ŞARK ISLAHAT PLANI, DEMOKRASİ KOMİSYONU VE MEDİNE SÖZLEŞMESİ

Hakikatin Duruluğu ve Kavramların İstilası

Toplumları yok oluşa sürükleyen nedenlerden bir tanesi de aşırılık ve istikametten sapmadır. Allah’ın (cc) inzal buyurduğu tevhid dini İslam, insanın aklını kemale ulaştıran, zihnini berraklaştıran, kalbini mutmain kılan ve duygusal doygunluk veren, aynı zamanda insanın yaratılış fıtratıyla uyumlu, makul ve ölçülü bir dindir. Sosyal münasebetlerden siyasal konulara ve ahlaki esaslardan olguların isimlendirilmesine kadar hayatın her alanında aşırılığın her türü Allah’ın (cc) indirdiği ölçüleri hiçe saymak; fıtrat, akıl, zihin ve duygu dünyasını dumura uğratmaktır.

Resûlullah (sav), helaka götüren aşırılığı yasakladığı gibi aşırılığa giden yollara yönelinmemesi hususunda da uyarmıştır. Bu çerçevede birtakım kavramların ve adlandırmaların insan aklını ve duygularını manipüle eden ve hakikatlerin üstünü örten isimler olduğunu görüyoruz. Bu isimlerden bir tanesi de ulusalcı Kemalist Cumhuriyet rejiminin ürettiği ve on yıllar boyunca ülkeyi âdeta kilitleyen Kürt meselesiyle ilgili olarak Parlamento çatısı altında kurulan “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi” komisyonunun ismidir.

Türkiye’nin baskı, ayırımcılık ve Kürtlere karşı on yıllarca süren inkâr politikalarının son bulması amacıyla Meclis’te temsil edilen, grubu olan olmayan tüm partilerden üyelerin katılımıyla bir komisyon kuruldu. Ağustos ayı başlarından itibaren toplumun demokratik değerleri önceleyen kesiminde hâkim olan temkinli iyimserlik duygusu çerçevesinde süreç devam etmekle beraber halkın büyük bir kısmının bu komisyondan ve yapacağı çalışmalardan adil ve kalıcı neticelerin çıkacağına dair ciddi bir beklenti içerisinde olmadığı gözlemlenmektedir. Komisyonun işlevselliğinin yalnızca öneri ve izleme mekanizmaları geliştirmekle sınırlı olacağı ve farklı toplumsal kesimler arasında güven inşa etme yönünde yüksek bir kapasiteye sahip olmadığı anlaşılmaktadır. 

Böyle bir kanaate ulaşmanın farklı nedenleri olmakla beraber komisyonun isminin dahi büyük tartışmalardan sonra konabilmiş olması buna işarettir. Komisyona verilen isim bu kanaati güçlendirmektedir. Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi ismi, bu meselede duyarlı kesimleri komisyonun çabalarının sosyal bir faaliyet veya politik bir gösteri olmaktan öteye taşınmayacağı gibi bir düşünceye sevk etmektedir.

“Millî Dayanışma ve Kardeşlik” kavramları kendilerini demokrat olarak tanımlayan kesimlerde pozitif beklentilerin oluşmasına vesile olduysa da sonradan eklenen “Demokrasi” ismi özellikle de bunun ne anlama geldiğini bilenler açısından söz konusu girişimin akamete uğrayacağına dair bir gösterge olmuştur. Bunun sebebi de demokrasiye inanmış gibi görünen milliyetçi, muhafazakâr, sosyal demokrat, sosyalist ve kendilerini İslamcı diye pazarlayan farklı politik unsurların bütün olarak demokrasiyi henüz net bir biçimde tanımlayamamaları ve aslında neye inandıklarını ve neye göre politika yaptıklarını net bir şekilde ortaya koyamamalarıdır.

