İnsanlık tarihi boyunca gelmiş geçmiş ve hâlen ayakta durabilen devlet ve medeniyetleri diri tutan asıl güç sağlıklı toplum ve sağlıklı toplumu oluşturan güçlü aile yapısıdır. “Devlet-i ebed müddet” sloganı, yani devletin sonsuza kadar yaşatılması anlamına gelen imparatorluk mottosu, malum olduğu üzere tarihsel gerçeklerle uyuşmamaktadır. Zira tarih; kurulan, gelişen, güçlenen ve gücünün zirvesine ulaşan nice devletlerin duraklama, gerileme, çöküş ve tarih sahnesinden çekilişini de konu edinir.
Evet, devletler ve medeniyetler sağlıklı bir zeminde devamlılıklarını sağlayabilmek için askerî, iktisadi ve sosyal alanlarda birçok kurum tesis etmiştir. Güçlü devletleri ayakta tutan ve onların yüzyıllar boyunca tarih sahnesindeki ömürlerini uzatan asıl gücün sağlıklı toplumsal yapı ve bu toplumsal yapının temelinin aile olduğu düşünüldüğünde aile müessesesinin yukarıda saydığımız diğer tüm kurumlardan daha önemli ve süreklilik gerektiren hayatî önemde olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır. O hâlde günümüz toplumunun da önceliği sağlıklı ve güçlü aile olmalıdır.
Sadece devletler değil, hemen hemen herkesin güç peşinde olduğu günümüzde konu aile olunca asıl gücün güzel ahlak, hilm ve merhamet olduğu aşikârdır. Hiçbir kaba kuvvetin, sopanın veya kırbacın aile içerisinde güzel ahlak, hilm ve şefkat kadar yaptırım gücü yoktur.
Rabbani ölçüler gözetilerek eşlerden her birinin üzerlerine düşen sorumlulukların gereğini yeri geldiğinde paylaşarak ifa etmeleri saadet ve şekavet denklemini çözecek ve Allah’ın lütfuyla hiç umulmadık şekilde birçok hayırlara vesile olacaktır.
Şüphesiz ki İslam makro düzeyde kadın ile erkeğin hak, görev ve sorumluluklarını belirlemiştir. Eşlerden her birinin fıtri özelliklerine uygun yönelim ve yetenekleri dikkate alınarak evlilikle beraber hak, görev ve sorumlulukların genel çerçevesini ortaya koyulmuştur.
Aile gibi önemli ve değerli bir müessesede dahi zaman zaman sorun ve sıkıntıların yaşanması beşer hayatının doğal sonucudur. Herkesin çok iyi bildiği bir hakikat de şudur: “Hayatta sıfır sorun, daimî mutluluk” diye bir şey yoktur, olamaz da… Fakat insanlar cennet hayatını dünyada aramaya çalıştıklarından olmalı ki bu türden ütopik hedeflere odaklanarak aslında hayatlarını zindanlaştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Sorunsuz ve daimî mutluluk üzere bina edilmiş bir hayat şu fâni dünyada değil, ancak ebedî saadet ve esenlik yurdu cennette mümkündür. Müminler olarak bizler aile yuvasını cennetin dünya hayatındaki bir şubesi olarak gördüğümüz ândan itibaren insana özgü sıkıntıların en az düzeyde tutulabilmesi daha kolay olur. Bunun gerçekleşebilmesi için de en başta eşlerin cennet ehli olmaya namzet nezih bir hayat yaşıyor olmaları gerekir.
Allah’a Kulluk+Fıtrata Saygı=Aile Saadeti
İslam’ın eşler için öngördüğü ortaklaşma ve paylaşım esasları çerçevesinde sürdürülecek bir hayatta esas olan Allah’a kulluk, fıtrata saygı, muhabbet, uyumluluk ve bunların sonucu olarak da mutluluktur. Bu esaslar samimi bir şekilde ve ısrarla tatbik edildiğinde eşler arasında yaşanabilecek hoşnutsuzluklar, münakaşalar, sürtüşmeler ve çatışmalar minimize edilebilecektir.
Eşler arasında birbirlerini iyi tanıyamamaktan kaynaklanan ön yargı ve zanna dayalı birçok sorunun yaşanması da muhtemeldir. Mesela erkek ile eşi arasında olumsuz bir şey yaşanınca bu olay erkek tarafından genelleştirilerek etiketleniyor. Erkek eğer hanımını “asabi birisi” diye etiketlediyse, eşi velev ki başka herhangi bir kadın gibi sinirleniyor olsa da bu şablon erkek için her zaman hatırlanan ve gerginliğe sebep olabilen bir meseleye dönüşüyor. Aslında bunu da en çok kadınlar yapıyor. Kadınların hafıza arşivi bu türden “dosyalar”la doludur. Olumsuz şeyleri sürekli bir biçimde biriktirerek yeri geldiğinde “hatırlamaya” her zaman hazır olan bu sınıf kadınlar aile içerisinde ve yakın çevrelerinde genellikle mutsuz ve depresif olurlar. Kadınların bu ahvali doğal olarak eşlerini ve ailenin diğer fertlerini de olumsuz yönde etkilemektedir.
Her birinin “benim hakkım, senin görevin, senin sorumluluğun” nakaratını tekrar edip durduğu ailede eşler arasında ne haklar ifa edilebilir ne de görev ve sorumluluklar yerine getirilebilir. Oysa eşler, Allah’ın razı olduğu her bir konuda birbirlerine şefkatle yaklaşarak dışarıdaki herhangi bir mümin kardeşine yardımcı olmak gibi bir hassasiyetle hareket ettiklerinde kalplerde hilm kıvılcımları harlanacak ve işleri daha da kolaylaşacaktır. Bu türden empatik yaklaşımlar ve hassas tutumlar aile yuvasını eşler için dünya hayatında huzur kaynağı kılacaktır. Öyle ki eşlerden her biri diğeri için cennet vesilesi olabilecektir.
Zerreden gezegenlere kadar tüm varlığı yaratan ve idare eden Allah’ın (cc) insanlar için belirlediği hayat nizamından insanların yüz çevirmesi ve ismi ne olursa olsun vahşi kapitalizme dayalı, akıl ve heva kaynaklı beşerî kanunların hüküm sürmesi ekinlerin ve nesillerin ifsadını hızlandırmıştır. Allah’ın (cc) dünya hayatında barış, huzur ve mutluluk içinde yaşamaları için bir hayat nizamı olarak kullarına gönderdiği Kitab’a, yani anayasaya uyulmamasının ağır bedelini de yine insanlar ödemektedir. Her geçen gün artan yozlaşma, fesat, fitne, kargaşa ve huzursuzluk İlahi nizamın iptal edilmiş olmasının sosyal, ekonomik ve ahlaki sonuçlarındandır.
Farklı coğrafyalardaki toplumlar açısından hâl böyleyken bütün toplumların özünü oluşturan ailede de benzer bir görünüm vardır. Erkek ve kadının dünyası da aile yuvasıdır. Hayatın, inançta tevhid ve amelde sünnete göre tanzim edilmesi kaidesi eşler için de geçerlidir. Toplumun tevhid ve takva istikametine doğru değişimi ve dönüşümü de öncelikle fert ve aileden başlar. Bu hakikate istinaden Müslim ailenin doğru bir istikamet üzere huzur ve saadeti için aile içerisinde de Allah’ın razı olduğu bir düzenin tesisi kaçınılmazdır. Bu da Resûlullah’ın (sav) gösterdiği ve öğrettiği gibi bir aile düzeni kurmakla mümkün olur.
Aile, nasıl ki büyük bir nimetse ve aile fertlerinin her biri bu nimetten istifade etmekte ortaklaşıyorlarsa, aile hayatında karşılaşılması muhtemel sıkıntıların hafifletilmesi veya ortadan kaldırılmasında da ortaklaşılmalıdır. Bu ve benzeri durumlarda olaylara deneme yanılma yoluyla müdahale edip problemlerin kronikleşmesine ya da büyümesine sebep olmamak için ilgili alanda muhakkak surette bilgi sahibi olunmalı yahut bu alanda yetkin ilim ehline müracaat edilmelidir. Buradaki “bilgi sahibi olunmalı” ifadesinde kastedilen şudur: Kişi, içerisinde bulunduğu hâlin ilmini/ilmihâlini öğrenmekle mükelleftir.
Evlenme çağına gelmiş bir hanım kızımız nasıl ki annesiyle beraber çeyizini düzmeye başlıyorsa evliliğin fıkhını da öğrenmek hususunda azami hassasiyet göstermelidir. Çeyiz, evini ve odasını göz alıcı bir güzelliğe büründürürken aile hukuku ve fıkhını bilmesi ve bunlarla amel etmesi de güzel ahlakla ziynetlenmesine ve eşiyle aralarında ülfet ve muhabbetin artmasına vesile olacaktır. Bu sorumluluk sadece kadınlara mahsus değil, aynı zamanda erkekler için de geçerlidir. Müslim erkek de evlenmeden önce evlilik fıkhı ve ahlakı hususunda yeterince araştırmada bulunup bu hususta ilim azığı edinmelidir.
Enes ibni Mâlik’in (ra) rivayet ettiği hadiste Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
طلب العلم فريضة عَلَى كُلّ مسلم
“İlim öğrenmek bütün Muslimler üzerine farzdır.”[1]
Hadis-i şerifte geçen “ilim” lafzından kasıt ilmihâl, yani “ilimden gerekli olanıdır”. Müslim’in günlük hayatı, sosyal ilişkileri, ticareti ve ibadetiyle ilgili gerekli dinî bilgileri edinmesi kendisine farz olduğu gibi hayat boyu sürecek bir beraberliğin temellerinin atıldığı evlilik ve aile fıkhı hususundaki gerekli ilmi edinmek de aynı hükümdedir. Öğrenilmesi farz olan ilim; ibadet ve muamelelerin kendisiyle sahih olduğu miktardaki ilimdir.
Eşler arasında yaşanan birçok problemin temelinde de esasen bilgi eksikliği, cehalet vardır. Cehaletin olduğu yerde ilme dayalı yakin olmaz. Yakinin, yani kesin bilginin olmadığı yerde ortaya hemen zan çıkar. Eşlerin birbirlerine karşı hüsn-ü zanda bulunmaları esastır. Ancak karşılıklı sevgi ve güven duygularında zamanla zedelenmeler oluştuysa eşlerin birbirleri hakkında su-i zan beslemeye başlamaları da kaçınılmaz olacaktır. Sonraki süreçte karşılıklı iddialaşmalardan kabalık ve fizikî şiddet noktasına kadar gidebilecek tutumlar da görülebilecektir. Tüm bunların temelinde güzel ahlak ve ilim yoksunluğu vardır.
Hayatın hangi alanında olursa olsun cehalet bütün kötülüklerin davetçisidir. Aile hukukunda ve eşler arasında da durum böyledir. Mesela ticaret fıkhını bilmeyen bir kimse ticaret yaparken kolaylıkla harama düşebilir.
Çiftler veya adaylar; evlilik ve aile fıkhı konusunda gerekli ilmi edindikten sonra yeri geldiğinde gereğince amel etmelidir. İlim, kişiye ancak amel etmesi hâlinde faydalı olur. Evlilik ve aile fıkhıyla ilgili ayetler ve hadisler dâhil olmak üzere ansiklopedik ölçüde bilgi sahibi olan ve hatta bu konularda uzmanlaşan kimse eğer yeri geldiğinde gerektiği gibi ve ihlas üzere amel etmiyorsa sahip olduğu tüm bilgiler onun için ancak bir yüktür.
Ailevi tüm meselelerde olduğu gibi birbirleri üzerindeki hak ve sorumluluklarda da eşlerin her biri diğerine yardımcı olmalıdır. Hangi şartlarda olursa olsun kişinin güzel ahlakı koruyarak salih olması güzeldir. Fakat Müslim kimse salih olmakla yetinmemeli, kulluk hedefini daha da ileriye taşıyabilmelidir. Bu da aynı zamanda muslih olmakla mümkün olur. Aynı ânda hem salih hem de muslih olan bir kimsenin öncelikli olarak ıslah etmeye çalışması gereken ortam ailesi ve en başta eşi olmalıdır.
Eşlerin her biri bir diğerine dua etmeli, biliyor olduğundan emin olsa bile, sevgi ve ülfeti arttıracak cinsten meselelerde nasihatleşmeli, hatırlatmalı, birbirlerini irşad etmeli ve birbirlerinin hukukunu gözetmede azami derecede hassasiyet göstermelilerdir. Kadın ve kocanın her biri eşinin kendisine nasıl davranmasını bekliyorsa bu beklentisini asgari bir ölçü olarak tespit ederek eşine karşı bu esasa göre muamelede bulunmalıdır. Zira “Kıyas-ı nefs, mizan-ı adalettir.” Günümüz deyimiyle “Empati kurmak, adil olmayı gerektirir.”
Üçüncü (3.) Bölümün Sonu
Devam Edecek İnşaallah
[1]. İbni Mace, 3808
İlk Yorumu Sen Yap