Seccadeli Zerdüştler – 2

— Biz de bu hücrede üç kişiyiz. Benim adım Selahaddin. Diğer abiler de Oğuz ve Zahid Hoca. Bizler İslami davadan dolayı yatıyoruz. Siz hangi sebepten alındınız?

Bu soruya cevap verip vermemekte bir süre tereddüt ettikten sonra:

— Valla bizleri de ‘dil davası’ diye tutukladılar.

Dil davası derken, Kürt milliyetçiliğiyle sosyalizmi harmanlayıp bir tür Baas ideolojisinden söz edildiğini Şair Amedî çok iyi biliyordu. Bu tür elemanlarla çok karşılaşıp, tartışmalar yaşandığından genel karakterlerini ve davranış biçimlerini gayet iyi öğrenmiş ve tabiri caizse bir bilim insanı hassasiyetiyle onların DNA şifrelerini çözüp arşivlemişti Şair Amedî. Bu sebeple dava mevzuuna hiç temas etmeden yeni komşularının ilk anda bazı zaruri ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak en doğrusuydu.

— Yeni gelmişsiniz. Şu anda acil ihtiyaçlarınız vardır. Biz bu arada bazı ihtiyaç malzemelerini hazırlayıp demin attığımız gibi bir topun içerisine koyup atarız size. Ama öncelikle bir çay içmek istersiniz değil mi?

Bu anda içeri çay servisi yapacak bir garsonu bekliyormuş gibi gayrı ihtiyari dönerek kapıya baktı karşıdaki genç.

— Çay mı? Valla çok iyi olur abi. Günlerdir çay içmedik, başımıza ağrı girdi çaysızlıktan.

Kendisiyle konuşan genç adamın ismini öğrenememişti henüz.

— Arkadaşlarını tanıttın, ama ismini söylemedin daha…

— He ya. Konuşmaya daldık kusura bakma. Benim adım Bestami.

— Peki Bestami. Malzemelerden önce size çay göndeririz.

— Tamam abi, sağolasın. Şey… Bu çay işini anlamadım. Gardiyanlarla mı göndereceksiniz?

— Yok yok. Gardiyanlar böyle şeyler yapmaz burada. Çayı bir pet şişe içine koyup, ağzını sıkıca kapattıktan sonra size atarız. Size seslendiğimizde bahçeye çıkıp pet şişeyi yere düşmeden tutmaya çalışın ki patlamasın.

— Anladım, tamam. Eeee… Selahattin abi, bir şey daha soracaktım.

— Sor bakalım Bestami.

— Sizde fazla seccade var mı acaba?

— Seccade mi?

— Evet abi, bize seccade lazım da…

Şair Amedî biraz şaşırmış olsa da Bestami’nin son talebi hoşuna gitmişti.

— Üçünüz de namaz kılıyor musunuz?

— Valla birimiz, işte şu Haris arkadaş bazen kılıyor ama ben ve Nurettin devamlı kılıyoruz yani…

İlginç bir durumla karşı karşıya idi Şair Amedî ve diğer Müslümanlar. Daha birkaç yıl öncesinde yakın hücrelerin birinde yaşanan olayı hatırladılar. Sırf namaz kılıyor diye kendi arkadaşlarını hırpalayarak hücreden atan böyle bir topluluğun içinde şu ana dek nasıl barınabilmiş bu gençler. Bunlar kendilerini profesyonel bir şekilde kamufle edebilecek kabiliyette de görünmüyorlardı. Öyleyse şahit oldukları bu vaziyet, içinde bulundukları topluluğun yeni politikasının ürünüdür. Sırf Marks’la, Nietszche ile halkın arasında tutulmayacağını öğrenen garson boy tağut ve şürekası, maksatlarına ulaşmak için belamî mollalar öncülüğünde dini değerlere sarılıp istismar etmeye başlamışlar demek.

Tıpkı irtidad eden cumhuriyetin ilk kadrolarının yaptıkları gibi aziz İslam’ı, süflî emelleri için istismara yönelmişler ve bu işte oldukça profesyonelleştikleri de anlaşılıyordu. Aksi halde hapishaneye girdikleri ilk gün dahi namazı düşünebilen bu gençlerin, kendilerinden daha profesyonel ve nitelikli müşriklerden oluşan bir toplumun içinde yer bulmaları imkânsızdır.