Resmî Hafıza: Raporlardan Şark Islahat Planına

Cumhuriyet Dönemi’nde (O dönem Şark Meselesi olarak isimlendirilen) Kürt meselesiyle ilgili ilk çalışmalar devletin önde gelen kadroları tarafından bölge illerine yapılan gezi ve gözlemler neticesinde hazırlanan raporlamalar şeklinde olmuştur. 1925 ile 1961 yılları arasında ve 1980’lerin sonundan günümüze dek sorunun çözümüne yönelik farklı tarihlerde en az yirmi dokuz kapsamlı rapor hazırlanmıştır.

1925 yılında hazırlanan ilk “Şark Meselesi” başlıklı rapor dönemin Meclis Başkanı Abdülhalik Renda tarafından kaleme alınmıştır. Bu raporun önemi sonraki yıllarda devletin yaklaşımının temellerini oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Raporda Kürtler arasında “artan milliyetçilik”ten duyulan endişe aktarılıyor. 14 Eylül 1925 tarihli rapor dönemin Başbakanı İsmet İnönü’ye sunulmuştur. Şeyh Said Kıyamı’nın bastırılmasının ardından bölgede en az on şehri gezerek paylaştığı izlenimler ışığında Renda, Kürtlerin çoğunlukta olduğu bölgede Türkleştirme politikası izlemenin gerektiğini savunuyor.

Kürtlerin kendi dillerini yaşatıyor olmasını millî aidiyete bir darbe olarak gören Renda, Türkçe konuşmaya teşvik için bölgede Kürtçe konuşanlara işlerinde zorluk çıkarılmasını savunuyor. Rapor, dilin anahtar rolüne işaret etmektedir. Bölgedeki gizli silahlanmanın da önüne geçilmesi gerektiğini ifade eden Renda, bölgede etkin olan aşiretlerin de mutlak surette zayıflatılmasını istiyor.

Renda’yla birlikte Şark Islahat Planı’nın temelini oluşturan bir diğer rapor ise aynı yıl, dönemin İçişleri Bakanı Cemil Uybadın tarafından kaleme alındı. Diyarbakır, Mardin, Siirt, Urfa ve Tunceli (Dersim) valileriyle yaptığı görüşmelerde edindiği bilgileri temel alan Uybadın, Şeyh Said isyanının bastırılması sürecinde devletin sert tutumunun asayişi sağladığı, ancak bunun halk nezdinde devlete karşı bir tepki oluşmasına sebep olduğu şeklinde bir sorun tespitinde bulunuyor. Kürt hareketinin aşamalı olarak Fırat Nehri’nin doğusuna ve sınır dışına sürülmesi gerektiği görüşünde olan Uybadın, Şeyh Said İsyanı’nda 60 bin silah toplanmasına rağmen, Dersim’de tedbir alınmadığına değiniyor. Uybadın’ın raporunda yer verdiği Kürt Sorunu’na yönelik çözüm önerileri arasında, zorunlu iskân politikası da var. Uybadın’ın raporu, “Kürt köylerine Türkleri yerleştirmek”, “Hristiyan azınlıkları bölgeden çıkarmak”, “doğudaki nüfusun batıya göçünün özendirilmesi” ve “sıkıyönetim ilan edilmesi” gibi önerilerle öne çıkıyor.

Raporlarla Şekillenen İnkâr ve İmha Politikaları

1925’te yazılan Abdülhalik Renda ve Cemil Uybadın raporları; Mahmut Esat Bozkurt, Kazım Orbay, Cemil Uybadın ve Abdülhalik Renda tarafından kaleme alınan 1925 tarihli “Şark Islahat Planı”nı şekillendirmesi açısından büyük önem taşıyor. Aynı yıl Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilerek yürürlüğe giren plan, hemen öncesinde yazılan iki raporun işaret ettiği gibi doğunun demografik yapısının değiştirilmesini, Kürtlerin yerinden edilmesini öngören iskân politikasını, güvenlik odaklı olarak istihbarat ve ulaşım ağının iyileştirilmesini, güvenlik görevlilerinin, hükûmet temsilciliklerinin ve eğitim kurumlarının artırılmasını, Kürtçenin yasaklanması ve çocukların ailelerinden alınarak Türkçe eğitim verilmesini ve Türklük propagandası yapılmasını önermekteydi. Sorunun çözümünün asimilasyon olduğu şeklindeki hukuka, temel insan haklarına, fıtrata ve halklar arasındaki olumlu ilişkilerle duygudaşlığa büyük darbeler vuran ve insani açıdan ciddi eleştirilere açık önerilere de Şark Islahat Planı’nda yer verilmiştir.

