Şefaat İstemek Şirk midir?

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatuhu,

Rabbim sizlere avf ve afiyet ihsan eylesin. Tekbirlerinizi, kurbanlarınızı, Zilhicce’de yaptığınız salih amellerinizi kabul etsin. Bayramınız mübarek olsun. Müsaadenizle bir hatırlatmada bulunduktan sonra sorulara geçeceğim:

Önümüzdeki günlerde/aylarda Türkiye’nin gündemi şaşırtıcı şekilde İslami ağırlıklı olacak. Siyasiler İslami bazı hassasiyetleri gündeme taşıyacak, kamuoyu bu meseleleri tartışacak. İslami hassasiyetlerin gündemleştirilmesi, münkerlerin inkârı ve İslam düşmanlarına gösterilen tepkilerle şekillenecek gündem oluşturma çabalarına karşı uyanık olmak ve birbirimize hakkı tavsiye etmek zorundayız. Şöyle ki:

Öncelikle bu gündemlerin yapay gündemler olduğunu bilmeliyiz. Seçimden önce eşcinsellerin haklarını koruyacağını söyleyen, muhafazakâr kesimin oyları dağılınca eşcinselliği lanetleyen bir ahlak bize ait değildir. “Ayasofya açılsın!” taleplerini, “Önce Sultanahmet’i doldurun!” diyerek meydanlarda azarlayan; muhafazakâr kesimin oyları dağılınca “Ayasofya’yı açalım!” diyen ahlak da bize ait değildir. Bizden olmayan, bize gündem belirleyemez, belirlememelidir. Birilerinin oy arttırmak için oluşturduğu yapay gündemler; zahiren İslami olabilir, söyledikleri doğru da olabilir… Ancak neye hizmet ettiğini, neyi amaçladığını bilmek zorundayız. Aksi hâlde vahyin ve vahiyle şekillenen mücadelenin gündeminden kopar; gayri İslami, cahilî siyasetin peşinden savruluruz.

Bir diğer mesele şudur: İslami kimliğinden ötürü saldırıya uğrayan her insana/kesime yardım eder, destek oluruz. Ancak toplumu kutuplaştırmak ve muhafazakâr oyları kanalize etmek için İslam’ı, cahilî siyasete alet eden ve bu sebeple tepki görenler farklıdır. Böylelerine yardım etmek şöyle dursun, aziz İslam’ı cahilî siyasetlerine alet ettikleri için onlara tepki göstermeliyiz.

Sonra sormak isteriz: Bugün tepki gösterilen -ve muhtemelen giderek şiddeti artacak- münkerleri yıllardır yasalarla koruyan, ekranlar aracılığıyla meşrulaştırıp yaygınlaştıran, bu münkeratı inkâr eden muvahhidleri “ortamı bulandırmasın” gerekçesiyle zindanlara dolduran, bu konuları gündemleştiren hocaları resmî görevinden azleden… kimdir? Bugün tepki gösterilen münkerata daha önce tepki gösterdiği için, bugün tepki gösterilen kesimlerle birlikte o hocaları linç eden; bugün tepki gösterilen kesimi memnun etmek için “din dilini değiştirmeyi” dahi teklif eden kimdir, kimlerdir?

Muvahhidler olarak bir duruşumuz olmalı ve o duruş lisanıhâliyle şunu söylemelidir: İslam, Allah’ın dinidir. Şirki terk ederek tevhidle Allah’a (cc) teslim olmaktır. Cahiliyenin tüm tonlarına “la” demektir. İslam; hiç kimsenin ihtiyaç duydukça meydanlarda harcamak için el altında tuttuğu ihtiyat akçesi değildir. Cahilî siyasetin iç kavgalarında mızrak ucuna takılacak mushaf sayfaları da değildir. Koltuk korumak dışında ilkesi olmayan siyasetin, asıl sorunları gölgelemek için kullandığı bir branda hiç değildir! Biz Müslimler de hiç kimsenin evde zorla tuttuğu %50’si, gazı alınmış tabanı, kendisiyle Türkiye kazanını karıştırdığı kepçesi, nerede dindar nerede liberal olacağına karar verilen oy aparatı… değiliz. Rabbimiz Allah’tır (cc). Önderimiz Muhammed’dir (sav). Gündemimiz vahiydir. Davetimiz tevhid ve sünnettir. Mücadelemiz şirk, bidat ve masiyetedir. Gayemiz Allah’a kul olmak ve şer’i bir yönetimdir. Korkumuz, günahlarımız; ümidimiz, İlahi rahmettir. Dileğimiz sıddıklardan, şehitlerden ve salihlerden olmaktır. Vesselam…

Allah Resûlü’nün (sav) bir öğüdünü hatırlatarak sizleri Allah’a emanet ediyor ve sorulara geçmek istiyorum:

“Bir gün Allah Resûlü yanımıza çıktı. Biz yatsı namazından sonra mesciddeydik. Gözünü semaya kaldırdı. Sonra indirdi. Semada bir şey oldu zannettik. Şöyle buyurdu: ‘Dikkat edin. Benden sonra yalan söyleyen ve zulmeden yöneticiler olacak. Kim onları yalanları konusunda doğrular, zulümleri konusunda desteklerse benden değildir. Ben de ondan değilim. Kim de onları yalanları konusunda doğrulamaz, zulümlerinde desteklemezse o bendendir, ben de ondanım. Dikkat ediniz, Müslim’in kanı ona kefarettir. Dikkat ediniz: ‘Subhanallah ve’l Hamdulillah ve Lailaheillallah Vallahu Ekber’, kalıcı salih amellerdir.”[1]

İslam, İslam’dır; Kemalizm de Kemalizm!

Son günlerde bir grup gazetecinin gündeme aldığı, bir yönüyle de biz muvahhidleri ilgilendiren bir mesele var; Kemalizm! Şöyle ki; gerek mevcut iktidarın ulusalcı Kemalistlerle kurduğu ittifak, gerek muhafazakâr kesimde görülen Mustafa Kemal güzellemeleri şu soruyu sorduruyor: Acaba muhafazakârlıkla sorunu olmayan bir Kemalizm olabilir mi? Şu an derin devlete -siyasete yön veren arka plana- İslam’la sorunu olmayan “Yeşil Kemalistler” gelmiş olabilir mi?

Kanaatimce bu sorular anlamsızdır. Zira soruyu gündeme sokanların Kemalizmi anlamadığı aşikârdır. Kemalizmin dinle, özellikle de İslam’la sorunu olmayan bir fraksiyonu yoktur. Kemalizm, kendisini semavi dinlerin ve vahyin karşısında konumlandıran seküler bir dindir. Kendisine ait bir ilahı, peygamberi, kutsal kitabı, amentüsü, ilmihali, kıblesi, mabedi… olan bir dindir.

Kemalizm, Kemalizmdir! Kimsenin onu yeniden tanımlamasına ihtiyacı yoktur. O, hiçbir kapalılığa yer bırakmayacak şekilde kendini tanımlamıştır. İslam’la Kemalizmi barıştırmaya çalışmak, hem İslam’a hem de Kemalizme hakarettir. Bu, siyahla beyazı ya da geceyle gündüzü bir araya getirme çabasıdır; ki, imkansızdır.

Ne yazık ki muhafazakâr kesimin “tanımlanmışı tanımlama” gibi bir hastalığı vardır. Onlara göre laiklik “dinlere özgürlük”, demokrasi “şûra”dır. Bu hastalıkları nedeniyle ne tam “Müslüman” olabilmiş ne de gerçek bir laik ve demokrat olabilmişlerdir. Tanımladıkları şeyleri İslam’la telif etmeleri nedeniyle Allah’ın indirdiği halis/saf dini kaybetmiş; içine demokrasi, laiklik ve milliyetçilik karışmış muharref bir dinle kalakalmışlardır. İslamlarına (!) karıştırdıkları cahilî izm’ler yetmemiş olacak ki, şimdi de Kemalizmi İslam’la telif etmeye kalkıyorlar. Elbette yine hüsrana uğrayacaklar. Nasıl ki yeniden tanımladıkları hiçbir şeyi dönüştüremeyip kendileri dönüştüler; yine tarih tekerrür edecek ve yine dönüşecekler. İçine laiklik, demokrasi ve milliyetçilik karışmış “İslam”larına bu defa da Kemalizm karışacak. Büyük ihtimalle Kemalizm, Kemalizm olarak kalacak; muhafazakârlar ise günah galerisine bir yenisini ekleyecek…

Evet, Kemalizm ile muharref bir din telif edilebilir; ancak Allah’ın indirdiği şekliyle İslam ve Kemalizmin telif edilmesi imkansızdır. Çünkü:

Kemalizmin İlahı M. Kemal’dir

“Bir ilah ki, yurduma ölüm saçan bir günde

Mucizeler yarattı zulme haykıran sesi!”[2]

Bilindiği gibi ilah, kendisine ibadet edilen, tapılandır. Kemalistler mecazi anlamda değil, tapılan anlamında Mustafa Kemal’i ilah kabul eder:

“Sunni/Şii yerine Kemalizme taparız,

Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.”[3]

Cumhuriyet gazetesi, 1935 yılında şu başlıkla çıkmıştır: “Atatürk yarım bir ilahtır; Türklerin babasıdır.”[4]

İlahlarının ismi mukaddestir, hürmetle anılır:

“…Bütün cihan bugün, Gazi Mustafa Kemal Paşa ismini mukaddes bir kelime addederek, her an hürmetle anmaktadır…”[5]

Her şeyi yoktan var edendir, tüm nimetlerin sahibi odur ve ona ibadet edilmelidir:

“Topladı avucuna yıldırımı, şimşeği,

Yoktan var ediyordu Tanrı gibi her şeyi.”[6]

“O verdi nesi varsa bugün on beş milyona

Taparsa çok mu sanki bütün bir millet ona!”[7]

“Hepimizin kafası bir tek varlığa tapar.