Neyse.

‘Bu gençlerde belki bir hayat emaresi olur da hakkı öğrenir ve hidayet bulurlar inşallah’ diye niyazda bulunup, uygun zamanlarda kendileriyle daha yakından ilgilenmeyi ve nasihat etmeyi kararlaştırdılar Müslümanlar.

Komşuları geldikten kısa bir süre sonra, aynı davadan olan hapishanedeki örgütçü arkadaşları da onlarla irtibat kurdu. Birkaç hafta sonra da hapishanede daha eski olan birisi ile adı Haris olan arkadaşları karşılıklı olarak yer değiştirdiler. Haris’in yerine gelen Habreş, yeni olan gençlerden daha farklıydı. Konuşmaları daha politik ve âdetleri olduğu üzere daha sinsiceydi. Bunda Müslümanlar açısından herhangi bir problem yoktu tabii. Fakat Habreş, konuştuğunda cafcaflı sözlerle köşeli cümleler kurayım derken öyle gülünç hâllere düşüyordu ki, Müslümanlar için eğlenceli bir deneyim olmuştu onun bu hâlleri.

Habreş, komşu hücreye geldiği ilk günlerde uzun süren yüksek sesli tartışmaları eksik olmuyordu. Üçünün de bazen aynı anda ve yüksek sesle tartışmalarına şahit olan Müslümanlar, bu hâllerine epey şaşırmışlardı. Hücrelerinde müthiş bir kakafoni vardı ve günlerce sürdü bu hâlleri.

Habreş, yeni gelen bu gençlerin örgütün ideolojisi istikametinde politik bilinçlerinin yükselmesini sağlayacak yoğunlaştırılmış kadro çalışması yapmak üzere sorumlu olarak gönderilmişti hücreye. Bir başka görevi de bireysel yaşam tarzı ve alışkanlıklarının baskın olduğu hücre içerisindeki hayatı, örgütsel disiplin altına almak idi.

Dışarıda yaşadıkları muhitlerdeki arkadaş çevresinden etkilenerek dil kursuydu, şenlikti, piknikti derken kendilerini hapishanede buluveren Bestami ile Nurettin, hapishanede de olsalar körpeliğin cevelanından ötürü örgütsel disipline ve fıtrata aykırı olan komün hayatına uyum sağlamada ciddi sıkıntılar yaşıyorlardı. Ancak daha önce hiçbir şekilde düşünemedikleri ve öngörmedikleri ölçüde katı Marksist örgütlere özgü bu komün hayatın dayatması karşısında, ferdî olarak da herhangi bir şahsiyet müdafasına girişme yönünden bir iradeye de sahip değillerdi. Böyle bir iradeyi ortaya koymaktan önce, bu yönde herhangi bir niyetlerinin olduğu da söylenemezdi. Şu an itibariyle, boş bulduğu sandalda yer kapmak için elindeki kürekle hazır bekleyen insan tipinin en az biraz politize olmuş birer örneği hâline gelmişti ikisi de.

Hapishanede ortak yaşam programı denen bir uygulama vardır. Mahpus, diğer hücrelerde bulunan arkadaşlarıyla haftada bir ya da iki kez bu ortak faaliyetler çerçevesinde görüşerek belli bir saat ile sınırlı olmak kaydıyla sohbet ve spora çıkar.

Habreş de haftada birkaç gün bu tür faaliyetlere katılmak için hücreden çıkardı. O çıkar çıkmaz Bestami hemen Müslümanlara seslenerek delik sohbetine devam ederdi. Nurettin de Bestami’nin yamacında olurdu hep…

— Selahaddin abi!

Aradan geçen aylar boyunca özellikle Bestami ile Nurettin’e gösterilen yakın alaka ve yapılan davetin herhangi olumlu bir etkisini müşahede edememişti Müslümanlar. Habreş’in olmadığı zamanlarda daha rahatlar ve kendilerine anlatılan tevhid ve hayatın gerçekleriyle ilgili hususlar karşısında etkilendiklerini gizleme ihtiyacı da duymuyorlardı. Fakat özellikle de İslami konularda anlatılan meseleleri kendi aralarında hiç konuşmadıklarını ve gündemleştirmediklerini de açıkça söylüyorlardı.

