Geçtiğimiz ay Bilal’in (ra) hayatını anlatmaya başlamıştık. İslam’la tanışmasından ve akabinde çektiği çilelerden söz etmiştik. Bu ay kaldığımız yerden devam edecek, onun bitmek tükenmek bilmeyen sabrından ve sergilediği kametten bahsedeceğiz.
Sabır ve Kardeşlik Günleri
Asr-ı Saadet her ahlakın en güzel şekliyle yaşandığı bir dönemdir. Nübüvvet tedrisatından geçen sahabiler, örneklikleriyle erdemlerin en üstün hâlini yansıtmışlardır. Onlar güzel ahlakın ne olduğunu kalın kitaplarla veya uzun ders silsileleriyle öğretmemişlerdir. Onlar amelleriyle güzel ahlakı insanlara amelleriyle öğretmişlerdir.
Örneğin, Ebu Bekir (ra) gerçek kardeşliğin ne olduğunu Bilal’i (ra) kurtararak göstermiştir. Kardeşinin işkenceler altında ezilmesine kayıtsız kalmamış, malını feda ederek satın alıp azat etmiştir. Onu özgürlüğüne kavuşturmuştur:
“(Bilal iman edince) sahipleri Bilal’i (ra) alıp güneşe yatırdılar. Üstüne çakıl taşları ve inek derisi attılar ve şöyle demeye başladılar: ‘Senin rabbin Lat ve Uzza’dır.’
O ise, ‘Ehadun Ehad!’ diyordu.
Ebu Bekir (ra) ona doğru geldi ve ‘Bu insana ne diye işkence yapıyorsunuz?’ dedi.
Akabinde Ebu Bekir onu yedi ukiyyeye satın alıp azat etti.
Bu durum Nebi’ye (sav) anlatılınca, ‘Ey Ebu Bekir, beni ona ortak kıl!’ buyurdu.
Ebu Bekir de, ‘Ey Allah’ın Resulü! Ben onu azat ettim.’ dedi.”[1]
Ömer (ra) bu amelin güzelliğinden dolayı kendisinden övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir:
“Ebu Bekir bizim efendimizdir ve efendimizi (Bilal-i Habeşi) azat etmiştir.”[2]
Ebu Bekir (ra) gerçek kardeşliğin ispatını göstermiştir. İlk günden son güne kadar kendisini Müslimleri korumaya adamış, malıyla canıyla onları tüm zulümlerden muhafaza etmiştir. İslam toplumunu değerli kılan husus budur: Kardeşinin derdiyle dertlenmek ve kardeşini kendi nefsini tercih etmek. Müminler İslam nizamını yeniden sağlam temeller üzerine inşa etmek istiyorlarsa bu ahlaka önem vermek zorundalardır. Ortada bir zulüm varsa, hele ki bu zulüm bir Müslim’e yapılıyorsa tepkisiz kalmaları mümkün değildir:
“Müslim, Müslim’in kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (zulmedenlere) teslim etmez…”[3]
İslam nizamı bugünkü beşerî düzenlerin aksine zayıflara büyük kıymet verir. Onlar toplumun alt tabakası değil, bilakis en üst tabakasıdır. Evvela korunup gözetilmesi gereken insanlardır. Bunu Bilal’e verilen kıymetten anlayabiliriz. Allah Resûlü (sav) kendi için Ebu Bekir’den (ra) istemiştir onu, Ebu Bekir onu önce satın alıp sonra azat ederek mevla edinmiştir. Ömer (ra) onun için, “Efendimiz” kelimesini kullanmıştır. İşte yeryüzünün en hayırlı üç insanının, Bilal’in değerine böyle şahitlik etmesi bu hususa delil olarak yeterlidir.
Bu saydıklarımız Bilal’e (ra) ve onun üzerinden tüm mustazaflara dünyada verilen değerlerden birkaç tanesidir. Onlar ahirette tahayyül edilemeyecek bir kıymet göreceklerdir:
“Ve derler ki: ‘Ne oluyor bize böyle? Şerli/değersiz kabul ettiğimiz adamları (burada) göremiyoruz. (Küçümsediğimiz müminler neden burada değil?) Onları alaya almıştık, değil mi? (Yazıklar olsun bize.) Yoksa (onlar cehennemde de) biz mi görmüyoruz?’ ”[4]
Mücahid (rh) der ki: “Bu, Ebu Cehil’in sözüdür. Şöyle diyecektir: ‘Bana ne oluyor da Bilal’i, Ammar’ı, Suheyb’i, falan ve falanı göremiyorum. Biz onları dünyadayken kötülerden sayıyorduk. Şimdi ise onları cehennemde göremiyoruz. Yoksa bizim görmediğimiz bir yerdeler mi?’ ”[5]
Evet! Bilal (ra) cesareti ve sabrıyla dünyadaki izzetini ahirete taşımıştır. Tabii ki cehennem çukurlarında değil, cennet bahçelerinde, pınarların başında olacaktır. Bu iş böyledir… Dünya tarlasına sabır ekenin hasadı, cennet nimetleridir.
Burada müminlere düşen, Bilal’in (ra) ayak izlerini takip etmektir. Dini uğruna katlandığı eziyetler onun sebatını arttırmıştır. Her bir işkence onu kâfirlere karşı biraz daha bilemiş, Allah’a (cc) bir adım daha yakınlaştırmıştır. Onun takdire şayan bu sabrı kendisini ilmek ilmek davasına bağlamıştır. Bu sabrın neticesinde Allah vaadini yerine getirmiş ve onları bu zorluktan kurtararak Medine İslam yurdunun kapısını açmıştır. Allah’ın değişmez sünnetlerinden biridir bu durum. Bugün Muvahhidler başlarına gelen musibetlere sabreder ve bahşedilen nimetlere şükrederse Allah mutlaka vaadini tamamlayacak ve hiç beklenmedik bir zamanda, hiç umulmadık bir yurdun kapısını açacaktır:
“…Şüphesiz ki yeryüzüne, salih kullarım vâris olacaktır.”[6]
Hicret Günleri
Günler geçmiş, Yesrib artık “Medinetü’n Nebi/Peygamberin Şehri” olmuştur. Bundan böyle İslam’ın başkenti olmaya hazırdır. Allah’ın (cc) izin vermesiyle birlikte Mekke’de ezilen Müslimler, acılarına bir acı daha katıp beldelerini terk etmiş, hicret gibi günahları silip atan bu büyük amelden geri kalmamışlardır.[7]
Allah Resûlü (sav) Ensar ve Muhacir’i birbirlerine kardeş kılmış, Bilal’in nasibine ise Abdullah ibni Abdurrahman Ebu Ruveyha düşmüştür. Bilal (ra) bu kardeşliği ömrü boyunca korumuştur. Ömer (ra), halifeliği döneminde nüfus defterlerine kaydettirirken dahi onları ayırmak istememiştir.[8]
Nasıl ki madenin özü ortaya çıksın diye ateşe tutulur, Rabbimiz de bu kıymetli sahabilerin göğsünde nasıl bir iman saklı hem görmek hem göstermek için onları imtihanlara düçar etmiştir. Medine’ye geldiklerinde de rahat etmemişler, ateşli bir hastalık olan hummaya/sıtmaya tutulmuşlardır. Aişe Annemiz o günleri bizlere şöyle anlatır:
“Bizler Medine’ye hicret edip geldiğimizde, Medine Allah’ın en vebalı, en hastalıklı arazisiydi. Resûlullah (sav) Medine’ye hicret edip geldiğinde, babam Ebu Bekir ile Bilal sıtmaya tutuldular. Ebu Bekir, kendisini sıtma tuttuğunda şu beyti söylerdi:
‘Her insan kendi ailesi içinde sabahlamıştır.
Hâlbuki ölüm insanoğluna ayakkabısının bağından daha yakındır.’
Bilal-i Habeşi de kendisinden sıtmanın etkisi azalınca, sesini yükseltir şu beyitleri söylerdi:
‘Ah bilebilseydim! Bir gece olsun geceleyebilecek miyim?
Mekke vadisinde etrafımı ızhır ve celîl otları sarmış olduğu hâlde,
Bir gün gelip de Mecenne sularının başına varabilecek miyim?
Mekke’nin Şâme ve Tafîl dağları acaba bir kere daha bana görünürler mi?’
Yine Bilal, ‘Allah’ım! Şeybe ibni Rabia’ya, Utbe ibni Rabia’ya ve Umeyye ibni Halef’e lanet et! Nitekim onlar bizleri yurdumuzdan çıkardılar da şu veba yurduna gelmeye mecbur ettiler.’ diye beddua ederdi.