Gazi Mustafa Kemal bu tek varlığın adı.”[8]

Bugün “Onuncu Yıl Marşı” olarak bilinen marşta küçük bir değişiklik yapılmıştır. Mustafa Kemal’in onayından geçen ilk hâlinde şöyle bir mısra vardır:

“Başta bütün dünyanın taptığı Başkumandan”[9]

Kemalistler onun kuludur:

“Rab kulu olsun iller, bizler Gazi’nin kulu,

Cemalini vaat etsin Allah başka kullara!”[10]

Onu sevmek dindir:

“…Onun muhabbeti kalbimizde bir dindir.”[11]

Mustafa Kemal, Kemalistlerin yalnızca ilahı değildir. Aynı zamanda o en yücedir. Öyle ki yüce Allah’tan (cc) daha üstündür, O’nun (cc) yapamadıklarını yapmıştır:

“Gazi, Anadolu’ya girer gibi girmiştir,

Bu, Tanrı aklının da zor alacağı bir iştir.”[12]

Ona tapan Kemalistler yüce Allah’a meydan okur, O’nu (cc) önlerinde eğdirirler:

“Cehennemim var diye,

Kurum etme, ey Tanrım!

Bağrımdaki ateşle,

Seni bile yakarım.”[13]

“Halkevi genci nedir, işinde gören bilir.

O hep böyle yükselir, Tanrı biraz eğilir.”[14]

Bu şiir ve sözlerin tamamı Mustafa Kemal hayattayken yazılmış, söylenmiştir; hatta bazı şairleri bizzat kendisi ödüllendirmiştir. Bunlardan biri de Behçet Kemal’dir.

Elbette Kemalistlerin içinde de insaf (!) ehli, mutedil kimseler vardır. Bir kısmı M. Kemal’i melek, kimisi de peygamber kabul etmiştir. Tabii tüm melekler ve peygamberlerden üstün görerek…

Kemalizmin Kitabı/Kur’ân’ı Nutuk’tur

“…O, yedi yıllık mücadelenin yazılı tarihini, ulusal hayatlarının kurtuluşunun sembolü olan bir siyasi kutsal kitabı, halkına vermiştir. Bu yeni Kur’ân olacaktır. Gazi’nin büyük nutkunun parçaları, mermer tabletlere kazınacak ve İstanbul’un önemli noktalarına yerleştirilecektir. Bunlara yeni dinin tabletleri denilemez mi?”[15]

“Her içtimai (toplumsal) inanma sisteminin bir kitabı vardır. Bu kitap ona inananlarca kutsal tanınır. Kemalizmin kitabı (Nutuk)tur; onu biz Türkler mukaddes tanırız…”[16]

“Bu kitap, biliyorsun NUTUK adlı eserdi,

Yeni din imanını bize bu eser verdi.”[17]

“Bu kitap işte senin, Türk’ün amentüsüdür.

 Ne kaftan ne de hil’at… Yiğitlik örtüsüdür.”[18]

Bu satırların tamamı Atatürk hayattayken yazılmış, bu satırların sahipleri bizzat kendisi tarafından taltif edilmiş ve resmî görevlerde kullanılmışlardır.

Kemalistler Nutuk’u Kur’ân kabul etmekle yetinmemiş, yüce Kitabımızı yırtıp attıklarını da ilan etmişlerdir:

“Kafam aşmış karanlığı, geleceği okuyor.

Yırtıp attım Kur’anları, Tevratları, İncil’i!”[19]

Kemalizmin Mabedleri ve Kıblesi

“Ne cami, ne medrese, ne başka bir gençlik kurumu, bizce: Halkevleri bugünkü neslin biricik evleri, biricik tapınış yerleridir. Gençlik bu evlerde ne bir puta ne de mevhum bir varlığa (Allah’ı (cc) kastediyor) tapmıyor. Gençliğin bu evlerde tanrı olarak bulduğu yine kendisidir.”[20]

Atatürk’ün ölümünden sonra Cafer Seno şöyle der:

“Ankara, bundan böyle Türk’ün Kâbe’sidir.”[21]

Cavid Oral ise şöyle demiştir:

“Atatürk ölmemiştir. Atatürk ölmez ve ölmeyecektir. O bizim bir varlığımızdır. Ebediyete kadar yaşayacaktır. O bizim millî bir mabudumuzdur. Kıyamete kadar kalacaktır.”[22]

Kemalizmin Amentüsü ve İlmihali

Tekin Alp, 1928 yılında “Türk’ün Yeni Amentüsü”nü kaleme alır. Atatürk’ün de haberdar olduğu metinde şöyle der:

“…Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim… Türk ordusunun birliğine ve Gazi’nin, Allah’ın en sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulusuyla şehadet ederim…”

İnkılabın İlmihali isimli bir konferanstaki sunum metni şöyledir:

“İnanışlarımızı bir defa daha sıralayalım; dil ile ikrar, kalp ile tasdik edelim:

Cumhuriyete inanıyoruz. Kayıtsız ve şartsız hakimiyet milletindir.

Milliyete inanıyoruz.

Halka inanıyoruz.

Devlete inanıyoruz.

Laikiz.

İnkılaba inanıyoruz.”

Anlaşılan o ki; Kemalistler imanın altı şartının yerine yenilerini ikame etmişler. Bir diğer ilginçlikse Kemalistlerin mürcie olmasıdır. İnanç esaslarını dil ile ikrar edip kalple tasdik etmekle yetinmişler. Amelsiz iman olur mu yahu?!

Kemalizmin Ölçüleri

Ahmet Ağaoğlu, 1931’de Meclis’te şu konuşmayı yapar:

“Efendiler! Cumhuriyet, inkılap baştan başa bir dindir, bir imandır. (Milletvekilleri/Mebuslar ‘Onda şüphe yok!’ diye tezahürat yapıyorlar.) Bu dinin, bu imanın bir kitabı olacaktı, bir ibadeti olacaktı, dahileri olacaktı, müminleri olacaktı…”[23]

1936 yılında, Atatürk’ün de onayıyla, Kemalizmi anlatmak için bir milletvekilinin kaleme aldığı “Kamâlizm” adlı kitapta şöyle geçer:

“Kamâlizm… yanlız yaşamak dinini bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir.”[24]

M. Esat Bozkurt Batı’ya bakışlarını şöyle izah eder:

“Batı medeniyeti… bir küldür (bütündür), ayrılık kabul etmez. Ya hep alınır yahut alınmaz. Tıpkı dinler gibi…”[25]

Kemalizm faşisttir; kendisi gibi olmayanı yok eder:

M. Esat Bozkurt şöyle der:

“Türk ihtilalinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mâl etmek, benimsemektir… Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar; demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar.”[26]

İsmet İnönü şöyle der:

“Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız.”[27]

Ki; bu sözler öylesine söylenmiş sıradan sözler değildir. Sistemin Şeyh Said Hadisesi’nde ve Dersim’de yaptıkları, bu sözler ışığında okunmalıdır. Bugün bile bu zihniyet Anayasa’da kayıt altına alınmıştır.[28]

Türkiye’nin en çok okunan gazetesi[29] birkaç el değiştirmesine rağmen “Türkiye Türklerindir” mottosuyla çıkmaktadır. Tevhidî cemaatlere yapılan muameleye bakın; Kürt olanların iki kat eziyet gördüğünü göreceksiniz. Çünkü onların iki suçu vardır: Tevhid ehli olmak ve Türk olmamak. İsmet’in ateşi bol olsun; hâlâ Türk olmayan anasırı kesip atmaya devam ediyor…

Kemalizmin İslam’a Bakışı

İslam’ı Kemalizmle barıştırmaya ve aralarını telif etmeye çalışan muhafazakârlar, türedi değildir; geçmişte de selefleri olmuştur. Ne ki bu tekliflere bizzat kurucu kadro cevap vermiştir:

“1930 yılı, kurucu kadronun yaptığı bir yurt gezisinde, şöyle bir görüş ortaya atılır:

‘Laiklik ve inkılap namına her ne yapıyorsak, hepsini İslam olduğumuz hâlde yaşayabiliriz.’

Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşı Ahmet Hamdi Başar şu cevabı nakleder:

‘Hamdi Bey, adeta yeni bir din, yahut İslamlıkta reform yapalım demek istiyor. İnkılabımızın hedefi tamamen bunun dışındadır. İslâmlık devrini yapmış, fayda ve zararlarını ortaya koyarak eskimiş, ömrünü bitirmiş bir dindir. O müesseseyi ne korumaya ne de yeniden bir aşı yaparak gençleştirmeye niyetimiz yoktur.’ “[30]

1934, Meclis’te Şükrü Kaya der ki:

“Dinler işlerini bitirmiş, vazifeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayatiyet bulamayan müesseselerdir.”[31]

Cemil Sena der ki:

“…Hâlâ, Avrupa devletçiliğinde bile, zaman zaman dinlerin fırkalar (partiler) ve devlet adamları üzerinde bir rol ifa ettiği görülür. Hemen diyebiliriz ki, biz Türkler kadar bu işi kökünden yıkmış olan muasır bir cemiyet yoktur…”[32]

Kemalizme göre İslam, Türk’ün sırtında bir yüktür. Ona zararı olmuş, ama hiçbir faydası olmamıştır:

Hasan Ali Yücel der ki:

“Menşei Sami olan Müslümanlık, aslında tabiatçı olan Türk kültürünü sarmış, bozmuş ve böyle unsurlarla özlüğünü kaybettirmiştir…”[33]

Afet İnan, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” isimli kitabında şöyle der:

“Türkler İslâm dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din; ne Arapların; ne ayrı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin millî bağlarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde, şamil bir ümmet siyaseti idi.”[34]

İşte, İslam’la barıştırılmaya çalışılan Kemalizm, yeşil Atatürkçülük budur! İslam, Allah’ın indirdiği bir dindir; Kemalizm ise beşerin icat ettiği ideolojik bir dindir. Her dinin kendisine ait bir ilahı, nebisi, kitabı, amentüsü… vardır. Kemalizm kendisini tüm dinlerin, hususen İslam’ın karşısında konumlandırmıştır. Biri hak, diğeri batıl olan bu iki dinin telifi mümkün değildir. Bunu ne İslam ne de Kemalizm kabul eder. Umuyorum bu; işiten kulaklara, gören gözlere ve akıl eden kalplere bir hatırlatma olur.

Soru: Hocam! Alternatif tıp hakkında ne düşünüyorsunuz? Nebevi Tıp (Allah Resûlü’nün sağlıkla ilgili tavsiyeleri), sünnet gibi bağlayıcı mıdır?

Bir tane tıp vardır; o da insan sağlığıyla ilgilenen ilim dalıdır. İnsan sağlığıyla ilgilenecek kimsenin mutlaka bu işin eğitimini almış olması, yetkin bir hekimin/kurumun “Bu adam hekimdir” anlamında icazet/diploma vermesi gerekir. Tababet hususunda ehil bir hekim/doktor, gönlünün mutmain olduğu yöntemle tedavi yapabilir. Diliyorsa deneye dayalı ve belli ilkeler belirleyerek küresel bir hüviyet kazanma iddiasında olan modern tıbbın yöntemlerini kullanır. Diliyorsa tecrübe ve gözleme dayalı, daha çok yerel/bölgesel bir hüviyete sahip olan geleneksel/alternatif tıbbın imkânlarını… Ölçü bellidir: Bir işin eğitimini, o işte ehil olan insanlardan almak! Sonrası o işin uzmanına kalmıştır; meşru olan her yöntemi kullanabilir.

Burada iki temel noktaya temas etmek istiyorum: İlki; eğitimden kastım, modern cahiliyenin bir dogması hâline gelen “Eğitimin yeri üniversitedir” safsatası değildir. Zira modern cahiliye uluhiyet ve rububiyet iddiasına sahiptir. Bunun bir gereği olarak da her şeyi kontrol altına alma, tekelleştirme arzusundadır. Dolayısıyla bireye/topluma yön veren ve sahibini güçlü kılan bilgiyi de kontrol altına almak, tekelinde tutmak istemektedir. Ve bunun için “Eğitimin yeri üniversitedir” anlayışını bir iman ilkesi hâline getirmeye çalışmaktadır. Evet, üniversite bir eğitim kurumudur; ancak bilginin tek kaynağı değildir.[35]

İkincisi; tüm cahil toplumların yarısı din âlimi, kalan yarısı da acar birer doktordur. Bir sağlık sorununuzu anlatmayagörün; en az birkaç cahil önce tanı koyar, sonra da ilaç tavsiyesinde bulunur. Böyle bir toplumda baharatçıların doktor muamelesi görmesi ve sergiledikleri cehalete “alternatif tıp” demesi doğaldır. Alternatif, geleneksel veya tamamlayıcı tıp… Ne isimle isimlendirirsek isimlendirelim, insan sağlığıyla ilgilenen insanların mutlaka eğitim almış olması gerekmektedir.

Nebevi Tıp!

Allah Resûlü’nün (sav) tıbba dair tavsiyeleri iki başlık altında incelenebilir:

a. Vahiy kaynaklı olduğunu bildiğimiz tavsiyeler:

Örneğin, Allah Resûlü (sav) insan sağlığını korumak (bağışıklığı güçlendirmek) ve oluşmuş bir hastalığı tedavi etmek için bal tavsiyesinde bulunmaktadır:

Ebu Said’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Bir adam, Peygamber’e gelerek, ‘Benim kardeşim karnından rahatsız.’ dedi. Allah Resûlü, ‘Ona bal içir.’ dedi. Daha sonra adam ona ikinci defa gelince yine, ‘Ona bal içir.’ dedi. Sonra yanına üçüncü defa geldi. Yine ona, ‘Ona biraz bal içir.’ dedi. Daha sonra Peygamber’e gelip, ‘Yaptım.’ dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü, ‘Allah doğru söylemiştir, fakat kardeşinin karnı yalan söylemiştir. Sen ona bal içir.’ dedi. Ona bal içirdi ve iyileşti.”[36]

Yüce Allah Kur’ân’da balın insanlar için şifa olduğunu belirtmiştir:

“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve onların yaptıkları bal kovanlarından kendin için evler edin. Sonra tüm meyvelerden ye ve Rabbinin senin için kolaylaştırdığı yollarda seyret.’ Karınlarından çeşitli renklerde içecek/bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir topluluk için ayet vardır.”[37]

Kur’ân ve sünnet bütünlüğünde bal tavsiyesinin vahiy kaynaklı olduğunu anlıyoruz. Bununla birlikte Allah Resûlü’nün (sav), tavsiye ettiği şeyi vahiyle irtibatlandırdığı da görülmüştür:

Said b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl (ra) şöyle demiştir:

“Peygamber’i, ‘Domalan mantarı, İsrailoğullarına gönderilen kudret helvası cinsindendir, suyu da göze şifadır.’ diye buyururken işittim.”[38]

Ebu Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Bazı insanlar, Resûlullah’a ‘Mantar -veya domalan bitkisi- yeryüzünün çiçek hastalığıdır.’ dediler. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: ‘Mantar -veya domalan-, kudret helvası cinsinden bir rızık olup suyu göze şifadır. Acve hurması, cennet meyvelerinden olup zehire karşı şifadır.’ buyurdu.”[39]

Hastalık tedavisinde tavsiye edilen dualar da bu kapsamdadır. Zira dua/rukye dinî bir tavsiyedir ve vahiy kaynaklıdır:

Abdulaziz’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Ben ve Sabit, Enes b. Malik’in huzuruna girdik. Sabit, ‘Ey Ebu Hamza! Ben hastalandım.’ dedi. Enes, ‘Sana Resûlullah’ın yaptığı rukye ile rukye yapayım mı?’ dedi. Sabit, ‘Yap.’ deyince Enes şöyle dedi: ‘Ey insanların Rabbi, ey hastalığı gideren Allah’ım, şifa ver! Şifa veren sensin, senden başka şifa veren yoktur. Geriye hastalıktan eser bırakmayan bir şifa ver.’ “[40]

İbni Abbas’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Nebi; Hasan ve Hüseyin’e okuyup üflüyor ve şöyle diyordu: ‘Şüphesiz babanız da bunlarla İsmail ve İshak’a okuyup üflüyordu. Her bir şeytandan ve her bir zehirli haşerattan, insana zarar ve musibet celbeden her bir gözden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.’ “[41]

Osman b. Ebu’l As (ra) Müslim olduğundan bu yana bedeninde hissettiği ağrıyı Resûlullah’a bildirmiş ve bunun üzerine Resûlullah ona şöyle buyurmuştur:

“Elini ağrı hissettiğin yere koy ve üç defa ‘Bismillah’ de, yedi defa ‘Hissettiğim ve sakındığım şeyin şerrinden Allah’a ve O’nun kudretine sığınıyorum.’ diye dua et.”[42]

Bazense Allah Resûlü bir tavsiyede bulunur ve tavsiyesinin gerekçesine baktığımızda gaybi bir bilgiye dayandığını görürüz. Anlarız ki bu bilginin kaynağı vahiydir. Çünkü gaybi konular akılla, tecrübeyle, bilimle… bilinmez. Koruyucu sağlık tedbiri olan ve bugün çokça konuşulan el yıkama meselesini buna örnek verebiliriz.

“Kim elinde yemek artığı/kiri olduğu hâlde ellerini yıkamadan uyur ve ona (maddi ve manevi bir musibet) gelirse, yalnızca kendini kınasın.”[43]

Bu hadisten anlaşılan; ruhani varlıklarla kirli el arasında bir münasebet olduğu, ellerini yıkamadan uyuyan insana -Allah’ın dilemesiyle- zarar verebilecekleridir. Bu da gaybi bir konudur, yalnızca vahiyle bilinebilir.

Kur’ân ve sünnetin birlikte tavsiye ettiği, Allah Resûlü’nün (sav) vahye dayandırdığı, gerekçesi gaybi olan -veya başka yollarla- vahiy kaynaklı olduğunu anladığımız tıbbi tavsiyeler; onun (sav) sünnetidir ve bağlayıcıdır.

b. Vahiy kaynaklı olup olmadığını bilmediğimiz tavsiyeler:

Allah Resûlü (sav) dünyevi konularda konuştuğunda -ki tıp dünyevi bir ilimdir- her zaman vahiy kaynaklı konuşmazdı. Tecrübe, gözlem, yetiştiği bölgenin örf ve âdetlerine dayanarak da konuşur, tavsiyelerde bulunurdu:

Cüdane binti El-Esediyye (r.anha), Resûlullah’ı (sav) şöyle buyururken işitmiştir:

“Süt emziren kadın ile birleşmeyi yasaklamayı içimden geçirdim. Sonunda Rumların ve Farsların bu işi yaptıkları ve bunun çocuklara zarar vermediği aklıma geldi.”[44]

Usame b. Zeyd (ra) şöyle demiştir:

“Bir kimse Resûlullah’a gelmiş ve ‘Ben, hanımımla azil yapıyorum.’ demiş. Resûlullah, ‘Bunu niçin yapıyorsun?’ buyurmuş. O da ‘Çocuğuna -veya çocuklarına- acıyorum.’ demiş. Bunun üzerine Resûlullah, ‘Eğer bu zararlı bir şey olsaydı Farslara ve Rumlara zarar verirdi.’ buyurmuş.”[45]

“Ğıyle”, hamile veya emziren kadınla cinsel birliktelikte bulunmaktır. Allah Resûlü (sav) bunun çocuğa zarar vereceğini düşünmüş ve yasaklamak istemiştir. Sonra Rum ve Fars kavimlerinin ğıyleden zarar görmediğini hatırlayınca yasaktan vazgeçmiştir. Yine kendisine soru soran bir sahabiye azil yapmanın Fars ve Rumlara zarar vermediğini söyleyerek müsaade etmiştir. Dikkat edilirse tavsiyenin kaynağı vahiy değil, gözlemdir.

Abdullah b. Abbas (ra) şöyle demiştir:

“Halid b. Velid ile birlikte Resûlullah’ın yanına girdik. Kendisi Meymune’nin yanında bulunuyordu. Bir süre sonra kızartılmış keler getirildi. Resûlullah, (getirilen yemeğin ne olduğunu sormadan) elini yemeğe uzattı. Meymune’nin evinde bulunan kadınlardan birisi, ‘Yemek istediği şeyin ne olduğunu Resûlullah’a bildirin!’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah, hemen elini yemekten çekti. Ben de kendisine, ‘Ey Allah’ın Resûlü, bu haram mıdır?’ dedim. O da ‘Hayır, haram değil; ama keler, benim kavmimin topraklarından (yenilmesine alıştığımız yiyeceklerden) değildir, bu sebeple ondan tiksiniyorum.” buyurdu.

Halid b. Velid (ra), ‘Ben de keler yemeğini önüme çekip yedim. Resûlullah, benim yediğimi seyrediyordu.’ demiştir.”[46]

Cabir b. Abdullah (ra) şöyle demiştir: “Resûlullah’a keler getirildi. Kendisi yemeği kabul etmedi. ‘Bilemiyorum, belki de şekli değiştirilen kavimlerden olması nedeniyledir.’ demiştir.”[47]

Görüldüğü gibi bu davranışın nedeni Allah Resûlü’nün (sav) yetiştiği örf ve bir tahmindir… Bu nedenle Halid b. Velid, Fadl b. Abbas[48] ve Ömer[49] (r.anhuma) o hayvandan yemiş; Meymune annemiz yememeyi tercih etmiştir.

Rafi b. Hadic (ra) şöyle demiştir:

“Peygamber Medine’ye gelmişti. Medineliler hurma ağaçlarının erkek çiçeğini, dişi çiçeğe batırır, buna da ‘hurma ağacını aşılama’ derlerdi. Resûlullah, ‘Ne yapıyorsunuz?’ buyurdu. Onlar da ‘Biz hep böyle yaparız.’ dediler. Resûlullah da ‘Belki bunu yapmazsanız daha iyi olur.’ buyurdu. Onlar da bunu bıraktılar. Bunun üzerine hurmalar döküldü -veya azaldı-. Bu durumu kendisine söylediler. O da ‘Şüphesiz ki ben de bir insanım (beşerim). Size dininizden bir şey emredersem onu alınız, ama size kanaat olarak bir şey emredersem bilin ki ben de bir insanım (beşerim).’ buyurdu.”[50]

Enes (ra) şöyle demiştir:

“Peygamber (sav), hurma ağaçlarını aşılayan bir topluluğa uğramış ve ‘Bunu yapmazsanız daha uygun olur.’ buyurmuştur. Bunun üzerine hurma ağaçları kuru kabuk hurma vermiş. Yine onlara uğramış ve ‘Hurma ağaçlarınıza ne oldu?’ buyurmuş. Onlar, ‘Şöyle şöyle buyurmuştunuz.’ demişler. Resûlullah da ‘Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz.’ buyurmuştur.”[51]

Burada Allah Resûlü (sav) bir tavsiyede bulunmuş ve sahabiler de onu uygulamıştır. Bu tavsiye nedeniyle maddi bir kayıp yaşanmıştır. Allah Resûlü bunun üzerine “Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz.” diyerek; yalnızca dinî tavsiyelerinin bağlayıcı olduğunu belirtmiştir.

Onun (sav) eğittiği sahabe de zaman içinde bu ayrımı fıkhetmiş ve o bir şey tavsiye ettiğinde tavsiyenin kaynağını sormuştur:

“Muhasara hâli Müslimlerin aleyhine uzayıp gidince Allah Resûlü (sav) Gatafan komutanlarından Uyeyne b. Hısn ve Haris b. Avf ile şayet kavimleriyle birlikte çekip giderlerse Medine’nin yıllık meyve mahsulünün üçte birini vermek kaydıyla anlaşma yapmak istedi. Görüşmeleri bu şekilde devam ediyordu. Daha sonra Allah Resûlü bu hususta Sa’d b. Ubade ve Sa’d b. Muaz’ın görüşlerini sordu. Onlar, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Eğer Allah (cc) bunu, bu şekilde sana emretmişse başımız gözümüz üstüne! Yok, eğer bu sadece senin, bizim için yaptığın bir şeyse buna hiç hacet yok. Çünkü (bir zamanlar) biz ve şu kavim Allah’a şirk koşarken, putlara taparken bile, bunlar misafirlik ve satın almanın dışında Medine’nin tek bir meyvesini yemeyi bile umamamışlardır. Şimdi Allah bizi İslam’la şereflendirmiş, ona ulaştırmış ve seninle kuvvetlendirmişken mi mallarımızı onlara verelim? Onlara kılıçtan başka bir şeyimiz yok!’ dediler. Allah Resûlü de görüşlerini haklı bularak, ‘Ben, ancak bütün Arapların sizin üzerinize üşüştüklerini gördüğüm için böyle bir şey istemiştim.’ dedi.”[52]

“Resûlullah (sav), Kureyş kuvvetleri hakkında yeterli miktarda bilgi topladıktan sonra, müşriklerden önce Bedir kuyularına varmak ve onların kuyuları istila etmelerine engel olmak için ashabıyla beraber Bedir kuyularına doğru aceleyle hareket ettiler.

Nihayet Resûlullah Bedir kuyularının en yakın yerinde konaklayıp orayı karargâh yapmak istedi. Hubab bin Münzir ayağa kalkarak Resûlullah’a, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bu konakladığın yer sana Allah’ın konaklamanı emrettiği, bizim için ilerisine gitmemizin ve gerisine çekilmemizin caiz olmadığı bir yer midir? Yoksa şahsi görüş, harp planı ve tedbiri midir?’ diye sordu. Resûlullah, ‘Hayır, bu bir görüştür, bir harp planıdır ve tedbirdir.’ buyurdu.

Bunun üzerine Hubab, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Burası karargâh olarak seçilecek bir yer değildir. Ey Allah’ın Resûlü, insanları buradan hemen kaldır! Müşrik ordusunun yakınındaki suyun başına gidip konaklayalım. Onun gerisindeki kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp suyla dolduralım. Sonra kavminle savaşalım. Biz susadığımızda havuzdan su içeriz. Onlar ise su bulup içemezler.’ dedi.

Bunun üzerine Resûlullah (sav) Hubab’ın görüşüne göre hareket etti ve askerleri alıp düşmanlara daha yakın bir yere konaklandırdılar ve orada karargâh kurdular. Sonra havuzları inşa edip diğer kuyuları tahrip ettiler.”[53]

Sonuç

Tıp dünyevi bir ilimdir. Allah Resûlü’nün (sav) tıbba dair tavsiyelerinde asıl olan, dünyevi birer tavsiye olmasıdır. Şayet tıbbi bir tavsiye vahye bağlanmamışsa; bu konuda son sözü söyleyecek olan günümüz tıpçılarıdır. Zira Allah Resûlü’nün bizzat kendisi, dünyevi emirlerinde “Siz daha iyi bilirsiniz.” diyerek, işi o alanın uzmanlarına havale etmiştir.

Örneğin, hacamat uygulamasını ele alalım. Allah Resûlü (sav) bir tedavi yöntemi olarak hacamatı uygulamıştır. Ancak bu onun başlattığı, vahiy kaynaklı bir uygulama değildir. Hacamatın tarihçesine baktığımızda ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Bu noktada, hacamatın tarihçesine dair, bir doktor hanım kardeşimizin kaynakları tarayarak yaptığı derlemeyi paylaşmak istiyor, yardımı için kendisine teşekkür ediyorum:

Hacamatın Tarihçesi

1. Kupa tedavisi Orta Doğu’da MÖ 3500 yıllarında -5500 yıl önce- ilk kez Asurlular tarafından hayvan boynuzları ve bambular kullanılarak uygulanmıştır.

2. Kupa tedavisine ait en eski yazılı belge ise MÖ 3300 yılında antik Makedonya’daki uygulamaları anlatan “Ubi Plethore Ibi Evacua” adlı eserdir.

3. Ebers Papyrus isimli kaynakta MÖ 1550’de kupa tedavisinden bahsedilmiştir.

Yine Ebers Papyrus adlı kaynakta hacamatın faydaları anlatılmaktadır.

Hacamat, sistemli olarak ilk kez Eski Mısır’da kullanılmıştır. Yabancı maddeyi vücuttan uzaklaştırmak için hacamat yoluyla kan alma tavsirlerine ait belgeler bulunmaktadır.

Ebers Tıp Papirüsü, MÖ 1550 yıllarında yazıldığı sanılan ve Mısır’da bulunan bir yazmadır. Adını, kendisini 1873 yılında dünyaya duyuran Eski Mısır uzmanı George Maurice Ebers’ten almıştır.

4. Ayurveda kitabında belirtildiğine göre MÖ 1500 yıllarında Hindistan’da yaş kupa terapisi uygulanmıştır.

5. Arkeologlar Çin’de MÖ 1000 yıllarına ait kupa tedavisi kanıtlarına rastlamışlardır. Ge Hong’un (MÖ 281-341), “Acil Durumlar İçin Reçeteler El Kitabı”nda hayvan boynuzlarından yapılmış kupaların püstül drenajında nasıl kullanılacağı anlatılır.

6. Herodot (MÖ 484-425), Mısırlı doktorların hem kuru hem de yaş kupa tedavisi uyguladıklarını belirtmiştir.

Kupa tedavisinde kupa uygulanan yerlerin çizilmesi suretiyle vücut, kusurlu maddeden arınma imkânına sahiptir. Aynı zamanda ağrı azalması, iltihabın geçmesi, zayıf bünyenin güçlendirilmesi; baş dönmesi ve bayılma eğiliminin kaldırılması, yüzeye doğru oturmuş durgunlaşmış kusurlu maddenin uzaklaştırılması… ve daha birçok benzer hastalıklar da kupa uygulaması ile tedavi olur.

7. MÖ 413 yılında hastalardan kan almak gerçek anlamda bir tedavi metodu hâline gelmiştir. Grek filozofu ve hekimi Empedokles’ten (MÖ 435) itibaren XIX. yüzyılın ortalarına kadar tababette hâkim olan hümoral patoloji (hücresel hastalıklar) teorisine göre, dış dünyanın yapı taşları sayılan dört unsura (toprak, su, hava, ateş) karşılık insan vücudunda da dört sıvı (kan, balgam, sarı safra, kara safra) bulunmakta ve bunların denge hâlinde olması sağlığı, dengenin bozulması ise hastalığı meydana getirmektedir.

8. Modern tıbbın babası Hipokrat (MÖ 460-377) ve Yunan tıbbının büyük hekimi Galen (MS 131-210) hacamattan bahseder. Hipokrat iki tür hacamattan bahseder. Kuru hacamat ve yaş hacamat. Hipokrat, kan alınan kişiden dayanabileceği miktarın alınmasını, müzmin hastalara uygulanmamasını söylemiştir.

Allah Resûlü (sav) 4000 yıldır uygulanagelen ve o dönem tıpçılarının da sıklıkla başvurduğu bir yöntemi aldı ve kullandı. Tarımda, sanatta, yeme içmede, savaş stratejisinde kendi gününün tekniklerini kullandığı gibi… Bu sebeple “Hacamat sünnettir.” demek yerine “Hacamat, Allah Resûlü’nün de kullandığı bir yöntemdir.” demek daha doğru gözükmektedir. Hacamatı bir örnek kabul ederek, bunu diğer tıbbi -yani dünyevi tavsiyeler- için düşünebiliriz. Bu bilginin/ayrımın bize şu faydası olacaktır: Örneğin, Müslim veya İslami hassasiyeti olan -dinle ve Allah Resûlü’nün sünnetiyle sorunu olmayan- bir doktor size hacamat yapmamanız, sülük ya da çörek otu kullanmamanız gerektiğini; size özel nedenlerle bu sayılanların sağlığınıza zarar vereceğini söylüyorsa; dünyevi bu ilimde uzman olan doktoru dinlemelisiniz. Dünyevi işlerde -kendi tavsiyesi olsa bile- daha bilgilileri dinlememizi isteyen bizzat Allah Resûlü’nün kendisidir.[54]

Soru: Hocam! Ölü veya diriye “Bana şefaat et!” demek şirk midir?

Şefaatin kelime anlamı; vitrin/tek olanın zıddı, çift olandır. Birinin bir başkasının yanına eklenerek onun ihtiyacını gidermek ve talebine yardımcı olmak için çabalamasına “şefaat” denmiştir. Genelde daha üst mertebede olanın daha alt mertebede olana yardımcı/aracı olması anlamında kullanılır.[55]

Kur’ân, şefaati menfi ve müspet olmak üzere iki kısma ayırmıştır.

• Müspet Şefaat (İspat/Kabul Edilen Şefaat)

(cc), şefaat edene/edilene izin verdiği ve razı olduğu şefaattir. Nebilere, meleklere, şehitlere ve salih müminlere verilen, yalnızca Allah’tan istenen şefaattir:

“Er-Rahmân’ın katında söz almış olanların dışında, hiç kimse şefaat yetkisini elinde bulundurmayacaktır.”[56]

“Onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir. O’nun razı olduklarından başkasına şefaat etmezler. Ve O’na karşı korkularından dolayı kalpleri ürpermektedir.”[57]

“Onun dışında dua ettikleri, şefaat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler müstesna.”[58]

“Göklerde nice melekler vardır ki -Allah’ın dileyip razı olduğu kimseye izin vermesi dışında- onların şefaatlerinin hiçbir faydası yoktur.”[59]

• Menfi Şefaat (Nefyedilen/Reddedilen Şefaat)

Allah’ın (cc) izin verip razı olduğuna bakmaksızın, müşriklerin tayin ettiği ve şefaatin, şefaat edeceğine inanılan kimseden istendiği şefaattir:

“Allah’ı bırakıp, kendilerine hiçbir zarar ve fayda vermeyecek şeylere ibadet ediyor ve: ‘Bunlar, bizim Allah katındaki şefaatçilerimizdir.’ diyorlar. De ki: ‘(Allah bu varlıklara ibadeti meşru kılmamış ve bunlara şefaat yetkisi vermemiştir. Buna rağmen böyle iddia ederek) Allah’a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?’ O (Allah), onların şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir.”[60]

Allah’ın (cc), kime şefaat yetkisi vereceği; şefaat edilmesi için kimlerden razı olup izin vereceği bizim için gayptır. Evet, umumi olarak şefaat edecek olanların ve şefaat edileceklerin sıfatını biliyoruz. Ancak muayyen olarak kimlerin bu sınıfa dâhil olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz. Kendisine şefaat yetkisi verilecek olan Resûl (sav) dahi yakınlarına şefaat edip edemeyeceğini bilmiyor, bu sebeple de onları uyarıyordu:

Ebu Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

” ‘Kavminden en yakın olanları uyar…’[61] ayeti indirildiğinde Resûlullah, Kureyşlileri çağırdı. Onlar da gelip toplandılar. Resûlullah, onlara genel ve özel olarak hitap etti. Şöyle buyurdu: ‘Ey Ka’b b. Luayoğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız. Ey Murre b. Kaboğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız. Ey Abduşşemsoğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız. Ey Abdulmenafoğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız. Ey Haşimoğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız. Ey Abdulmuttaliboğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız. Ey (kızım) Fatıma! Kendini cehennemden kurtar. Şüphesiz ki benim, sizin hakkınızda Allah’tan gelecek bir şeyi engellemeye yetkim yok. Şu var ki benim, sizinle akrabalık bağım vardır, bu akrabalık ilişkimi sürdüreceğim.”[62]

Kıyamet gününde Allah Resûlü (sav) ve diğer şefaatçiler kime şefaat edeceklerini bilmemektedir.

Enes b. Malik’ten (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:

“Allah kıyamet gününde insanları toplar. Onlar, ‘İçinde bulunduğumuz şu sıkıntılı durumda bizleri kurtarması için Rabbimize karşı şefaat istesek!’ derler. Ardından Âdem’e (as) gelir ve ona, ‘Sen, Allah’ın kendi eliyle yarattığı, sana kendi ruhundan hayat verdiği, meleklere emredip de senin için secde ettirdiği peygambersin. Bizim için Rabbinin huzurunda şefaat et!’ derler. Âdem de ‘Ben buna ehil değilim.’ der ve o işlediği hatasını zikreder. ‘Siz, Allah’ın gönderdiği ilk resûl olan Nuh’a (as) gidin.’ der. Sonra onlar Nuh’a giderler. Nuh, işlemiş olduğu hatasını anar ve ‘Ben buna ehil değilim. Siz, Allah’ın kendisini dost edindiği İbrahim’e (as) gidin.’ der. Akabinde onlar İbrahim’e gelirler. İbrahim de işlediği hatasını anarak ‘Ben buna ehil değilim. Siz, yüce Allah’ın kendisiyle konuştuğu Musa’ya (as) gidin.’ der. Musa’ya gelirler. Musa onlara, ‘Ben buna ehil değilim.’ der, sonra işlediği hatasından söz eder ve ‘Siz, İsa’ya (as) gidin.’ der. Akabinde İsa’ya gelirler. O da ‘Ben buna ehil değilim, siz Muhammed’e (sav) gidin. Allah onun geçmiş ve geri kalmış bütün günahlarını mağfiret buyurmuştur!’ der. Bunun üzerine insanlar bana gelirler. Ben Rabbimin huzuruna izin isterim. O’nu görünce hemen secdeye kapanırım. Allah, dilediği kadar beni bu vaziyette bırakır. Sonra Allah tarafından bana, ‘Başını kaldır! İste, sana verilir; söyle, sözün dinlenir; şefaat et, şefaatin kabul edilir!’ buyrulur. Ben secdeden başımı kaldırır ve Rabbimin bana öğreteceği bir hamd ile Rabbime hamdederim. Sonra şefaat ederim. Benim için bir sınır tayin buyurur. Sonra ben insanları ateşten çıkarır ve cennete gönderirim. Sonra üçüncü veya dördüncü defada olduğu gibi döner, yine secdeye kapanırım. Cehennemde Kur’ân’ın ebediyen kalmalarına hükmettiği kimseler hariç kimse kalmayıncaya kadar buna devam ederim.”[63]

Görüldüğü gibi şefaat haktır! Ancak kimin şefaat edeceği, kime şefaat edileceği yalnızca Allah’ın (cc) yetkisindedir. Hâliyle şefaat yalnızca Allah’tan istenmelidir:

” ‘Yoksa Allah’ın dışında şefaatçiler mi edindiler?’ De ki: ‘Onlar (şefaat yetkisine) sahip olmasalar ve (sizin onlara olan ibadetinize) akıl erdiremeseler dahi (yine de onları şefaatçi mi edineceksiniz)?’ De ki: ‘Şefaatin tümü Allah’ındır. Göklerin ve yerin hâkimiyeti/egemenliği O’na aittir. Sonra O’na döndürüleceksiniz.’ “[64]

Şefaat İstemek!

• Ölüden Şefaat İstemek:

Ölüye nida ederek şefaat talebinde bulunmak, istenen kim olursa olsun, şirktir. Çünkü;

– Ölüye nida etmek, ondan istemektir; bu da duadır. Dua ibadettir ve yalnızca Allah’a (cc) yapılır:

“Hiç şüphesiz, mescidler Allah’ındır. (O hâlde), Allah’la beraber başka bir (ilaha) dua etmeyin.”[65]

“Dua ibadetin ta kendisidir.”[66]

Allah’a ait olan bir yetkiyi, Allah’tan başkasına vermektir. O’nun (cc) rıza ve iznine bakmaksızın hareket etmektir:

“De ki: “Şefaatin tümü Allah’ındır. Göklerin ve yerin hâkimiyeti/egemenliği O’na aittir. Sonra O’na döndürüleceksiniz.”[67]

Ölüden şefaat istemek; onun sizi duyduğuna, hâlinizden haberdar olduğuna ve ihtiyacınızı giderecek güce sahip olduğuna inanmanın neticesidir. Bu; Allah’a (cc) ait olan sıfatları Allah’tan başkasına vermektir, şirktir:

“Geceyi gündüze, gündüzü de geceye katar. Güneş’i ve Ay’ı emre amade kılmıştır. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar akıp gider. İşte bu, sizin Rabbiniz olan Allah’tır. Hâkimiyet/egemenlik yalnızca O’na aittir. O’nun dışında dua ettikleriniz, kıl kadar dahi bir şeye sahip değildir. Onlara dua etseniz, duanızı işitmezler. İşitseler bile, size cevap veremezler. Kıyamet günü şirkinizi reddederler. (Her şeyden haberdar olan) Habîr gibi kimse sana haber veremez.”[68]

“Allah’ı bırakıp da kendilerine dua ettiğiniz varlıklar, sizin gibi (Allah’a) kuldurlar. Şayet doğruysanız, çağırın da çağrınıza karşılık versinler. Onların kendisiyle yürüdükleri ayakları, tutacak elleri, görecek gözleri, işitecek kulakları mı var ki (çağrınıza icabet etsinler)? De ki: ‘Bütün ortaklarınızı çağırın. Sonra elinizden gelen tuzağı kurun ve bana göz açtırmayın. Şüphesiz ki benim velim, Kitab’ı indiren Allah’tır. O, salihleri veli edinir. O’nu bırakıp da dua ettikleriniz, size yardım etmeye de kendilerine yardıma da güç yetiremezler.’ Onları hidayete çağırsanız, sizi duymazlar. Onların sana baktığını görürsün, fakat onlar görmezler.”[69]

Müşrikler salih olduklarına inandıkları kulları ve Allah’ın kızları olarak gördükleri melekleri şefaatçi kabul eder ve onlardan Allah indinde ihtiyaçlarına aracılık etmeleri için duacı olurlardı. Bugün bizim put dediğimiz taşlar/kabirler/ağaçlar; bu salih insanları temsil eden birer sembolden ibaretti:

“Ve dediler ki: ‘Sakın ha ilahlarınızı bırakmayın. Ved, Suva, Yeğus, Yauk ve Nesr’i de bırakmayın.’ “[70]

İbni Abbas (ra) şöyle demiştir:

“Nuh Kavmi’nin putları daha sonra Arapların putları olmuştur… Bunlar Nuh Kavmi’nden salih kişilerin adlarıydı. Onlar vefat edince şeytan, onların kavimlerine oturdukları meclislerde putlar dikmelerini ve bu putlara bu isimleri vermelerini fısıldamıştı. Böyle yaptılar. Onlar vefat edinceye kadar bunlara ibadet etmiyorlardı. Onlar helak olup ilim ortadan kalkınca, insanlar bunlara ibadet etmeye başladılar.”[71]

İbni Cerir (rh) der ki:

“Muhammed b. Kays (rh) şöyle demiştir: ‘Bu kişiler Âdem (as) ve Nuh (as) arasında yaşayan salih bir kavimdi. Bu kişilerin kendilerini takip eden tabileri vardı. Onlar vefat edince kendilerini takip eden arkadaşları dediler ki: ‘Biz onların resimlerini çizersek bu, hatırladığımız zaman bizi ibadet etmeye teşvik edici bir şey olur.’ Sonra onların resimlerini çizdiler. O nesil vefat edip başka bir nesil gelince şeytan, onların arasına sızıp dedi ki: ‘Sizden önceki atalarınız bunlara ibadet eder ve onlar sayesinde yağmura kavuşurlardı.’ Bundan sonra insanlar, onlara ibadet etmeye başladılar.’ “[72]

Yani şefaati Allah’tan (cc) değil, Allah’ın şefaat yetkisi verebileceği varlıklardan istemiş; böylece o varlıkları ilahlaştırmış/putlaştırmış kendileri de müşrik olmuştu.[73]

• Diriden Şefaat İstemek:

Örneğin, hayattayken Allah Resûlü’ne “Bana şefaatçi ol!” demek veya birine “Şehit olur ve Allah (cc) sana şefaat etme yetkisi verirse bana şefaat eder misin?” tarzında talepte bulunmaktır.

Bu şirk değildir. Çünkü:

“Peygamberimizin kadın veya erkek bir hizmetlisinden rivayet edildiğine göre Nebi (sav) hizmetlisine, ‘Bir ihtiyacın var mı?’ diye sorardı. Bir gün hizmetli dedi ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü, benim ihtiyacım var!’ Nebi, ‘İhtiyacın nedir?’ diye sorunca ‘Kıyamet gününde bana şefaat etmendir.’ dedi. Nebi, ‘Bunu kim sana öğretti?’ buyurdu. Hizmetli, ‘Rabbim’ diye yanıtladı. Nebi, ‘…O hâlde bana, secdelerini çoğaltmak suretiyle yardım et.’ buyurdu.”[74] [75]

Görüldüğü üzere bu sahabi Allah Resûlü’nden (sav) kıyamet günü kendisine şefaatçi olmasını talep etmiştir. O da bu talebi kabul etmiş ve sahabiye, çokça secde ederek kendisine yardım etmesini emretmiştir. Zira Nebi, sahabiye şefaatçi olmak için Allah’a dua edecektir. Sahabi de çokça secde ederek Allah’tan (cc), Nebi’yi (sav) kendisine şefaatçi kılmasını talep edecektir.

Ancak burada iki noktanın altını çizmek gerekir:

Bu talep şekli Muhacir ve Ensar’ın öncülerinin yaygın bir uygulaması değildir. Şirk olmasa dahi bize örnek gösterilen topluluk böyle taleplerde bulunmamıştır. Allah Resûlü (sav) onlara duanın birçok çeşidini öğretmesine rağmen; içinde şefaat talebi olan dualar öğretmemiştir. Allah en doğrusunu bilir; bu, kalplerin yaratılanlara meyletmemesi ve tevekkülün zedelenmemesi hikmetiyle açıklanabilir. O (sav), şirk olmadığı hâlde tevhidin kemalini zedeleyen birçok davranışı yasaklamıştır.[76]

Şehit olması umulan kişiden böyle bir talepte bulunmanın hiçbir örneği yoktur. Şehide şefaat hakkı verileceğini bize aktaran, sahabedir. Buna rağmen savaşa çıkarken, bir kısmını Allah Resûlü’nün (sav) şehadetle müjdelemesine rağmen ve dahi şehit olmak için birlikte dua etmelerine rağmen[77] birbirlerinden böyle bir talepte bulunmamışlardır. Hayır ve saadet; din alanında bize örnek gösterilen ilk nesle tabi olmaktır.