Gençlerin, içinde bulundukları topluluğu çok iyi tanıyan Şair Amedî, onlara yaptıkları daveti kendi aralarında niçin gündemleştiremediklerini de gayet iyi biliyordu. Kendi aralarında İslami konular asla konuşulmaz, konuşanlar da derhal sigaya çekilerek özeleştirileri alınırdı. İslami konuları konuşup gündemleştirmeye devam eden olursa ileriki süreçte işbirlikçi, ajan, provakatör ilan edilerek hayati tehlikelerle yüz yüze bırakılırdı. Anlaşıldığı kadarıyla Bestami ile Nurettin’in de, çok ciddi manada dikkatleri çekilmişti. Korkutulmuşlardı belki de.

Biraz da naifliklerinden olsa gerek, bazen hücre içerisinde nelerle uğraştıklarını, neler yaptıklarını paylaşırlardı Müslümanlarla.

Örgütün talimatlarıyla yoğunlaştırılmış kadro çalışmasına tabi olarak, günlük üç saat boyunca daha yeni yeni önder diye tanımlamaya başladıkları tağutun kitaplaştırılmış konuşmalarını okuyorlar; sonra da sorumluları tarafından belirtilmiş bazı pasajları ezberleyip hıfzediyorlarmış.

Sonra kendi tabiriyle ‘önderliğin çözümlemeleri ve savunmaları’ üzerine yapılan yoğunlaşma ve ezberlenen bölümler esas alınarak, bu çözümlemelerin ne kadar anlaşılıp özümsendiğinin ortaya çıkmasını sağlayacak bir tartışma platformuna geçilir.

Anlattıklarına göre henüz bu sabah, tarihte bilinen ilk komün toplum yapısını savunanlardan biri olan ve beşinci yüzyılda İran’da yaşamış Mezdek’in temel öğretileri üzerine ders yapmışlar. Mezdek’in temel öğretilerinden en başta geleni, toplumda kadınların ve servetin ortaklaşa sahip olunması ilkesiymiş. Bunları aktarırlarken fıtri bir tiksinme belirtisi dahi göstermemişti Bestami ve Nurettin. Bu hâlleri de Müslümanların dikkatini çekmişti doğal olarak.

Habreş de hücrede bulunduğu sıralarda bu sohbetlere katılıyor, hatta Bestami ve Nurettin’in konuşmalarına mani oluyordu bazen. Hücre sorumlusu ya, hücrenin sözcülüğünü de kendisi yapmalıymış! Okudukları kitaplardan söz açıldığında ne kadar geniş karınlı oldukları da böylelikle ortaya çıkmış oldu. Bunu da Habreş söyledi.

— Halkımızın kadim dini(!) olan Zerdüştlük ile ilgili kitaplar var mesela. Temelde önderliğimizin çözümlemeleriyle savunmalarından oluşan bir külliyatımız var. Bunların dışında sosyalist hareketler ve Darwinist evrim ile ilgili kitaplar okuyoruz. Dinlere de ilgimiz var yani. Dinsel konularla ilgili felsefi kitaplar da okuma listemizde bulunur.

Okuma listelerindeki kitapları anlatırken fıldır fıldır dönen gözleriyle bir Bestami’ye bir de Nurettin’e bakarak sırıtmaktan da geri durmuyordu, sözcü Habreş.

Habreş’in tıynetinde ve ortaya çıkan tavırlarında, basit düşünme tarzıyla aidiyetini kutsayarak tabi olduğu tağutu ilah edinmiş, zayıf karakterlere mahsus kibirli ve kurumlu bir hâli vardı.

Hücredeki arkadaşlarına Habreş ile ilgili teklifte bulundu Oğuz.

— Şu Abraş var ya (Habreş’e Abraş diye sesleniyordu Oğuz. Fakat ilginçtir Habreş de bundan pek şikayet etmiyordu) davul gibi bir heriftir. Çok ses çıkarıyor ama kafası da, gönlü de bomboştur…

— Kesinlikle haklısın abi.

— Bu herif bir gün konuşmaya başladığında kendisine hiç müdahale etmeyelim diyorum. Demagoji yapmaya ne kadar dayanabilecek bakalım.

Oğuz’un bu teklifini hemen ertesi gün uygulamaya koydular. Habreş büyük bir iştahla başladı konuşmaya. Çok kısa bir süre sonra hakkında konuştuğu konunun başına dönüp farklı lafızlarla faklı şeyler söylüyormuş gibi bir çaba göstermeye başladı. Oldukça hararetli ve kulakları tırmalayıcı bir üslup kullanarak yaptığı konuşma, büyük ihtimalle daha önce kendisine ezberlettirilmiş çözümlemelerden bazı pasajlardı. Ezberindekiler bitince kendine has bir düşünme, muhakeme ve ifade tarzına sahip olmadığından ve makul bir sürede susmayı da beceremediğinden aynı konuyu tekrar baştan alıp laf kalabalığı yapmaya devam ediyordu. Muhatapları için hakikaten de katlanılmaz bir musibet gibiydi bu hâliyle. Neticede Müslümanlar, bu yöntemle Habreş’in tüm sermayesinin bir kalem pil kadar olduğunu hem bizzat kendisine hem de Bestami ile Nurettin’e de göstermiş oldular.

Davet yapılacağı zamanlar Şair Amedî söze başlar, birkaç kelam ettikten sonra sözü Zahid’e bırakırdı. Zahid de onların anlama ve kavrama seviyelerine uygun bir üslupla tevhidî esasları anlatırdı. Derli toplu, basit bir medrese çocuğunun dahi rahatça anlayabileceği açık ve anlaşılır bir üslupla anlatımlarına devam ederken, Habreş de artık daha önce yaptığı gibi sık sık girmiyordu araya.

Zahid’in bu davet tarzına hücredeki diğer arkadaşları da hayrandı. Nereden aklına geldi ise ona şöyle dedi bir gün Oğuz:

— Zahid abi, soyunuzun Şuayb’a aleyhisselam kadar gidebileceği aklına geldi mi hiç?

Zahid bu soruya şaşırmış, ne cevap vereceğini düşünürken; Şair Amedî de Oğuz’a sordu:

— Allah sana hayırlar versin, hangi sebepten dolayı sordun bu soruyu?

— Selahattin abi, geçenlerde hadis külliyatında denk geldiğimiz bir hadis vardı, hatırlıyor musun?

— Konuyu söylersen hatırlamam daha da kolay olur.

— Konu tam da bahsettiğim husus. Şuayb’ın hitabetiyle ilgili. Hadis-i şerif’te buyrulduğuna göre Şuayb Peygamberlerin hatibi imiş.

Oğuz’a has olan bu türden iltifat Zahid’in de hoşuna gitmişti.

— Oğuz abi, nesep olarak Şuayb’a ulaşmasak da, Allah’ın en seçkin kulları olan Peygamberlerin yaptığı işi yapıyor olmak tüm muvahhidler için şeref olarak yeterlidir inşallah…

— İman dolu kalbini öptüğüm, ne güzel dedin…

Zahid, yaratılış itibariyle şu gencecik yaşına göre pek mütevazi ve halim idi. İlim talebesi olması ondaki vakarı daha da arttırmıştı. Biraz da naifliği vardı Zahid’in. Bundan dolayı dünyadan ve içindekilerden dahi çok daha değerli bir netice elde edebilmek iştiyakıyla ve ihlas üzere yaptığı nasihatlerden dolayı her daim ümitvar idi. Örgütsel şirk kumpasının içine düşmüş olan komşu hücredeki yaşıtlarıyla ilgili de aynı duyguları hissediyordu.

Bestami ile Nurettin’in, şu anda belki de ‘yılanı karşısında gördüğünde katılıp kalan tavşan’ gibi çok çaresiz oldukları için bir şey yapamadıklarını düşünüyordu Zahid. Cenderesinde bulundukları şirki, örgütsel çerçevede sınırlı tutmayıp akla gelebilecek her türlü vasıtayı kullanarak özellikle de Kürtler arasında yaygınlaştırmak adına olağanüstü çabalar harcayan bu küfür taşeronlarının pençesinde bırakmamalı bu gençleri, diye düşünüyor ve bu düşüncesini diğer arkadaşlarıyla da paylaşıyordu sık sık.

Bu iki genç adamın içinde bulundukları şirk ve küfür kumkumasında, içinden çıkamayacakları şekilde daha da derinlere batmamaları adına çok istekli bir çaba gösteriyorlardı Müslümanlar ama her halükârda dezavantajlı bir pozisyonda olduklarının da farkındalardı tabii.

Seccadeli Zerdüştler Yazısı İnşallah

Devam Edecektir…

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver