Rahmân’ın Kulları – 2

RAHMÂN’IN KULLARI

Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Geçen ayki yazımızda Rahmân’ın kullarının bazı sıfatlarını açıklamaya çabaladık. Bu ayki yazımızda 72. ayetten sonrasını izah etmeye gayret edeceğiz. Çaba bizden, başarı Allah’tandır.

وَالَّذ۪ينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَۙ وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا

“Onlar, yalana şahitlik etmezler. Boş/yararsız/batıl bir şey gördüklerinde, değerli/onurlu insanların tavrını sergileyerek yüz çevirip giderler.”[1]

Ayet, Rahmân’ın kullarının iki sıfatına işaret ediyor. İlki “zur’a şahitlik etmemeleri”, ikincisi “boş şeyler karşısında değerli tavır sergilemeleri”dir.

Zur’a Şahitlik Etmemek

Rahmân’ın kulları, “zur” olan şeylere şahitlik etmezler. Meale yalan olarak yansıttığımız “zur” kelimesi, kök itibarıyla meyil anlamındadır. Bir şeyin aslından meyletmesi, onu zur yapar. Örneğin bir şeyi olduğundan farklı aktardığımızda sözü hakikatten meylettirdiğimiz/saptırdığımız için zur olur, ona yalan deriz. Araplar putlara da zur der. Zira putlar, insanı Allah’tan (cc) meylettirir/saptırır.[2] Bir şeyin zur olması için bilinçli bir meyle/saptırmaya konu olması gerekir. Taberî (rh) şöyle der: “Zur’un aslı, bir şeyi güzel göstermeye çalışmak ve onu asli sıfatından farklı olarak nitelemektir. (Bunu yapanın gayesi) onu gören veya duyanın (güzel gösterilen şeyi) farklı algılamasıdır.”[3] Öyleyse “zur”; algı operasyonuna maruz kalmış, asılsız haberlerle büyütülmüş, reklamlarla gerçekliği saptırılmış, dinî veya bilimsel verilerle süslenmiş her şeydir. Bir şeyi olduğundan farklı gösteren her şey tezvir, olduğundan farklı gösterilen şey de zur’dur.

İlk dönem tefsir imamlarının “zur’a şahitlik etmemek” cümlesine yaptıkları açıklamalar, zur kelimesinin lugat anlamıyla uyumludur.[4]

a. Zur, şirk ve putperestliktir: Abdullah ibni Abbâs (ra), Dehhâk (rh) görüşüdür. Abdullah ibni Abbâs (ra); zur’un bir put ismi olduğunu, Medine halkının haftanın bir günü onun civarında toplanıp eğlendiğini söylemiştir.

Şirk zur’dur. Zira şirkin, putların ve Allah’ın dışında kulluk edilenlerin bir hakikati yoktur. İbadeti/Kulluğu hak eden, sadece El-İlah ismiyle isimlenmiş Allah’tır. O’ndan başkasına kulluk edildiğinde, ister onun ibadeti hak ettiğine inanılsın ister inanılmasın, Allah’a (cc) ibadetten meyledip O’nun dışındakilere ibadet edildiği için zur işlenmiş olur. Ayrıca hiçbir yaratılmış ibadeti hak etmediğinden mutlaka onlara dair süsleyici/meşrulaştırıcı/onları olduğundan yüce gösteren söylenceler yayılmak zorundadır. Putlaştırılmış nesnelere dair var olan menakıb kültürünün, yani zur kültürünün bir sebebi de budur. Fıtrat, Allah’tan başkasına kulluğu reddettiğinden “süsleyici menkıbelerle” fıtratın sesi bastırılır. Sözün özü; şirk hem tevhidden meyil/sapma olduğundan hem de şirki meşrulaştırmak için süsleyici menkıbeler uydurulduğundan zur’dur.

b. Zur, müşriklerin bayramlarıdır. Bu, Abdullah ibni Abbâs (ra) ve Mücahid ibni Cebr’den (rh) nakledilmiştir. Müşrik bayramları, zur’dur. Zira bu bayramlar hem şehvet kamçılamakta hem de batılın güzel olduğuna dair kalbe şüphe tohumları ekmektedir. Her biri batıl olan şüphe ve şehveti beslediği için şirk bayramları zur’dur.[5] Şirk bayramlarına dikkatle bakan şunu görür: Her şirk bayramında mutlaka batıl şeyler tazim edilir, Allah’ın razı olmadığı şeyler insanlara sevimli gösterilir, meşru olmayan eğlencelerle insanlar batıla sürüklenir. Ayrıca bayram, bir zaman diliminin diğer zamanlara üstün olduğu iddiası taşır. Zamanın ve mekânın sahibi Allah’tır. O (cc), Ramazan ve Kurban Bayramı gibi, bir şeyi seçip benzerlerine üstün kılmadıkça insanın böyle bir iddiada bulunması kulluk edebinden meyletmesidir, dolayısıyla zur’dur.