Unutulmamalıdır ki; bir şeyin şirk olması için üç şeyden birine ihtiyaç vardır: Ya şeriat onun şirk olduğuna nas kılmalı ya bir ibadetin Allah’tan (cc) başkasına sarf edilmesi söz konusu olmalı ya da Allah’a ait bir sıfat, Allah’tan başkasına verilmiş olmalıdır. Sadedinde olduğumuz konuda bu üç durumdan hiçbiri söz konusu değildir. Ayrıca Allah Resûlü Dönemi’nde bunun bir uygulaması yaşanmıştır. Şayet yaşayan ve şefaat hakkı olan birinden şefaat talebinde bulunmak şirk olsaydı; Allah Resûlü’nün (sav) tavrı çok farklı olurdu. Allah en doğrusunu bilir…

Bu ay bu kadarla iktifa ediyor ve her birinizi Allah’a (cc) emanet ediyorum.

 


[1] .Ahmed, 18353

[2] .Kazım Sevinç Altınçağ, Atatürk Şiirleri, 1981

[3] .Cumhuriyet, 26 Aralık 1936

[4] .Cumhuriyet, 5 Ağustos 1935

[5] .Ziya Gökalp

[6] .Yusuf Ziya Ortaç

[7] .Yaşar Nabi Nayır

[8] .Galip Naşit Arı, Destan, Devlet Matbaası, 1933

[9] .Cumhuriyet, 7 Ekim 1933. Daha sonra bu ifade “bütün dünyanın saydığı” şeklinde değiştirilmiştir.

[10] .Behçet Kemal

[11] .Hamdullah Suphi Tanrıöver

[12] .Behçet Kemal, Cumhuriyetin 10’uncu Yılı İçin Yazılan Şiirler, Devlet Matbaası

[13] .Falih Rıfkı Atay, Celal Sahir, Yeni Kitap-Millet Mektepleri İçin Kıraat Kitabı, 1931

[14] .Behçet Kemal

[15] .Yakup Kadri

[16] .Hasan Ali Yücel

[17] .Yaşar Nabi Nayır

[18] .Ali Zühtü Altaylı, M. Salahattin Or

[19] .Fazıl Ahmet Aykaç, CHP’nin 7. Kongresi, 1 Aralık 1947

[20] .Kamuran Bozkır, Ülkü Halkevleri Dergisi, S 36, 1936

[21] .Cafer Seno, Atatürk’ün Ardından: Kâbe, Cumhuriyet Gazetesi, 19 Kasım 1938

[22] .TBMM Tutanağı, 14 Kasım 1938

[23] .TBMM Zabıt Ceridesi, 3. Dönem, c. 24, 1 Ocak 1931,

[24] .Edirne Milletvekili Şeref Aykut, Kamâlizm, 1936, Muallim Ahmet Halit Kitapevi

[25] .Bu söz insana şu ayeti hatırlatıyor:

“Ey iman edenler! İslam’a bir bütün olarak girin. Şeytanın adımlarına uymayın. O sizin için apaçık bir düşmandır.” (2/Bakara, 208)

[26] .M. Esat BOZKURT, Türk Medenî Kanunu Nasıl Hazırlandı, s. 11

[27] .Milliyet Gazetesi, 31 Ağustos 1930

[28] .66. Madde:

I. Türk Vatandaşlığı

Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.

Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür.

Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir.

Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz.

Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.

[29] .Hürriyet Gazetesi

[30] .Kasım 1930, CHP Yurt Gezileri Toplantıları

[31] .TBMM Tutanağı, 3 Aralık 1934

[32] .Cemil Sena, Allah Fik­rinin Tekâmülü, Semih Lûtfi Matbaası, 1935, s. 234

[33] .Hasan Ali Yücel

[34] .s. 44

[35] .Modern cahiliyenin, eğitimi üniversite tekeline alma ısrarının nedeni; içinde yaşadığımız sistemle ilgilidir. Şöyle ki; üniversiteler kapitalist sistemin rahmidir. Zira bu kurumlardan mezun olan insanlar, yediden yetmişe tüm toplumla temas hâlindedir. Her mezun, alanının uzmanı sayıldığından, sözü birey/toplum tarafından dikkate alınmaktadır. Amentüsü “tüketim” olan kapitalist cahiliye; eğittiği uzmanları birer tüketim teşvikçisi olarak yetiştirmektedir. Örneğin, bir öğretmen sürekli çocuklardan araç gereç istemektedir. Bunlar ihtiyaç mıdır, çocuğun eğitimine katkısı var mıdır, alternatif araç gereçler var mıdır, bunları tekrar tekrar kullanmanın bir yolu var mıdır?.. Bu soruların hiçbiri öğretmeni ilgilendirmemektedir. Onun öğrendiği tek şey vardır: Eğitim öğretim bu araçlarla yapılır… Ne ki; biraz derine inildiğinde bu araç gereci üreten şirketlerin, aynı zamanda eğitim araç gereçlerini belirleyen akademik kuruluşları fonladığı görülür. Benzer bir durum doktorlar için de yaşanabilmektedir. Hastalık tanı ölçütü ve ilaç belirlemede söz sahibi evrensel kuruluşlar, sağlık sektörüne malzeme üreten şirketlerle içli dışlıdır. Bu ilişkiyi ortaya koyan sayısız haber ve akademik çalışma yayımlanmıştır. Pandemi sürecinde Dünya Sağlık Örgütü ile Çin devleti arasındaki akçeli ilişkiler ve bunun dünyaya maliyeti bu satırların sadece basit bir örneğidir. Hâliyle; üniversiteden mezun olan bir tıpçı, kapitalist cahiliyenin kirlerinden arınmadan kimseye hastalık teşhisi koymamalı, ilaç boca etmemelidir. İslami veya insani hassasiyetlerle sistemi inceleyen, arızalarını ortaya koyan ve tıbbi bilgiyi kapitalist kirlerden arındıran insanların deneyimlerinden faydalanmalıdır. Faydalanmalıdır ki; kendilerine emanet edilen canları, küresel sermaye baronlarının “bilimsel” yalanlarına kurban etmesin.

[36] .Buhari, 5684; Müslim, 2217

[37] .16/Nahl, 68-69

[38] .Buhari, 4478; Müslim, 2049

[39] .Tirmizi, 2068; İbni Mace, 3455

[40] .Buhari, 5742

[41] .Buhari, 3371

[42] .Müslim, 2202

[43] .Ebu Davud, 3852

[44] .Müslim, 1442

[45] .Müslim, 1443

[46] .Buhari, 5391; Müslim, 1945-1946

[47] .Müslim, 1949

[48] .bk. Müslim, 1948

[49] .bk. Müslim, 1950

[50] .Müslim, 2362

[51] .Müslim, 2363

[52] .Zadu’l Mead, İklim Yayınları, 3/312-313

[53] .Siyeri Nebi, Sallabi, Ravza Yayınları, 2/16-17

[54] .Bir grup âlim “Allah Resûlü tıp öğretmek için gelmedi.” diyerek tıbba dair tavsiyeleri bağlayıcı görmemiştir. (İbni Haldun, Mukaddime, 2/269)

Bir grup âlim de tüm tıbbi tavsiyeleri vahiy kabul etmiş ve bağlayıcı kabul etmiştir. (Zadu’l Mead, İklim yayınları, 4/261)

Allah en doğrusunu bilir; tercihe şayan olan, yukarıda zikredilen ayrım olmalıdır.

[55] .bk. Mufredatu’l Kur’ân, ş-f-a maddesi

[56] .19/Meryem, 87

[57] .21/Enbiya, 28

[58] .43/Zuhruf, 86

[59] .53/Necm, 26

[60] .10/Yûnus, 18

[61] .26/Şuarâ, 214

[62] .Müslim, 204

[63] .Buhari, 6565

[64] .39/Zümer, 43- 44

[65] .72/Cin, 18

[66] .Ebu Davud, 1479; Tirmizi, 2969

[67] .39/Zümer, 44

[68] .35/Fâtır, 13-14

[69] .7/A’râf, 194-198

[70] .71/Nûh, 23

[71] .Buhari, 4920

[72] .Taberi Tefsiri, 23/639

[73] .Birçok insan; salih insanların Allah katında diri olmasını onlara dua etmenin, onları aracı edinmenin ve onlardan yardım/medet istemenin delili saymaktadır. Oysa nebi, melek ve şehitlerin Allah (cc) katında diri olduğu doğru; buna binaen onlardan yardım/şefaat istenebileceği yanlıştır. Şöyle ki; meleklerin Allah katında diri olduğu açıktır. Nebilerin diri olduğuna dair şu nas varid olmuştur:

Evs b. Evs’ten (ra) rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir:

“Resûlullah şöyle buyurdu: ‘Cuma günü, günlerinizin en değerlisidir. Âdem o günde yaratıldı, o gün vefat etti ve Sur’a o gün üfürülecek, her şeyin yok olacağı ses o gün gerçekleşecektir. Cuma günü bana çok salavat getiriniz. Sizin salavatınız bana arz olunur.’ Ashab, ‘Ey Allah’ın Resûlü, sen vefat edip toprak altında çürüdükten sonra salavatımız sana nasıl arz olunur?’ dediler. Resûlullah, ‘Allah, peygamberlerin cesetlerini çürütmeyi toprağa haram kılmıştır.’ buyurdu.” (Ebu Davud, 1047; Nesai, 1373)

Görüldüğü gibi Allah Resûlü (sav) bizi işitmemekte, yüce Allah salavatlarımızı ona arz etmektedir. Kaldı ki bizi işitseydi bile bu, ona dua edebileceğimiz anlamına gelmezdi. Çünkü dua ibadettir ve yaratılışın gayesi yalnızca Allah’a kulluk/ibadet etmektir.

Şehitlerin diri olduğuna dair şu nas varid olmuştur:

“Allah yolunda öldürülen (şehitleri) ölüler sanma. (Hayır, öyle değil!) Bilakis, onlar diridirler ve Rableri katında rızıklanmaktadırlar.” (3/Âl-i İmran, 169)

İbni Abbas (ra), bu hayatın mahiyetine dair Allah Resûlü’nün (sav) şu açıklamalarını rivayet etmiştir:

“Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: ‘Uhud’da kardeşlerinize şehitlik isabet edince, Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içlerine yerleştirdi. Bu kuşlar cennet ırmaklarına uğrar, meyvelerinden yer ve arşın gölgesinde asılı olan altın kandillere dönerler. Şehitler orada yediklerinin, içtiklerinin ve barındıkları yerin güzelliğini gördüklerinde şöyle derler: ‘Bizim cennette diri olduğumuzu ve rızıklandığımızı dünyadaki kardeşlerimize kim bildirir ki onlar da savaştan korkup kaçmasınlar ve şehit olup bizim yanımıza gelsinler.’ Bunun üzerine Allah, ‘Bu haberi o kullarıma ben ulaştıracağım.’ diyerek şu ayeti indirir: ‘Allah yolunda öldürülen (şehitleri) ölüler sanma. (Hayır, öyle değil!) Bilakis, onlar diridirler ve Rableri katında rızıklanmaktadılar.’ (Al-i İmrân, 169) ” (Müslim, 121; Ebu Davud, 2520; İbni Mace, 4)

Cabir b. Abdullah’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Resûlullah, benimle karşılaştı ve ‘Ey Cabir, seni neden kırgın görüyorum?’ dedi. Ben de ‘Ey Allah’ın Resûlü! Babam, Uhud Günü’nde şehit düştü, geride borç ve çoluk çocuk bıraktı.’ dedim. Resûlullah, ‘Babanın, Allah tarafından nasıl karşılandığını sana haber vereyim mi?’ buyurdu. Ben de ‘Evet, ey Allah’ın Resûlü!’ dedim. Şöyle buyurdular: ‘Allah bir kimseyle ancak perde arkasından konuşmuştur. Fakat babanı diriltmiş ve arada perde olmaksızın yüz yüze konuşarak şöyle buyurmuştur: ‘Ey kulum, dile benden, sana dilediğini vereyim!’ O da ‘Ey Rabbim, beni dirilt, senin yolunda ikinci kez öldürüleyim.’ demiştir. Allah da şöyle buyurmuştur: ‘Benim şu hükmüm geçmiştir: Onlar oraya/Dünya’ya geri dönmezler. ‘Allah yolunda öldürülen (şehitleri) ölüler sanma. (Hayır, öyle değil!) Bilakis, onlar diridirler ve Rableri katında rızıklanmaktadırlar.’ (3/Âl-i İmran, 169)’ “(Tirmizi, 3010)

Görüldüğü gibi şehitlerin hayatta olması, içinde özel bir anlam barındırır. Kendileri Dünya ehliyle irtibat kuramamakta; durumlarını kardeşlerine iletsin diye Allah’tan (cc) yardım istemektelerdir. Dünyaya tekrar dönme talepleri, yüce Allah’ın hükmü/kaderi gereği mümkün değildir. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamayan ve Dünya’ya dönemeyen insanlara ihtiyaçlarımızı karşılasın diye dua etmek, akılsızlık olsa gerektir. Sonuç: Birinin Allah’ın huzurunda diri olması; ona dua edileceği, onun da bizi duyacağı anlamına gelmez. Birinin salihlerden ve diri olmasıyla ona dua etmek arasında bağ kurmak şirk zihniyetidir.

[74] .Ahmed, 16076

[75] .İmam Ahmed (rh) bu hadisi Müsned’ine alarak kendi yanında sahih olduğunu ima etmiştir. Heysemi Mecmau’z Zevaid’de (2/2490),  “Ahmed rivayet etti. Hadisin ricali (ravileri) Sahih’in ricalidir.” der. Ayrıca bu rivayete şahit olabilecek farklı rivayetler de varid olmuştur. (Bk. Eş-Şefa’a, Mukbil b. Hadi, s. 287-288). Müsnedi tahkik eden Şeyh Şuayb Arnavut ve arkadaşları hadis için “İsnadı sahihtir. Ricali Şeyheyn (Buhari ve Müslim’in kendilerinden hadis naklettiği) ricalindendir. Tek istisna Ziyad b. Ebi Ziyad’dır. O, yalnızca Müslim’in ricalindendir.” derler. (Bk. Muessesetu’r Risale, 25/ 479) Şeyh Ahmed Şakir’in Müsned çalışmasını tamamlayan Ahmed Hamza Zeyn de “İsnadı sahihtir.” demiştir. (Bk. Daru’l Hadis, 12/ 443)

[76] .Kişiyi dinden çıkarmadığı hâlde tevhidin kemaline zarar vermesi endişesiyle yasaklanan bazı davranışlar:

– Allah (cc) ve Resûl’ünü (sav) aynı zamirde toplamak:

Adiy b. Hatim (ra) şöyle demiştir:

“Bir kimse Resûlullah’ın yanında hutbe vererek, ‘Kim, Allah ve Resûl’üne itaat ederse doğruya erişir. Kim, bunlara karşı gelirse yoldan çıkar.’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah, ‘Sen iyi bir hatip değilsin. ‘Allah’a ve Resûl’üne karşı gelirse’ şeklinde söyle.’ buyurmuştur.” (Müslim, 870)

– Rukye talep etmemek, ateşle dağlanarak tedavi olmamak:

İbni Abbas’tan (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:

” ‘Ümmetler bana gösterildi. Peygamberler birer ikişer, beraberlerinde onar yirmişer kişilik gruplarla birlikte geçiyor, kimi peygamberlerle beraber hiç kimse de bulunmuyordu. Nihayet uzakta bana büyük bir karaltı gösterildi. ‘Bu nedir, bu benim ümmetim midir?’ diye sordum. Bana, ‘Hayır, bu, Musa ve onun kavmidir.’ denildi. Bana, ‘Ufka bak.’ denildi. Ufku dolduran büyük bir karartı gördüm. Sonra tekrar ‘Şuraya ve şuraya da -semanın bu ufuklarına- bak.’ denildi. Ufukları doldurmuş karartılar görüverdim. Bana, ‘Bu senin ümmetindir.’ denildi. Hem bunlardan yetmiş bin kişi hesapsız ve azapsız olarak cennette girecektir.’

Sonra ayağa kalktı ve evine girdi. İnsanlar da hesapsız ve azapsız bir şekilde cennete girecekler konusunda konuşmaya başladılar. Bazıları dedi ki: ‘Bunlar Allah Resûlü’nün ashabı olabilir.’ Bazıları da ‘Bunlar İslam’da doğup Allah’a şirk koşmayan insanlar olabilirler.’ dedi. Başka şeyler de söylediler. Allah Resûlü dışarı çıktı. ‘Neyi konuşuyordunuz?’ buyurdu. Durumu anlattılar. Dedi ki:

‘Onlar hiçkimseden rukye talebinde bulunmaz, uğursuzluğa inanmaz, ateşte dağlanmaz ve Rablerine tevekkül ederler.’ ” (Buhari, 5705; Müslim, 220)

[77] .Sa’d b. Ebi Vakkas’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir: “Uhud Savaşı’nda Abdullah b. Cahş ile karşılaştım, bana şöyle dedi: ‘Allah’a dua etmiyor musun?’ Ben, ‘Ediyorum.’ dedim. Bir köşede dua ettim, şöyle dedim: ‘Ya Rabbi, düşmanla karşılaştığımda beni zor, hınçlı ve intikamı şiddetli bir düşmanla karşılaştır. Onunla savaşayım, o da benimle savaşsın. Sonra bana zafer nasip et, onu öldüreyim ve ganimeti alayım.’ dedim, Abdullah da duama ‘Amin.’ dedi. Sonra o şöyle dua etti: ‘Allah’ım! Beni kini ve öfkesi şiddetli zor bir düşmanla karşılaştır. Senin için onunla savaşayım, o da benimle savaşsın. Sonra beni öldürüp burnumu ve kulağımı kessin. Yarın sana ulaştığımda ‘Burnun ve kulağın niçin kesildi?’ diye sorduğunda ben de ‘Senin ve Resûl’ün için.’ diyeyim, sen de ‘Doğru söylüyorsun.’ de.’

Sa’d b. Ebi Vakkas (ra) şöyle der: ‘Abdullah b. Cahş’ın duası, benim duamdan daha hayırlıydı. Günün sonunda onu öldürülmüş ve müsle yapılmış hâlde gördüm. Burnu ve kulağı bir ağaca iple asılmıştı.’ ”

Said bin Museyyeb (rh) şöyle der: “Abdullah b. Cahş, ‘Allah’ım, senin adına yemin ediyorum ki ben yarın düşmanla karşılaşacağım, beni öldürecek ve sonra da kulağımı ve burnumu kesecekler. Sonra sen bana bunun neden olduğunu sorduğunda ben de ‘Senin için!’ diyeceğim.’ dedi. Ümit ederim ki Allah onun yemininin başını doğru çıkardığı gibi, sonunu da doğru çıkarır.” (Hayatu’s Sahabe, Mahmud El-Mısri, 790-791)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver