir organın diğerine adaletsiz davranması Er-Rab olan Allah’ın düzenlediği sistemde mümkün değildir. Bu yüzden bizler Allah’ın düzenine muhtacız.
Tüm bu işlemlerden sonra besinler lime lime edilmiş, en küçük parçasına kadar sindirilmiş ve emilmeye hazır hâlde metrelerce bağırsakları dolaşır.[3] Bağırsakları dolaştıkça her bir bağırsak hücresi bu besinden istifade etmeye çalışır, emdiği miktarını kana verir ve kan nereye ne kadar gerekliyse dağıtmaya başlar. Besinlerin emiliminin çoğu ince bağırsakta tamamlandıktan sonra, çoğunluğu dışkıdan ve sudan oluşan yapı şeklinde kalın bağırsaklara gelir. Kalın bağırsak o yapının suyunu emdikten sonra geriye en son dışkı kalır ve makat ile atılır. Tabak tabak yediğiniz yemekleri miktar olarak bir hesap edin, bir de her gün dışkı olarak çıkardığınızı hesap edin. Miktarları ne kadar uyumsuz değil mi? Vücuda besin olarak verdiğiniz her yiyecekten en üst seviyede istifade etmeye çalışır vücut, hiçbir şeyi israf etmiyor. Allah (cc) bizim fıtratımızı ve yaratılışımızı ne kadar da mükemmel yaratmış, Rabbimize hamdolsun.
Eğer ince bağırsaklarda emilme işlemi sekteye uğrarsa kişi ishal olur. Kalın bağırsaktaki emme işlemi sekteye uğrarsa kişi yine ishal olur. İshal denilen bu durum kişinin yediği besinleri, besinlerden faydalanamadan, bağırsakların hızlı hızlı hareket etmesi sonucu aynı hızda ve miktarda dışarıya atmasıdır. Ağrılı ve gazlı bir süreçtir. O bağırsaklar hızlı hızlı hareket ettikçe kasılma şeklinde ağrı tarifler hastalar. İshalin doğası ağrılıdır. İshal geçince çoğu zaman ağrı da geçer. Veya kişi az su içen birisiyse kalın bağırsak, vücudun su ihtiyacını karşılamak için o besinlerdeki neredeyse son damla suya kadar emer ve kişi kabız olur. Kişinin bağırsak alışkanlıklarının çoğunu kişinin yedikleri ve içtiklerinden olduğunu belirtiyor, Allah’ın (cc) bizlere Kur’ân’da “Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal ve temiz olarak yiyin. Yalnızca Allah’a kulluk ediyorsanız, O’nun nimetlerine şükredin.”[4] ayeti ile âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdediyor ve Allah’ın yardımı ile sindirim sistemini bu yazı ile tamamlamış bulunuyorum.
Selametle…
İlk Yorumu Sen Yap