1921 yılından itibaren çeşitli bölgelerde güvenlikten iskân politikalarına kadar geniş yetkilerle donatılmış Umum Müfettişliklerinin varlığı, Kürt Sorunu’na yönelik bakışın geçerli olduğu dönemin anlaşılması için önemli bir ipucu niteliği taşıyor. Ulus devlet anlayışının ülke sınırlarındaki her bir bölgeye nüfuz etmesini hedefleyen ve tek partili dönemin bitimine kadar varlığını sürdüren bu kurumlar, söz konusu Islahat Planı’nın hayata geçirilmesinde önemli bir role sahipti.

Yok Saymaya Karşı Varoluş Refleksi

Cumhuriyet’in ilanının ardından Kürtlerin tarihî serencamı hem toplumsal hem siyasal anlamda sistematik dışlanma ve baskılara maruz kalmaları nedeniyle büyük ölçüde olumsuz bir çerçevede şekillenmiştir. Bu tarih, çoğu zaman hem Müslüman hem de Kürt kimliğiyle var olma çabası içerisinde olanların göz ardı edildiği; siyasal, kültürel ve ekonomik güç merkezlerinin ise ayrımcı politikalarla yeniden üretildiği bir yapıyı yansıtmaktadır.

Kürt sorunu, ilk başlarda hilafetten yeni rejime entegrasyon ve Kürtlerin İslam’a ve geleneklerine bağlılıklarıyla ilişkilendirilen “geri kalmışlık” gibi sözde endişelerle yeni devletin yönetim kademelerinde ele alınan bir meseleydi. Bir halkın en başta inancına, dinî yaşamına ve kendisini var eden fıtri özelliklerine karşı yok sayma, baskı ve imha politikaları ilk yıllardan itibaren birçok isyan hareketinin temel nedeni olmuştur.

15 Ağustos 1984 akşamı Siirt’in Eruh ve Hakkâri’nin Şemdinli ilçelerinde PKK tarafından gerçekleştiren silahlı eylemler sonrasında mesele devlet tarafından tümüyle güvenlik konseptinde değerlendirilerek sorun âdeta ateşe benzin dökülmek suretiyle gün geçtikçe daha da kronikleşmiştir. Yakın zamanda kendini feshettiğini ilan eden PKK silahlı eylemlerle beraber Cumhuriyet tarihiyle yaşıt Kürt meselesinin karmaşık dinamiklerini acıtıcı bir şekilde çok daha görünür kıldı. Deriniyle düzüyle devletin ve iktidardaki siyasal partilerin bölgede oluşturdukları “Olağanüstü Hâl” rejimi, Kürt meselesinin zamanla yalnızca bir terör sorunu olarak algılanmasına zemin hazırlamıştır.

Kürdistan coğrafyasındaki demografik yapı, Kürtler ile devlet arasında yaşanan gerilimler ve sonrasında yaşanan hadiseler uluslararası aktörlerin de müdahil olma girişiminde bulunduğu bölgesel olguyu ortaya çıkarmıştır. Bölgeyi kontrolü altında tutmakta kararlı devlet otoritesi ile varlığını ve geleneksel yapısını korumaya çalışan halk arasındaki gerilim sayısız çatışmalara neden olmuştur. Bu çerçevede 1924-1938 yılları arasında bölgenin değişik yerlerinde en az on yedi isyan gerçekleşmiştir. Bu ayaklanmalardan önce Batıcı Kemalist rejimin ürünü olan “Şark Meselesi”nin veya Kürt sorununun, kendisinin belirlediği şartlarda “çözüm”ün hedeflendiği ve bugüne kadar ele alınmamış bir model hemen hemen kalmamış gibidir. 

1924’te bölgede Süryanilerin bağımsızlık için başlattığı “Nasturi İsyanı”nı,[1] 1925’teki Kürt aşiretlerinden yaklaşık beş bin isyancının hükûmete başkaldırışı takip etti. 1925 ila 1937 yılları arasında yirmiye yakın lokal/bölgesel isyan teşebbüsü olsa da bunların tümü ordu tarafından bastırıldı. Bu isyanlardan hiçbiri Kürt Sorunu’nun âdeta kırılma noktalarından biri olan ve Dersim’de resmî rakamlara göre en az 13 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan “Dersim İsyanı” kadar büyük etki oluşturmadı. Bugün adı Tunceli olan Dersim’de yedi ay süren isyanın ardından uzun yıllar sessizliğin hâkim olduğu bölgede çatışmalar, 1984 yılında faaliyete başlayan PKK’nin Eruh ve Şemdinli Baskını’yla yeniden baş gösterdi.

Batıcı Laik Sol Etkilerin Gölgesinde Şekillen/diril/en Kürt Kimliği

12 Eylül 1980 askerî darbesinden önceki son otuz yıllık süreçte Türkiye’de iç siyaseti belirleyen sağ-sol karşıtlığı bölge illerinde de etkili olmuştu. İslami bilinçlenme ve uyanış sürecinin yeni yeni filizlenmeye başladığı yıllarda Kürt meselesinin laik Batıcı ve sosyalist akımlar üzerinden şekillenmesi ya da bu zeminde şekillenmesi için özel çaba gösterilmiş olması Kürtler adına büyük bir talihsizliktir. Bu süreçte birçok seküler ideolojik akım, Kürt halkının bir kısmı nezdinde destek bulmuştur. Ancak bu yapıların, halkın genelinin inanç, tarih ve kültür değerleriyle uyumlu olmadığı, süreç içerisinde belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. 

12 Eylül öncesinde sıkıyönetimle başlayan süreç, bölge illerini kapsayan Olağanüstü Hâl (OHAL) ilanıyla devam etmiş ve 2002 yılında AK Parti iktidarında kaldırılıncaya kadar yirmi dört yıl boyunca olağanüstü şartların sıradanlaştığı çok sancılı bir dönem yaşanmıştır. OHAL, ilgili kanunda[2] belirtildiği şekliyle terörü ve doğrudan şiddeti önlemeye yönelik bir düzenleme olmasına karşın toplumsal, ekonomik ve beşerî yönlerden olabildiğince travmatik neticeler doğuran yapısal bir şiddet formuna dönüşmüştür.

Köylerin boşaltılarak halkın zorunlu göçe tabi tutulması, bunun doğal sonucu olarak işsizliğin yaygınlaşması ve şehirleşme değil de şehirlerin kırsallaşmasıyla birlikte ortaya çıkan toplumsal çözülme ve yoz kültürün yaygınlaşmasıyla beraber sorunlar daha da içinden çıkılamaz bir hâl almıştır. Bölgede artık doğrudan şiddetle beraber devlet otoritesini ve himayesini arkasında gören kurumsal şiddet dönemine doğru trajik bir evrilme yaşanmıştır. Olağanüstü Hâl yıllarında yaşanan kör şiddet, beyaz Toroslarla adam kaçırmalar, faili meçhul cinayetler, ağır hak ihlalleri, hukuk ve hatta insanlık dışı uygulamalar sorunların çözülmesine dair ciddi bir tıkanmışlık ve umutsuzluk duygusunu beraberinde getirmiştir.

Kürtler sadece bölge illerinde değil, Osmanlı’dan beri İstanbul gibi batıdaki şehirlerde de yerleşik idiler. Aslında bu da özellikle Osmanlı Dönemi’nde halklar arasındaki tek ümmet anlayışının tezahürüdür. Kürt meselesini dünyadaki farklı etnik gerilimlerden ve kimlik siyaseti yaklaşımlarından ayırmak için bu vakıa bile yeterlidir.

Başta ekonomik nedenlerle batı illerine doğru gerçekleşen nüfus hareketleri, bilhassa 1990’lı yılların başından itibaren uygulanan zorunlu göç aracılığıyla ciddi bir ivme kazanmıştır. Köyünden, bağından ve toprağından ayrılan halkın; köylerin boşaltılması, Stalinist yöntemleri benimsemiş PKK’nin özellikle kendisini desteklemeyen Kürtlere yönelik baskı, şiddet ve katliamlarıyla, devletin güvenlik güçleri ile PKK arasında âdeta iki ateşin ortasında kalmışçasına çifte baskıya maruz kalması sonucunu doğurdu. Bu çift yönlü baskı ve şiddetten dolayı halk derin güvensizlik, can güvenliği kaygıları ve mahrumiyet algısı gibi nedenlerle göç etmek zorunda kalmıştır.

Yüz Yıllık Sorun ve Tıkanan Umutlar

“Demokrasi” komisyonu ifadesi, hedeflere ulaşılması konusunda ciddi şüphe uyandıran bir söylem olarak değerlendirilmektedir. Çünkü modern demokrasinin teorisyenleri dahi gerçek (tam) demokrasinin hiçbir zaman mümkün olamayacağını savunmaktadır. Batılı düşünürlerin hatırı sayılır bir kısmı halkın hiçbir zaman özgür iradesiyle kendi başına karar veremeyeceğini ve siyasi kararların her zaman sınırlı sayıdaki liderler ve politik figürler arasında yapılan bir rekabetle oluştuğunu söyler. Bu nedenle demokrasi “Rekabetçi elitlerin iktidar için yarıştığı bir sistem” olarak tanımlanır. Bu modelde halkın rolü, karar vermek değil, liderler ve diğer politik figürler arasında seçim yapmaktır.[3] Liderler ve politik figürler ise halkın derdine gerçek anlamda derman olmaktan ziyade konjonktürel olarak sistemin işine gelecek yahut beka konusunda orta ve uzun vadede olası istifhamları bertaraf edecek tasarruflarda bulunmakla muvazzaftır.

Demokrasinin tanımının ideal, pratiğinin ise bir ütopyadan ibaret olduğunu bilen dürüst ve meşru siyasetçiler bu tür tuzaklara düşmemiş ve demokrasiden, demokratik kural ve kurumlardan beraatlerini ilan etmişlerdir. Bu nedenle, Kürt meselesi gibi derin adalet problemleri için sadece yapısal reformlar değil, ahlaki ve manevi bir zemin de gereklidir. Bu zemin ise ancak Allah’ın hükümlerine dayalı adil bir sistemle mümkün olabilir

Tam yüz yıldır Kürt meselesiyle ilgili sayısız raporlar yazıldı, çözüm önerileri oldu ve farklı girişimlerde bulunuldu. PKK’nin silah bırakıp kendini feshetmesiyle başlayan yeni süreçte kurulan Meclis komisyonu da farklı öneri ve girişimlerin dillendirileceği bir platform olacaktır. Başta da değindiğimiz gibi yanlış isimlendirmeler doğru olmayan istikametlere yöneltecektir. Sorunların varlığı kuşkusuz iken çözüm için insanın ve kâinatın mutlak yaratıcısı ve hâkimi olan Allah’ın (cc) emir, yasak ve öğütlerine kalpler ve kulaklar kapatıldığında çare olarak önerilen hususların da aslında sorunu daha da çetrefilleştirdiği âdeta içinden çıkılamaz hâle getirdiği gerçeğiyle yüz yüze kalınmaktadır.

Kürt Sorununda Medine Sözleşmesi

Yüz yıldır Kürtler ile Türkler, Araplar ve Farslar arasında gerilim, husumet ve çatışmalara sebep olan bu problem için Medine Vesikası’nın günümüz şartlarında ve laik demokratik sistem içerisinde model olabileceğini iddia edenler de bulunmaktadır. Medine Sözleşmesi tahlil edildiğinde, Medine halkını oluşturan toplulukları, bunların birbirleriyle olan ilişkilerini, bu toplulukların idari ve adli yapılarını, fertlerin sahip oldukları din ve vicdan hürriyetini belirli esaslara bağlayan geçici bir “Mutabakat Muhtırası” olduğu görülür. Dolayısıyla itikadi nedenler başta olmak üzere günümüz şartlarında Medine Sözleşmesi’ni Kürt sorununda hakem kılma çabaları çok da gerçekçi değildir. Kaldı ki Kürt sorununda geçici değil, adil ve kalıcı bir çözüm hedeflenmelidir. 

İslam, toplum yönetiminde maslahat, adalet ve şeriatın hâkimiyeti gibi kavramlara büyük önem verir. Aynı zamanda Medine Vesikası’nın o dönem gayrimüslimlere tanıdığı hakları, devletleşme aşamasının henüz tamamlanmadığı ve İslam’ın gücünün tam yerleşmediği bir ortamda geçici maslahat olarak görür. İslam, gayr-i Müslimlerle yapılan sözleşmeleri ve barış antlaşmalarını fıkhi çerçevede meşru kabul eder. Fakat bu hakların eşitlik temelinde tanınmasını değil, zimmîlik sistemi içinde değerlendirilmesini savunur. Aralarında İbn Teymiyye’nin de bulunduğu selef uleması Medine Vesikası’nı, Resûlullah’ın (sav) tensipleriyle ortaya çıkan, bununla beraber Müslümanların mutlak hâkimiyet kuruncaya kadar geçerli olabilecek bir vesika şeklinde tanımlar. Dolayısıyla Medine Vesikası, modern anlamda bir anayasa veya Yahudiler ve paganistlerle bir mutlak eşitlik sözleşmesi değildir.

Medine Sözleşmesi, modern anlamda beşerî anayasalarda bulunan ve egemen emperyalist güçlerce dikte ettirilen birçok ilkeyi içermez. Örneğin Medine Vesikası metninde farklı din mensuplarıyla Müslümanlar arasında mutlak eşitlik ilkesine dair herhangi bir madde yoktur. Bunun gibi demokrasiyle, laiklikle veya kuvvetler ayrılığıyla ilgili herhangi bir hüküm de bulunmamaktadır. Günümüzde İslam’ı başta kamusal alan olmak üzere hayatın birçok alanından uzaklaştırmaya çalışan laik/seküler rejimlerin idamesine katkıda bulunacak bir nitelik taşımamaktadır.

Medine Vesikası ve Manipülatif Girişimler

Türkiye’deki İslami çevrelerde “Medine Vesikası” ifadesi ilk olarak, 1991 yılında Ali Bulaç tarafından Kitap dergisinde yayımlanan makalesiyle başlayan tartışmalarla öne çıktı.[4] Burada Bulaç, Medine Vesikası’nı “çok hukuklu, çoğulculuğu esas alan bir toplumsal uzlaşı modeli” olarak değerlendirmiştir. Bu tartışmalar farklı platformlarda devam ederek sonraki yıllarda ilgili çevrelerde bir gelenek hâline gelmişti. Medine Vesikası’na yönelik akademik ve kamuoyu düzeyindeki ilgi, 1990’ların ikinci yarısında daha da artmıştı. Özellikle çoğulculuk, anayasal belge ve “İslam hukuk sisteminde ilk anayasa” gibi kavramlar tartışmanın odağı hâline geldi.

1990’lı yıllarda ivme kazanan Dinlerarası Diyalog çabalarının Türkiye ayağında önder konumda olan Fetullah Gülen’e göre de Medine Vesikası bir “toplumsal sözleşme” niteliği taşır. Gülen, Medine Sözleşmesi’ni farklı dinî grupları eşit ortaklar olarak tanımlayan bir belge olarak tanımlar ve bu metnin hem barış hem de adalet temelli ortak bir yönetim zemini oluşturduğunu iddia eder. Vesika’nın, laik sistemin egemen olduğu günümüz toplumlarının karşılaştığı çoğulculuk ve adaletsizlik sorunlarına cevap verme potansiyeli taşıdığını düşünmektedir.

Medine Sözleşmesi zaman zaman Abdullah Öcalan tarafından dahi bir çözüm modeline esin olabilecek metin olarak gündeme getirilmiştir.[5] Öcalan, Medine Vesikası’nı tarihî bir model olarak doğrudan analiz etmemiş olsa da “halkların birlikte yaşama hukuku”, “çoğulcu kimlik tanıma” ve “mutlak eşitliğe dayalı bir düzen” gibi ilkeleri içeren çağrısında bu vesikayı dolaylı olarak bir referans yapmıştır. Medine Vesikası’nı çağdaş bir toplumsal model olarak değerlendiren bazı yaklaşımlar, İslam’ın tevhid eksenli siyaset anlayışından uzaklaşma riski taşımaktadır. Bu sebeple, söz konusu yorumların İslami ölçülerle titizlikle değerlendirilmesi gerekir. Farklı yaklaşımlar mevcuttur; nihai hüküm, nasslara ve sahih İslami usullere dayalı olmalıdır.

Medine Vesikası’na dair bazı modern yorumlar, Dinlerarası Diyalog gibi yaklaşımlar içerisinde de ele alınmıştır. Bu yorumların İslami gelenek içindeki meşruiyeti ise farklı açılardan tartışılmaktadır. İtikadi tarihî ve siyasi konumlarının Medine Dönemi’ndeki tevhid ümmetinin pozisyonuyla hiçbir şekilde örtüşmemesinden ötürü Medine Sözleşmesi’nin tevhidden uzak bazı kesimlerce manipüle edilebileceği ihtimali göz ardı edilmemelidir. Tarihte atılan bazı yanlış siyasi adımlar ve uygulamalar, Kürt meselesini daha da derinleştirmiştir. Bugün önerilen çözümler de geçmişin hatalarından ders alınmadan üretildiğinde, kalıcı bir iyileşme sağlamakta yetersiz kalabilecektir.

Sonuç ve Öneriler

Kürt sorununda İslami çözüm önerisi olarak en başta şunu söyleyebiliriz: Müslimce yaklaşımda mesele, “Kürtler ne istiyor?” sorusuyla değil, “İslam, Kürt halkının uğradığı zulme ne diyor? Bu zulmü nasıl tanımlıyor?” sorusunu sormakla başlar. Bunun cevabı da çok basit: Kürt meselesi, Kürt halkının İslami kimliğinin, dilinin, kültürünün, haklarının sistematik biçimde gasp edilmesidir. Bu, İslam’a göre zulümdür. İslam, ırk temelli üstünlük iddialarını reddeder. Tüm insanlar, Allah’ın kullarıdır ve herkes yaratılış itibarıyla eşittir. Tevhid ve sünnet nizamı tüm beşerî ideolojileri, ulusçuluğu ve seküler ayrılıkçılığı reddeder. Kürtler, Allah’ın (cc) halifesi olarak yaratılmış, onurlu bir halktır. Ne inkâr edilebilir ne asimile edilebilir. Her halkın kendi dilini, kültürünü ve kimliğini yaşaması, İslam’ın tanıdığı temel fıtri haklardandır. Bu hakların korunması hem adaletin hem de toplumsal barışın teminatıdır.