Sonra Allah Resûlü (sav) (onların bu hâlini görünce) dedi ki: ‘Allah’ım! Bizlere Mekke’yi sevdirdiğin gibi yahut ondan daha fazla Medine’yi de sevdir. Allah’ım! Sâf ve müdd’ünü (yani bunlarla ölçülen rızıklarımızı) bizler için bereket ihsan eyle! Allah’ım! (burayı hastalıklardan) temizle. Hummasını da Cuhfe’ye naklet!’ diye dua ederdi.”[9]
Bilal (ra) Mekkeli müşriklerin pençesinden kurtulup hastalığın pençesine düşmüştür. İmtihanlar onu bir türlü bırakmamıştır. İmanı büyük olduğu gibi sınavı da büyük olmuştur.
Musab ibni Sad’dan şöyle rivayet edilmiştir:
“Dedim ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü! İnsanların belaya uğrama yönünden en ağır olanları kimlerdir?’
Dedi ki: ‘Peygamberler, sonra onlara derece olarak en yakın olan müminlerdir. Kişi imanı oranında belalara uğrar. Dini kuvvetli olanın bela ve imtihanı da çetin olur. Dininde zayıf olanın, imtihanı da basit olur. Belalar kulu, hatalarını tamamen dökmedikçe bırakmaz.’ ”[10]
Bilal (ra) imtihan pınarında günahlarından yunmuş, katre katre arındırılmıştır. Allah (cc) sağanak sağanak sabır yağdırmıştır üzerine. Tüm imtihanları selametle atlatıp büyük müjdeye nail olmuştur:
“Andolsun ki sizleri biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve meyvelerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!”[11]
Onun Parolası, Bedir’in Parolası: “Ehadun Ehad!”
Hicretin ikinci yılında Allah (cc) Bedir Savaşı’yla hakkın ve batılın taraftarlarını birbirinden ayırmış ve bugüne “Yevmu’l Furkan/hak ile batılın ayrıldığı gün”[12] demiştir. Kalplerin ve bedenlerin ayrıldığı o günde, sözleri de ayıracak bir parola lazımdır. İşte o gün Bilal’in (ra) parolası tüm Müslimlerin parolası olmuş ve tüm dudaklardan “Ehadun Ehad!” sözü dökülmüştür.
Bir kez daha dillerin bu sözü terennüm etmesiyle saflar ayrılmış, iman ve küfür ordusu karşı karşıya gelmiştir. “İ’la-i Kelimetullah” için mücadele eden yiğitlere Allah (cc) binlerce melekle yardımını göndermiş ve müşrikleri bozguna uğratmıştır. Savaş Kureyş için büyük bir hezimet olmuştur. Kâfirlerin birçok lideri öldürülmüş ve bir kısmı da esir düşmüştür. Artık günler tersine dönmüş, ezilenler Müslimler değil kâfirler olmuştur.[13] Küfrün başları, eziyet ettiği Müslimlerin ayakları altında ezilmiştir. Ebu Cehil, Abdullah ibni Mesud’un; Ümeyye ibni Halef ise Bilal’in ayakları altında canını vermiştir.
Olayı Abdurrahman ibni Avf’tan (ra) dinleyelim:
“Ümeyye ibni Halef, Mekke’de benim dostumdu. Adım, Abd-u Amr’dı. Müslim olduğum zaman Abdurrahman ismini aldım. Bizler Mekke’deyken bana rastlar ve şöyle derdi: ‘Ey Abd-u Amr, babanın seni adlandırdığı addan yüz mü çevirdin?’
Ben de, ‘Evet.’ derdim.
O bana şöyle derdi: ‘Ben Rahmân’ı tanımıyorum. Aramıza bir şey koy ki seni o şeyle çağırayım. Çünkü ilk isminle çağırdığım zaman bana cevap vermiyorsun. Bana gelince, seni bilmediğim bir şeyle çağıramam!’
Cevaben ona dedim ki: ‘Ey Ebu Ali, dilediğini yap.’
Dedi ki: ‘Sen Abdu’l-ilah’sın.’
Ben de, ‘Evet.’ dedim.
Ona rastladığımda, ‘Ey Abdu’l-ilah!’ dediği zaman ona cevap verir, kendisiyle konuşurdum. Nihayet Bedir günü kendisine rastladım. Oğlu Ali ibni Ümeyye ile duruyordu. Elinden tutmuştu. Yanımda birtakım zırhlar vardı ki savaşta ele geçirmiş, onları taşıyordum.
Beni gördüğü zaman şöyle dedi: ‘Ey Abd-u Amr!’
Ben ona cevap vermedim.
Bu defa şöyle hitap etti: ‘Ey Abdu’l-ilah!’
‘Evet…’ dedim.
‘Senin benden (kazanacağın) bir şey yok mudur? Ben yanındaki zırhlardan daha hayırlı değil miyim?’ dedi.
‘Evet, vallahi öyledir.’ dedim.
Elimdeki zırhları attım. Onun ve oğlunun elinden tuttum (onları esir aldım).
Bu esnada o şöyle diyordu: ‘Şimdiye kadar böyle bir gün görmedim. Acaba sizin süte ihtiyacınız yok mu?’ (İbni Hişam’ın ifadesine göre o böyle demekle, ‘Beni esir alan kimseye sütü bol develeri fidye olarak veririm.’ demek istemişti.)
Sonra onlarla birlikte yürümek üzere yola koyuldum. Sonra, kendisiyle oğlu arasına girip ellerinden tutmuştum.
Ümeyye ibni Halef bana şöyle dedi: ‘Ey Abdu’l-ilah! Göğsünde deve kuşu tüyüyle alametlenmiş şu adamınız kimdir?’
‘Bu, Hamza ibni Abdülmuttalib’dir.’ dedim.
‘Âh, ah! Başımıza bu işleri getiren odur.’ dedi.
Abdurrahman ibni Avf dedi ki: ‘Vallahi ben, onların önlerine düşmüş getiriyordum ki Bilal onu benimle birlikte gördü. O, Mekke’de İslam’ı terk etmesi için işkence eden ve öfkelendiği zaman onu Mekke’nin güneşten kızmış kumluğuna yatıran, sonra büyük bir kaya parçasının getirilmesini ve göğsü üzerine konulmasını emreden, sonra da, ‘Ya böyle kalırsın ya Muhammed’in dininden ayrılırsın.’ diyendi.
Onun işkencelerine karşı ‘Ehadun Ehad!’ diyen (bu manzarayı hatırlayan) Bilal onu gördüğü zaman dedi ki: ‘İşte küfrün başı Ümeyye ibni Halef! Ya o (ölecek) ya ben!’
Dedim ki: ‘Ey Bilal, o benim esirimdir.’
Dedi ki: ‘Ya o (ölecek) ya ben!’
Daha sonra olanca sesiyle bağırdı ve dedi ki: ‘Ey Ensar! Küfrün başı Ümeyye ibni Halef işte burada! Ya o (ölecek) ya ben!’
Böyle demesi üzerine ashab etrafımızı kuşattı. Bizi çember içine aldılar. Ben de onu himaye edip savunuyordum. Birden bir adam, kılıcını kınından çıkardı. Ümeyye’nin ve oğlunun ayağına vurdu. Oğlu yere düştü. Ümeyye de daha önce benzerini işitmediğim bir çığlık attı.
Dedim ki: ‘Sen kendini kurtar, sana kurtuluş yoktur. Vallahi ben senin için bir şey yapamam.’
Bunun üzerine onları kılıçlarıyla öldürdüler. Allah, Bilal’e rahmet etsin. Onun yüzünden hem zırhlarımdan oldum hem de esirimden’ ”[14]
Devam edecek inşallah…
[1] . Kitabü’t-Tabakati’l-Kebir, İbni Sa’d, Siyer Yayınları, 3/264
[2] . Buhari, 3494
[3] . Buhari, 2442; Müslim, 4683
[4] . 38/Sâd, 62-63
[5] . Muhtasar İbn-i Kesîr Tefsiri, İmam Hâfız İbn-i Kesîr, Polen Yayınları, 6/116-117
[6] . 21/Enbiya, 105
[7] . bk. Müslim, 121
[8] . Kitabü’t-Tabakati’l-Kebir, İbni Sa’d, Siyer Yayınları, 3/265
[9] . Buhari, 1889
[10] . Tirmizi, 2397; İbni Mace, 4023; Darimi, 2783
[11] . 2/Bakara, 155
[12] . bk. 8/Enfâl, 41
[13] . bk. 3/Âl-i İmran, 140
[14] . İslam Tarihi Siret-i İbni Hişam; İbni Hişam, Ravza Yayınları, 367-368; Buhari, 2301
İlk Yorumu Sen Yap