c. Zur, meşru olmayan tüm ortamlardır/meclislerdir. Yalan, şarkı, batıl, cahiliyenin (meşru olmayan) eğlenceleri zur meclisleridir. Bu, Mucâhid (rh), Muhammed ibni Hanefiyye (rh), Hasan El-Basrî (rh) ve Suddî’den (rh) nakledilmiştir. Buna göre İslami ölçülere uymayan, Yüce Allah’ın sınırlarının çiğnendiği her meclis, ortam veya toplantı zur’dur. Zira bu meclislerde haktan meyledilmiş/sapılmış, dolayısıyla zur’a düşülmüştür.

d. Zur, yalandır. Bu, Vail ibni Rebia (rh), Katâde (rh), Alî ibni Talha (rh) ve İbni Cureyc’den (rh) nakledilmiştir. Yalan, zur’dur. Zira bir şeyi olduğu gibi göstermek yerine farklı göstermek, hakikatinden meylettirmektir/saptırmaktır. Yalan söz ve yalan şahitlik zur kapsamındadır.[6]

Görüldüğü gibi “Zur’a şahitlik etmemek” için, öncelikle hakkın tanınması gerekir. Sonra haktan meyleden/sapan şeylerin tespit edilmesi ve onlara şahitlik etmeme çabası gerekir. Tüm bunlar için de müminin bilgi ve bilinçle uyanık olması lazım gelir. Çünkü zur, her asırda güncellenmekte, cahiliye kendini yenilemektedir. Şayet mümin cahiliyeye karşı bilgi ve bilinçle uyanık olmazsa kitaplarda yazan zur’dan korunur, ancak güncel zurlara şahitlik edebilir. Zur kelimesine yaptığımız açıklama ve seleften naklettiğimiz görüşlere dayanarak soralım: Bugün millî bayramlar, sapkın medyanın ürettiği içerikler, algılarla oynayan batıl sinema sektörü, tüketim malzemelerini olduğundan farklı gösteren reklamlar, toplumları manipüle eden cahilî gündem… birer zur mudur? Peki, biz bunlara şahitlik edenlerden miyiz, şahitlik etmeyen bahtiyarlardan mı?

Ayette dikkatimizi çeken bir diğer nokta, “şahitlik etmeme” cümlesidir. Rahmân’ın kulları zur olanı yapmak şöyle dursun, ona şahitlik dahi etmezler. Şahitlik, bir şeye tanıklık/izleyicilik olarak anlaşılabileceği gibi bir şeyi haber vermek, başkalarına aktarmak anlamında da olabilir.[7] Yani onlar batılı yapmadıkları gibi batılın izleyicisi veya nakledicisi de olmazlar. Onlar bilirler ki insan yalnızca söz ve eylemlerinden sorumlu değildir. İnsan izlediği veya naklettiği şeylerden de sorumludur:

“Bilgin olmayan şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp (gördüğünden, duyduğundan, niyetlenip azmettiğinden) bunların hepsinden sorumludur.”[8]

Evet; göz gördüğünden, kulak duyduğundan, kalp azmettiğinden mesuldur. Görmek ve duymak da (izleyici ve tanık anlamında) şahitliktir, her şahitlik kayıt altına alınacak ve insan şahitliklerinden hesaba çekilecektir:

“…Şahitlikleri yazılır ve (ondan) sorguya çekilirler.”[9]

Lağv/Boş Şeylerden Onurlu Yüz Çeviriş

Rahmân’ın kullarının ikinci sıfatı lağv cinsinden şeylerden yüz çevirmeleri, ilgi göstermemeleridir. Ancak bu, herhangi bir yüz çeviriş değildir. Kerim, onurlu, değerli bir yüz çeviriş, asil bir ilgisizliktir. Ayete konu olan lağv kelimesinin, kök itibarıyla iki anlamı vardır. İlki; kâle alınmayan, önemsiz şeydir. İkincisi; bir şeye tutkuyla bağlılık, sürekli onu yapma/onunla olma isteğidir.[10] Demek ki Kur’ân’ın müminleri sakındırdığı lağv iki sıfata sahiptir: Kendisine bir faydası olmadığı hâlde insanın tutkuyla bağlı olduğu, fayda görmediği hâlde ısrarla yapmayı sürdürdüğü her şey lağvdır. Seleften nakledilen tefsirlerde bu lugavi anlamı destekleyen, onun vakıadaki farklı suretleridir. Bu görüşleri şöyle özetleyebiliriz:[11]

a. Lağv, mümine eza veren, rahatsız edici şeylerdir. Bu, Mucâhid (rh), Suddî (rh) ve Mukâtil’den (rh) nakledilmiştir. Buna göre ayet, daha önce açıkladığımız 63. ayetle yakın anlamlıdır: Müminler; müşriklerden, münafıklardan veya fasıklardan eza verici bir söz duyduklarında onların seviyesine düşmez, asil bir tavır takınırlar.

b. Lağv, cinsel içerikli konuşmalardır. Bu, Mucâhid (rh) ve Sıyar ibni Ebil Hakem’den (rh) nakledilmiştir. Anlamı şudur: Cinsel içerikli konuşmalar yapıldığında edeplerini takınır, kinayeli bir dil kullanırlar. İslam edebine dikkat edilmiyorsa o meclislerden yüz çevirirler.

c. Lağv; şirk ve şirk gibi, Yüce Allah’ın yasakladığı tüm masiyetlerdir. Bu, Dehhâk (rh), Hasan El-Basrî (rh) ve Abdullah ibni Zeyd ibni Ethem’den (rh) nakledilmiştir. Anlamı şudur: Onlar şirk, masiyet ve batıl işlenen ortamlara denk geldiklerinde mümince bir tavır takınır, yüz çevirirler.

Taberî (rh) der ki: “Lağv hakkında söylenen bu sözler ile alakalı benim katımdaki isabetli görüş şöyle denmesidir: ‘Şüphesiz Allah, lağv  gördüklerinde, değerli/onurlu insanların tavrını sergileyerek yüz çevirip gittiklerinden dolayı övdüğü bu müminlerden bizlere haber vermiştir. Lağv, Arap dilinde aslı ve gerçeği olmayan her türlü batıl söz ve fiil demektir. Veya çirkin görülen, bir insanın başka bir insana asılsız ve sebepsiz yere sövmesi de lağvdandır. Bir kişinin cinsel içerikli konulardan açıkça ve gereksiz yere, bir yerlerde bahsetmesi de lağvdandır. Aslı olmayan, batıl şeylerden olan müşriklerin ilahlarını yüceltmesi, ilahlarının çevresinde onları tazim etmeleri lağvdandır. Yine müzik dinlemek din ehli kimseler nezdinde çirkin bir davranış olduğundan bu da lağvdandır. Bu saydıklarımızın hepsi lağv manasının kapsamında değerlendirilir. Bu rivayetler ve görüşlerin sadece bunlarla kayıtlı olduğuna delalet eden bir nass olmadığında, bunlardan sadece birine lağv deyip bu anlamı daraltmak, bazı manaları dışarıda bırakıp sadece bazısına bu ismi hamletmenin bir manası yoktur.”[12]

Ayet-i kerimenin kullanıldığı kelimeler bize iki önemli hakikati hatırlatır: Lağv, insanda alışkanlık/tutku oluşturan faydasız şeylerdir. İnsanı peşinden sürükleyen, yapmaya dair istek uyandıran, bununla birlikte insana faydası olmayan her şey lağvdır. Lağvın tespit edilmesi için ise bilgi ve bilince ihtiyaç vardır. Kişinin hayatında olan her şeye, “Bunun bana faydası nedir?” sorusunu sorması, özellikle de “tutkuyla bağlı olduğu şeyleri” sorgulaması gerekmektedir. Ayetin hatırlattığı bir diğer nokta, lağva dair tepkinin niteliğidir. Öncelikle bu tepki kerim, değerli, onurlu ve asil bir tepki olmalıdır. İnsanın iman ve tevhid nimetinin farkında olması ve buna binaen boş şeyleri kendisine yakıştırmamasından kaynaklı bir tavır olmalıdır. Aslında bu, müminin kendisine olan saygısını ifade eder. İslam ahlakının temel gayelerinden biri de budur: Müminin imanıyla izzet duyması, zelil/değersiz şeylerden sakınması ve imani bir tavırla önemsiz şeylerden yüz çevirmesi!

Lağva karşı Yüce Allah’ın istediği hassasiyetin ardında vakit bilinci vardır. Mümin vaktin, hayat imtihanının sermayesi olduğunun bilincindedir. Namazdan, oruçtan, zekâttan… hesaba çekildiği gibi, vakti nasıl harcadığından da hesaba çekilecektir. Vakit, boş şeylere harcanmayacak kadar değerlidir. Kişi vaktin değerini idrak ettiğinde, boş şeylere karşı tabii bir nefret duyacaktır. Çoğu insanın boş şeylere olan ilgi ve tutkusu, vakit hassasiyetinin olmaması, buna bağlı olarak da iyi programlanmamış vaktin boş şeylerle dolmasındandır. Öyledir; insan kendi vaktini düzenlemezse yaşadığı dönemin oyalayıcı, boş ve faydasız işleri tüm zamanını dolduracaktır.

وَالَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِّرُوا بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ لَمْ يَخِرُّوا عَلَيْهَا صُمًّا وَعُمْيَانًا

“Onlar, Rablerinin ayetleri kendilerine hatırlatıldığında sağır ve kör gibi davranmazlar. (Kulak kabartıp, anlamaya çalışırlar.)”[13]

Allah’ın Ayetlerine Duyarlı Olmak

Rahmân’ın kulları, Allah’ın ayetlerine karşı duyarlıdır. Onlara Rabblerinin ayetleri hatırlatıldığında sağır ve körmüş gibi davranmaz, duymamış ve görmemiş gibi hayatlarına devam etmezler. Aksine; ayete kulak kabartır, ayetteki hakikatleri görmeye çalışır ve ayeti kalplerinde hissederler. Katade (rh) şöyle der: “Hakka kulak tıkamadılar, hakka göz kapamadılar, onlar (Allah’tan geleni) aklettiler. Allah’ın kitabından işittiklerinden yararlandılar.”[14]

Yüce Allah müminleri böyle niteleyerek kâfirlere tarizde bulunur. Zira onlar Allah’ın ayetlerine karşı ilgisizlerdir. Kur’ân ile uyarıldıklarında duymayan ve görmeyen insanların tavrına bürünürler.[15] Müminlerin Kur’ân ayetlerine karşı bu duyarlılığı, Rabblerine olan saygıları ve kalplerinin iman ve takvayla incelmesindendir:

“Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığında kalpleri ürpertiyle titrer, O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.”[16]

“De ki: ‘İster ona inanın ister inanmayın! Çünkü o, daha önce kendilerine ilim verilenlere okununca, hemen çeneleri (yüzleri) üzere secdeye kapanırlardı.’ Ve derlerdi ki: ‘Rabbimizi tenzih ederiz! Rabbimizin vaadi hiç şüphesiz, gerçekleşmiştir.’ Yüzleri üzerine secdeye kapanır, ağlarlar ve onların huşularını arttırır.”[17]

Allah’ın ayetlerine karşı duyarlılık, O’na (cc) olan saygının ve kalplerin iman ve takvayla incelmesinin semeresidir. Zira gözü keskinleştiren, kulağı açan ve kalbi anlayışlı kılan; kelamın sahibine karşı kalpte var olan saygıdır.

Yüzümüzü neye dönmüşsek zıddına sırt çeviririz!

73. ayeti öncesiyle birlikte okuduğumuzda sıkça vurgu yaptığımız bir kulluk kaidesini fark ederiz. Rahmân’ın kulları zur ve lağva sırtlarını dönünce, sıdk ve hak olan Allah’ın Kitabı’na yüzlerini dönerler. Çünkü zur ve lağvın hemen karşısında Allah’ın kelamı vardır. Bu, böyledir; bir şeye yöneliyorsak, tabii olarak da onun karşısındakine sırtımızı döneriz. Bazı şeylere karşı kalpte ilgi yoksa; neye tutkuyla bağlı olduğumuza, neyle ilgilendiğimize ve nelerin bizi mutlu ettiğine dikkatle bakalım. Örneğin kendisine hiçbir faydası olmadığı hâlde her gün saatlerce sosyal medya yorumlarını okuyan birini düşünelim. Bu insan lağva tutkuyla bağlıdır ve bile isteye zur’a şahitlik etmektedir. Yani, kalbini boş ve faydasız şeylerle mutlu olmaya, onlarla huzur bulmaya ve onlarla vakit geçirmeye alıştırmaktadır. Şimdi bu insanın eline Kur’ân veya şer’i ilimlerle ilgili bir kitap aldığını düşünelim. Her satırında bir fayda, her sayfasında bir hak ve her bölümünde bir sorumluluk olacaktır. Lağv ve zur’a alışmış bir kalp, saydığımız şeylere karşı yabancılık ve huzursuzluk hissedecek ve elbette sıkılacaktır. Peki, burada tam olarak sorun nedir? Sorun, o ân okunan şeyde değil, kalbin alışkanlıklarındadır. Lağv ve zur’a yüzünü döndüğü için, sırtını vahye dönmesindedir…

وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَامًا

“Onlar ki: ‘Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan göz aydınlığı/sevinç ve huzur kaynağı olacak kimseler ihsan et. Ve bizi muttakilere imam/öncü kıl.’ derler.”[18]

Kendileri ve Aileleri için Dua Etmek

Rahmân’ın kulları dua ve niyaz ehlidir. Çünkü onlar kul olduklarının, yani muhtaç olduklarının, yani bir efendileri olduğunun farkındalardır. Kulluğun ölçüsü fakr/ihtiyaç duygusudur, her insan kendini O’na (cc) muhtaç hissettiği oranda O’na kuldur. Kalpteki fakr/ihtiyaç duygusunun dile yansıması duadır. Rahmânın kulları, unvanlarından da anlaşılacağı üzere kulluklarının bilincindelerdir ve âdeta kulluğu kimlik edinmişlerdir.

Okuduğumuz ayet onların eşleri, çocukları ve kendileri için dualarına örnek vermiştir. Bu, yalnızca bir örnektir, onlar her iş ve yönelişlerinde Allah’tan (cc) isterler. Tevhid imamlarından İbrâhîm’in (as) şu duasına bakalım:

“(Hatırlayın!) Hani İbrahim şöyle demişti: ‘Rabbim! Bu beldeyi güvenli kıl. Beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut. Rabbim! Gerçekten o (putlar), insanlardan birçoğunu saptırdılar. Bana uyan, hiç şüphesiz bendendir. Bana isyan edene gelince, şüphesiz ki sen, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’sin. Rabbimiz! Şüphesiz ki ben, ailemden bir kısmını namazı dosdoğru kılsınlar diye senin mukaddes evinin (Kâbe’nin) yanında, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. İnsanlardan bir kısmının kalplerini onlara meylettir/onlara karşı ilgili kıl. Onları meyvelerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, gizlediğimizi de açıktan ilan ettiğimizi de bilirsin. Ne yerde ne gökte hiçbir şey Allah’a kapalı/gizli kalmaz. Yaşlılıkta bana İsmail ve İshak’ı veren Allah’a hamd olsun. Şüphesiz ki benim Rabbim, duayı işitendir/icabet edendir. Rabbim! Beni ve zürriyetimi namazı dosdoğru kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul et. Rabbimiz! Hesabın görüleceği günde beni, annemi, babamı ve tüm müminleri bağışla.’ ”[19]

Okuduğumuz dua, kulluk zirvesinde yankılanan bir sese aittir. Peki, ne istiyor bu ses Rabbinden?

Kendisini ve zürriyetini putlara tapmaktan korumasını istiyor! İyi de İbrâhîm (as) put kıran bir peygamber değil miydi? Tüm muvahhidlerin atası, tevhid yolunun imamı değil miydi?

Onu ve zürriyetini namazı dosdoğru kılanlardan kılmasını istiyor! Bize dosdoğru namaz kılmayı öğretenler nebiler değil miydi?

İnsanların ailesiyle ilgilenip onlara meyletmesini istiyor! Her mümin, nebileri ve onların ailesini sevmez mi? Bu fıtri bir duygu değil mi?

Ailesini meyvelerle rızıklandırmasını istiyor! Bugünün insanları için ne kadar basit bir dua değil mi? “Meyve istiyorsan pazara/manava/markete gideceksin! Dua ile meyvenin ne alakası var?” diye düşünüyor bugünün insanı…

İbrâhîm (as) neredeyse her şeyi Allah’tan (cc) istiyor. En iyi bildiği ve insanlara örnek olduğu meseleden gündelik basit ihtiyaçlarına kadar her şeyi Rabbinden istiyor. Neden? Çünkü dua ibadettir,[20] dua ibadetin özüdür.[21] Her insan duası kadar Allah’a kuldur ve Yüce Allah her insana duası kadar değer vermektedir.[22]

Rahmân’ın kulları eşleri ve çocukları için dua eder, onların kendileri için göz aydınlığı olmasını ister. Zira insan için aile, üzerinde durduğu zemin gibidir. İnsanın aileye olan ihtiyacı, varoluşsal bir ihtiyaçtır. Yüce Allah insanın yeryüzündeki hikâyesini aile olarak başlatmış, insanı aile olarak var etmiştir. İnsan ilk imtihanına aile olarak başlamış, Âdem (as) ve Havva Annemize ağaçtan yemeleri yasaklanmıştır. İnsan şeytana karşı ilk savaşını aile olarak vermiş, ilk yenilgisini aile olarak almıştır. Rabbine dönüş yaparak şeytana karşı ilk zaferini de aile olarak kazanmıştır.

İnsan kulluk mücadelesine aile olarak başladığı gibi bu mücadeleyi aile olarak sürdürür. Aile, kulluk mücadelesinin zeminidir. Şayet o zemin muhkem olmazsa kulluk mücadelesi sarsıntılı olur. İlk dönem tefsir imamları da ayetteki göz aydınlığı talebini, “ailenin Allah’a (cc) kul, O’na muti’ olması” olarak tefsir etmiştir.

Abdullah ibni Abbâs (ra) şöyle demiştir: “Yani onlar (göz aydınlığı ile) şunu kastederler: Taat olan ameller ile amel edenler (ihsan et). O (işlediği ameller) ile dünyada ve ahirette gözlerimiz aydın olur.”[23]

Yine Abdullah ibni Abbâs (ra), Antere kanalıyla şöyle demiştir: “Onları sağlıklı ve güzel görmeleri (onlar için) göz aydınlığı olmaz, Allah’a muti’/itaat edenler olarak görmeleri (onlar için) göz aydınlığı olur.”[24]

Katâde (rh) şöyle demiştir: “Onlar senin kulluğunu güzelleştirirler. Kulluğuna bir leke getirmezler.”[25]

“Hasan El-Basrî’ye (rh) bu ayet hakkında, ‘Bu göz aydınlığı dünya için midir yoksa ahiret için midir?’ diye sorulunca şöyle cevap verdi: ‘Hayır! Allah’a yemin ederim ki bu ayet göz aydınlığının dünyada olduğuna dair inmiştir.’ Sonra, ‘O nedir?’ diye soruldu. Hasan (rh) şöyle cevap verdi: ‘O, Müslim bir kişinin eşlerini, zürriyetini, kardeşlerini, dostlarını Allah’a itaatte görmesidir. Hayır, Allah’a yemin ederim ki Müslim bir kişiye çocuğunu, ebeveynlerini, dostunu, kardeşini Allah’a muti’/itaat ediyor olarak görmesinden daha sevimli hiçbir şey yoktur.’ ”[26]

Allah Resûlü (sav) insanın en büyük servetinin kulluk yarışında ona yardımcı bir eş olduğunu söyler.

Sevbân’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“ ‘…Altını ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenleri, can yakıcı bir azapla müjdele.’[27] ayeti nazil olduğu zaman biz, Nebi (sav) ile birlikte seferde bulunuyorduk.

Sahabeden bazıları, ‘Altın ve gümüş hakkında inecek olan indi. (Artık bir daha onları biriktirmeyiz. İhtiyacımız dışındakileri infak ederiz.) Keşke hangi şeyin daha hayırlı olduğunu bilsek de ondan biraz edinsek!’ dediler.

Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) şu cevabı verdi: ‘Sahip olunan şeylerin en faziletlisi zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kocasının imanına yardımcı olan saliha bir eştir.’ ”[28]

Ailenin göz aydınlığı olmasını istemenin öncelikli hedefi, ailece Allah’a (cc) kulluk etmektir. İkinci hedefi ise ailenin huzur, sevgi ve sükûnet içinde olmasını istemektir. Yüce Allah’ın nimetlerinden biri, çocuk ve eşin dünyevi huzur ve saadet kaynağı olmasıdır. O (cc), İsa (as) ve Yahya (as) için şöyle buyurmuştur:

“Anne babasına iyilik yapardı, onlara karşı zorba ve isyankâr değildi.”[29]

“(Beni,) anneme karşı iyilik yapan bir evlat kıldı. Ve beni, (ona karşı) zorba ve bedbaht kılmadı.”[30]

Eşler için Kur’ân ve Sünnet’te şöyle buyurulur:

“Kendilerinde sükûnet bulup (huzura kavuşasınız diye) sizin için nefislerinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir topluluk için ayetler vardır.”[31]

Abdullah ibni Amr’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Dünya bir metadır. Dünya metalarından en hayırlısı ise saliha bir eştir.”[32]

Ebû Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü’ne hangi kadın daha hayırlıdır diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: ‘Kendisine bakıldığında mutluluk veren, eşi bir şey emrettiğinde kendisine itaat eden, kocasının hoşlanmadığı hususlarda kendisi ve malı hakkında kocasına muhalif olmayan kadın.’ ”[33]

Ayette okuduğumuz gibi dili duayla ıslak olan mümin, Yüce Allah’ın meşru kıldığı iki anlamı da kastetmelidir. Hem kulluk yolculuğunda kendisine refakat edecek eş ve çocuk istemeli hem de sevgi, huzur ve sükûnet üzere mutlu bir yuva niyaz etmelidir.

Muttakilere İmamlık

Rahmân’ın kulları muttakilere imam olmak isterler. İmam; kendisine uyulan, örneklik vasfı olan, ardı sıra yürünen demektir. Dinde imam olmayı istemek, iki hayrı birlikte istemektir. Kişinin hem kendi amelinin hem de örnek olup salih amele teşvik ettiği insanların ecrine talip olmasıdır.

Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse doğru bir yola davet ederse ona tabi olanların ecirleri kadar kendisi için ecir olur. Bu, tabi olanların ecrinden bir şey eksiltmez. Her kim de bir dalalete davet ederse ona tabi olanların günahları kadar kendisine günah olur. Bu, tabi olanların günahlarından hiçbir şey eksiltmez.”[34]

Rahmân’ın kullarının bu duası, bir dua edebini de öğretir, o da şudur: Kul, Kerîm bir rabbe, rahmeti sınırsız bir mâbuda ve hiçbir isteğin zor olmadığı bir kudrete dua ettiğini bilmelidir. Muhtaç olduğu şeyin en güzelini, en üst formunu istemelidir. Okuduğumuz ayette olduğu gibi muttaki olmayı değil, muttakilere imam olmayı istemelidir. Allah Resûlü de (sav) farklı dereceleri olan güzelliklerin en üstününü istemeyi tavsiye etmiştir.

Ubâde ibni Sâmit’ten (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Cennette yüz derece vardır; Her iki derece arasındaki mesafe gök ile yer arası kadardır. Firdevs, derece olarak en üstünü olup cennetin dört ırmağı buradan fışkırır. Arş da onun üstünde bulunur. Allah’tan cennet istediğinizde Firdevs’i isteyin!”[35]

اُو۬لٰٓئِكَ يُجْزَوْنَ الْغُرْفَةَ بِمَا صَبَرُوا وَيُلَقَّوْنَ ف۪يهَا تَحِيَّةً وَسَلَامًاۙ

خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ حَسُنَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا

“İşte bunlar, sabretmelerine karşılık (cennette özel konuklar için hazırlanmış) odalarla mükâfatlandırılırlar. Ve orada selamlanma ve esenlik temennileriyle karşılanırlar. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Orası ne güzel bir yerleşim yeri ve ne güzel bir konaktır.”[36]

Rahmân’ın Kullarının Mükâfatı

Rahmân’ın kulları özel nitelikleri olan kullardır. Yüce Allah da onlara özel muamelede bulunacak, onları özel konuklar için hazırlanmış ğurfelerde ağırlayacaktır. Oda anlamına gelen “ğurfe”, herhangi bir oda değildir. Allah Resûlü’nden (sav) öğrendiğimiz kadarıyla cennet ehlinin gıpta edeceği, yıldızları izler gibi izleyeceği bir cennet makamıdır.

Ebû Saîd El-Hudrî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“ ‘Cennetlikler, yükseklerdeki özel odalarda kalanları (ehl-i ğurafı), gözlerini yukarıya dikerek gıptayla seyrederler. Tıpkı, ufukta doğudan veya batıdan geçip giden inci gibi parlak yıldızları seyreder gibi. Aralarındaki derece ve üstünlük farkı dolayısıyla özel oda sahipleri diğer cennetliklerden daha yukarıdalardır.’

Bunun üzerine sahabiler, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bu söylediğiniz, nebiler için ayrılan yerler olmalı! Oraya zaten başkaları ulaşamaz!’ dediler.