İslami çözüm, Kürt halkını yaşadıkları bölgelerdeki yapay ulus devletlerin vatandaşları olarak sınırlara mahkûm etmez, bilakis ümmetin asli ve eşit unsurları olarak görür. Hiçbir sistem herhangi bir halkı baskılayamaz. Merkeziyetçiliğe alternatif şer’i yönetim, Firavunvari merkeziyetçiliği ve halkları ezen laik-Batıcı-ulus devletçi yapıyı reddeder. Şer’i yönetimde yerinden yönetim ve şûra esastır. Kürt halkı yaşadığı bölgelerde yerel şûralar aracılığıyla kendi işlerini İslami esaslara göre idare eder. Bu özerklik, ayrılıkçılık değil, ümmetin zenginliğidir.

İslami yönetimlerde anayasa, beşerî ideolojilere değil, Allah’ın (cc) hükümlerine dayanır. Her kavmin dilini özgürce konuşma, kültürünü ve inancını yaşama ve yaşatma hakkı şer’i teminat altına alınır. Bu çerçevede tevhid ve sünnet nizamında Kürtçenin eğitim, medya, hukuk dili olarak kullanımı serbesttir. İslami bir çözüm, geçmişte işlenen zulümlerin üstünü örten değil, adaleti tesis eden bir yaklaşımı benimser. Asimilasyon politikaları, katliamlar (Şeyh Said, Zilan, Dersim, Halepçe, Roboski vb.) açıkça tanınır. Zarar gören fertlerin ve ailelerin hakları iade edilir. Faili meçhullerin hesabı sorulur. Bu bir “intikam” değil, tevbe ve adalet zemininde bir arınmadır.

Kürt halkı uzun yıllardır baskılara karşı direniyor. Fakat bu direnişin ideolojik zemini çoğu zaman seküler, Marksist veya etnik milliyetçi olmuştur. Kürt halkının hak arayışının en sağlam temeli, İslam’ın adalet ve kardeşlik ilkeleridir. Etnik temelli mücadeleler yerine, ümmet bilinciyle hareket edilmesi hem bölgesel barışı hem de kalıcı çözümü mümkün kılacaktır. Mücadele, İslam’ın adalet ilkelerine dayanmalı ve ümmetin bütünlüğünü hedeflemelidir. Bu da ancak tevhidî bir bilinçle mümkündür. Bunun salt teorik bir önerme olmadığına onlarca farklı kavimlerin bir arada barış ve huzur içerisinde yaşadığı ümmetin geçmiş tarihi tanıklık etmektedir.


[1]        .    Nasturi Ayaklanması (7 Ağustos-26 Eylül 1924) Hakkâri’de Süryanilerin bağımsızlık için başlattığı isyan hareketidir. İsyan İngilizlerin kışkırtmasıyla başlamıştır. İngiliz savaş uçakları Süryanilere yardım amacıyla Türk mevzilerini ve sınır hattını bombalamıştır. Bu isyan sürecinde Türkiye, Musul meselesinde Birleşik Krallık karşısında geriletilmiş oldu.

[2]        .    2935 Sayılı Kanun. Resmî Gazete Yayınlanma Tarihi: 27.10.1983/Sayı: 18204

[3]        .    Joseph Schumpeter (1883–1950) Capitalism, Socialism and Democracy (1942)

[4]        .    İslam ve Totaliter Rejim Sorunu, Ali Bulaç, Kitap Dergisi (1991), S 57, s. 3-10

[5]        .    Öcalan, Medine Vesikası’nı açıkça tartışmasa da 2013 yılında Demokratik İslam Kongresi’ne gönderdiği mesajda katılımcılara “Mümin kardeşlerim…” diye hitap etmiş ve Medine Sözleşmesi’ne atıfta bulunmuştur.

Önerilen makaleler