Nebi (sav) ise, ‘Aksine! Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim ki o özel odalarda kalanlar Allah’a iman edip nebileri tasdik eden kimselerdir!’ buyurdu.”[37]

Alî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“ ‘Cennette içeriden dışarısı, dışarıdan içerisi görünen öyle köşkler vardır.’

Bir bedevi kalkarak şöyle dedi: ‘O köşkler kim içindir?’

Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu: ‘Güzel ve tatlı sözler söyleyen, yemek yediren, nafile oruçlara devam eden, insanlar uykudayken geceleri namaz kılan kimseler içindir.’ ”[38]

Sabretmelerine Karşılık…

Rahmân’ın kullarını özel odalara ulaştıran amel, sabırdır. Bununla birlikte “Neye karşı sabrettiler de bu makama eriştiler?” sorusuna direkt cevap verilmemiştir. Ancak Rahmân’ın kullarını vasfeden ayetleri bir daha okuduğumuzda soru cevaplanmış olacaktır. Onlar cahillerin sataşmalarına sabretmiş, onların taşkınlıklarına taşkınlıkla karşılık vermemişlerdir. Onlar biyolojik ihtiyaçlarına sabretmiş, geceyi kıyamda geçirmişlerdir. Onlar unutkan tabiatlarına sabretmiş, Allah’ı (cc) ve ahireti hatırlayarak ahiret azabından Allah’a sığınmışlardır. Onlar mala olan düşkünlüklerine sabretmiş, harcamalarında dengeli olmuşlardır. Onlar Allah’ın (cc) sınırlarına sabretmiş; şirk, zina ve insan öldürmekten kaçınmışlardır. Onlar şeytanın ve nefsin “günahta ısrar” çağrısına sabretmiş, tökezlediklerinde tevbeyle Allah’a dönmüşlerdir. Onlar zur ve lağv cinsinden şeylerin ayartıcı ve oyalayıcı çağrısına sabretmiş, kulluk izzetiyle bunlara tavır almışlardır. Onlar gaflete teşne kalbe sabretmiş, onu iman ve takvayla canlı tutmuş ve Rabblerinin kelamına karşı hassas olmuşlardır. Onlar mızmız, vaveylacı ve ümitsizliğe gebe tabiatlarına sabretmiş, ailevi istek ve sorunlarını duayla Allah’a arz etmişlerdir. Onlar tembelliğe düşkün tabiatlarına sabretmiş, dinde imamete talip olmuşlardır. Şeytana, nefse, biyolojik yapılarına, fıtri özelliklerine, şeriat ve kader imtihanına karşı bu sabırları, onları cennetin özel konuklarından kılmıştır.

Okuduğumuz ayetler bir daha göstermiştir ki sabır, eli kolu bağlı bir bekleyiş değildir. Sabır, direniştir. İnsanın mücadele etmesi, kendisiyle yarışması, farklı sesler arasından birini tercih etmesidir. Kulluk mücadelesinde en büyük sabır, yani en çetin direniş, insanın öz nefsine gösterdiği sabırdır. Öz nefsinin isteklerine, alışkanlıklarına, tabii özelliklerine iman ve bilinçle direnmeyen insan, sabırlı olamaz.

Ve Rahmân’ın kulları o gün selamlama ve esenlik temennileriyle karşılanırlar. İçinde ebedî kalacakları konaklara yerleştirilirler… Onları karşılayan, selamlayan ve onlara esenlik dileyen, Allah (cc) ve melekleridir:

“Onlara çok merhametli Rab tarafından sözlü olarak verilen ‘selam’ vardır.”[39]

“Rablerinden korkup sakınanlar, bölükler hâlinde cennete sevk edilirler. Ona geldiklerinde kapıları açılır ve (cennet) bekçileri onlara der ki: ‘Selam olsun size, tertemiz olarak geldiniz. Ebedî kalacaklar olarak oraya girin.’ ”[40]

قُلْ مَا يَعْبَؤُ۬ا بِكُمْ رَبّ۪ي لَوْلَا دُعَٓاؤُ۬كُمْۚ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا

“De ki: ‘Şayet duanız olmasaydı Allah katında bir kıymetiniz olur muydu? Ancak sizler yalanladınız. (Yalanlamanızın karşılığı olarak azap) kaçınılmaz olacaktır.’ ”[41]

Duanız Olmasaydı

76. ayetle birlikte Rahmân’ın kullarını anlatan ayetler son buldu. Yüce Allah, seçkin kulları tanıttıktan sonra tüm insanlığa yöneldi ve bir soru sordu: Duanız olmasaydı Allah katında bir kıymetiniz olur muydu? Cevabını da içeren soru, yukarıda okuduğumuz ayetleri biraz daha açıkladı, onların sıfatları arasından duaya bir daha vurgu yaptı. Şöyle de düşünülebilir: 63 ila 76. ayetler arasında Yüce Allah seçkin kullarına dair birçok sıfat zikretti. Şayet insan “Bu sıfatların en önemlisi, özü, temeli… nedir?” diye düşünürse, cevap duadır. Rahmân’ın kullarını O’nun (cc) katında değerli kılan, duadır. Her iş ve yönelişlerinde Rabblerine iltica etmeleri, bir yandan yalnızca O’na kulluk ederken diğer yandan da yalnızca O’ndan (cc) yardım dilemeleridir. Kulluk sorumluluklarını duayla kolaylaştırmaları, kulluk yürüyüşünde duayı azık edinmeleridir.

Ne ki başta Kureyş olmak üzere insanların çoğu duasızlık, yani yalanlama yolunu seçmiştir. Tercihleri nedeniyle kaçınılmaz ve sürekli azaba düçar olmuşlardır. Ayete göre dua ile Allah katında kıymet; duasızlık ile Allah katında azap ayrılmaz birer ikilidir. Ayetin dikkatimizi çektiği bir diğer hakikat, Yüce Allah’ın duanın zıddı olarak duasızlığı değil, yalanlamayı zikretmesidir. Evet, duayı terk etmek -insan kabul etmek istemese de- kendini Allah’tan (cc) müstağni görmektir. Dolayısıyla yalanlamaya denk bir eylemdir. Bir insanın Allah’ı -ve O’ndan geleni- yalanlaması ile kendini O’ndan (cc) müstağni görmesi arasında fark yoktur.

Böylece Furkân Suresi’nin 63 ila 77. ayetlerini açıklamaya, ayetlerde zikredilen sıfatları bugüne taşımaya ve güncel karşılıklarını göstermeye gayret ettik. Çaba bizden, başarı Allah’tandır. Rabbim! Bizleri okumaya, anlamaya ve yaşamaya muvaffak kıl.

 


[1]. 25/Furkân, 72

[2]. bk. El-Mufredât, s. 386-387; Mu’cemu Mekâyîsi’l Luğa, 3/36-37, z-v-r maddeleri

[3]. Tefsîru’t Taberî, 19/314, Furkân Suresi, 72. ayetin tefsiri

[4]. bk. Tefsîru’l Kurtubî, 12/619, Furkân Suresi, 72. ayetin tefsiri; Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 16/197-200

[5]. bk. El-Câmiu li Kelâmi İbni Teymiyye fi’t Tefsîr, 5/30-33, Furkân Suresi, 72. ayetin tefsiri

[6]. İbni Teymiye (rh) der ki: “Adı geçen tabiinin tefsirleri şöyle izah edilir: Zur, gerçekteki durumundan farklı olarak görünmesi için güzelleştirilip kaplanan şeye denmektir. Peygamber’in (sav), ‘Kendisine verilmemiş şeylerle tokluk gösteren bir kimse altlı üstlü iki yalan elbise giyinmiş gibidir.’ buyruğu da bu türdendir. Çünkü böyle bir kimse yanında bulunmayan şeylerden büyük şeymiş gibi görülenleri dışa yansıtan birisidir. Yalan şahitlik yapan (zur şahit) ise bâtına uymayan bir sözü dışa vurur. Bundan dolayı selef bazen bir şüphe yahut bir şehvet sebebiyle bâtinen çirkin olduğu hâlde dışa güzel gösterilen şeyler hakkında isim olarak kullanmışlardır. Şirk ve benzeri işler bir şüphe dolayısıyla güzel olduğu, şarkı ve benzeri hususlar da şehvet ve arzu sebebiyle güzel oldukları dışarıdan görülen şeylerdir.” (İbn Teymiyye Tefsîri, 7/202, Furkân Suresi, 72. ayetin tefsiri)

[7]. bk. Minehu’l Kerimî’l Mennân fî Şerhi Sıfâti İbâdi’r Rahmân, Dr. Ahmed Hıdır Huseyn, s. 281

[8]. 17/İsrâ, 36

[9]. 43/Zuhruf, 19

[10]. bk. Mu’cemu Mekayîsî’l Luğa, 5/255, l-ğ-v maddesi

[11]. bk. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 16/201-204

[12]. Tefsîru’t Taberî, 19/315-316, Furkân Suresi, 72. ayetin tefsiri

[13]. 25/Furkân, 73

[14]. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 16/204, 55465 No.lu rivayet

[15]. bk. Tefsîru’t Taberî, 19/317; Fî Zılâl-il Kur’ân, 10/568, Furkân Suresi, 73. ayetin tefsirleri

[16]. 8/Enfâl, 2

[17]. 17/İsrâ, 107-109

[18]. 25/Furkân, 74

[19]. 14/İbrahîm, 35-41

[20]. bk. Ebu Davud, 1479; Tirmizi, 2909

[21]. bk. Tirmizi, 3371

[22]. 77. ayetin açıklamasında da bu meseleye değinilmiştir.

[23]. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 16/207, 55474 No.lu rivayet

[24]. age. 55475 No.lu rivayet

[25]. age. 55476 No.lu rivayet

[26]. age. 16/208, 55480 No.lu rivayet

[27]. 9/Tevbe, 34

[28]. Tirmizi, 3094; İbni Mace, 1856

[29]. 19/Meryem, 14

[30]. 19/Meryem, 32

[31]. 30/Rûm, 21

[32]. Müslim, 1467

[33]. Nesai, 3231

[34]. Müslim, 2674

[35]. Tirmizi, 2531

[36]. 25/Furkân, 75-76

[37]. Buhari, 3256; Müslim, 2831

[38]. Tirmizi, 1984

[39]. 36/Yâsîn, 58

[40]. 39/Zümer, 73

[41]. 25/Furkân, 77

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver