Pamuk Çocuk

Hakkımı isterim, hakkım haram olsun, kadın hakları, erkeğin kadın üzerindeki hakları, anne baba hakkı, yöneticinin hakkı, hayvan hakları, haklar hiyerarşisi gibi daha pek çok hak ve hak kavramıyla sık sık karşılaşıyoruz. Ama bunlar arasında öyle bir hak var ki onu hiç kâle almıyoruz: Çocuk hakları…

“Çocuğun da hakkı mı olurmuş?” demeyin, hadi şu güzel hikâye kitabını temin edin.

Güneşin battığı yerlerin ötesinde Pamuk Ülke adı verilen bir krallık varmış. Her yer pamuk tarlaları ve koyun sürüleriyle doluymuş. Kral ve Kraliçenin uzun süre çocukları olmamış. Krallığın devam edebilmesi için çocuk sahibi olmaları gerekiyormuş. Sonunda Kraliçe bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Ama çocuk öyle çelimsiz, öyle soluk tenliymiş ki… Çevredekiler bu çocuğun özel bir çocuk olduğunu ve hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğunu söylemişler. Çabuk hastalanabileceğini ileri sürerek anne babayı bilgilendirmişler. Güneş ışınlarından bile zarar görebileceğinden dışarıya hiç çıkarılmamasını tavsiye etmişler.

Kral ve Kraliçe bu tavsiyeye uymuş. Üstelik sarayın tüm duvarlarını soğuk gelmesin, kafasını vurup acıtmasın diye pamuklu ve yünlü kalın kumaşlarla kaplamışlar. Renkli kumaş kullanmayı da ihmal etmemişler ki oğlanın içi kararmasın. Pencerelere duvarlar örülmüş, kapılar sıkı sıkı kapatılmış. Kitaplar da bundan nasibini almış tabii. Kraliçe hepsini toplatmış, “Yavrum kitaplarda kaçırdığı dış dünyayı görürse üzülür.” diye düşünmüş. Fakat iki şeyi düşünen hiç olmamış. Biri çocukların hareketsiz kalamayacağı, bir diğeri de insanların konuşmadan duramayacağıymış… İşte çocuk bu hareketliliği ve konuşan herkesi cankulağıyla dinlemesi vesilesiyle bir şeyler öğrenmeye başlamış. Ancak duyduklarını hiç görmediği için, anladığı şey ile gerçek arasındaki uçurumu kapatamamış. Muhafızlardan birinin bayram şenliklerini anlatırken, “Çayırlar çocuklarla dolup taştı. Büyükler güneşlenirken çocukların suya nasıl dalıp çıktığını görmeliydin…” dediğini duyan Pamuk Çocuk, diğer çocukların küvete dalıp çıktığını hayal etmiş. Çünkü başka neye dalınıp çıkıldığını hiç görmemiş. Günler akıp gitmiş. Tâ ki baca temizleyicisiyle karşılaşana kadar. Onunla aralarında kısa bir diyalog geçmiş ve baca temizleyicisi bacaya tırmanarak gözden kaybolmuş. Bizim ufaklık da onu takip edip bacaya ulaşmış. İlk kez rüzgârı hissetmiş. Kar yağışını ve kartopu oynayan çocukları görmüş. Bacadan hızla inip onların arasına karışmış. Kral, oğlunun sesinin dışardan geldiğini duyunca telaşa kapılmış. Kapıları açtırdığında korkulacak bir şey olmadığını anlamışlar. Çocuk sapasağlammış. Tek bir fark varmış: Mutluymuş…

Öyle güzel bir son ki kısa bir öyküde de geçse bir çocuğun mutluluğu sizi de sarıyor. Kral ile Kraliçe pek de abartmış. Elbette bunu çocuklarını koruma içgüdüsüyle yapmışlar. Fakat amacımızın doğru olması, yaptığımızı meşrulaştırır mı?

Oyun, çocuğun hakkıdır. Bu hakkın yaşa ve oyunun içeriğine göre elbette sınırları vardır. Fakat kimse onu bu haktan mahrum bırakamaz. Bırakmamalıdır.

Oyun, çocuğun işidir. Onunla anlar, öğrenir, bozar, düzeltir, çatışır, yatışır, tanır… Buna engel olmak çocuğun hayatını karartır. Bilişsel, bedensel ve hatta ruhsal gelişimini sekteye uğratır.

Oyun, çocuk için en güzel terapidir. Korkularını oyunla yansıtır, acılarını regüle eder, anlamadıklarını tekrar tekrar canlandırarak anlamlandırır. Şu ân birçok terapist bu yolla çocukların travmatik sıkıntılarını tedavi etmektedir.

Bu kadar önemliyken oyun, aramızda Kral ve Kraliçenin yaptığı kadar olmasa da çocuğuna engel olanlar ne yazık ki vardır. Çocuğa kızmayagörsün anne babalar, cezayı hemen oyuna keserler. Oyun haklarını engellerler.

Güvenilir bulmadıkları için sokağa salmazlar. Evin içinde oynatmazlar. Dağıldı, kırıldı, çizildi derler… Parka götürmezler, götürseler de bir rahat vermezler. Üstün kirlendi, kavga etme, hırkanı çıkarma… diyerek birçok kez müdahale ederler. Bazıları da benim gibi çocuğunun parkta oyun oynamak yerine oturmasına ifrit olur. “Kalkıp oynasana.” der, yavrusunun oynayan diğer çocukları izlemesinin de bir kazanım olduğunu unutur. Bıdı bıdı yapar durur.

Yani anlayacağınız bir tat vermeyiz onlara. Alırız ellerinden en önemli meşguliyetlerini. İşte olduk mu Kral ve Kraliçe gibi…

Kitapta çocuğun, saray çalışanlarının konuşmalarına kulak kabarttığı bölümlerde çok güzel çizimler ve diyaloglar var. Ben birini aktardım. Dış dünyayı görmeyen çocuğun, duyduklarını gözünde canlandırmasına gülmeden edemiyorsunuz. Bu, güzel bir ders veriyor insana. Görmediği bir konuda tam manasıyla bilgi sahibi olamaz insan. Duyarsın, görürsün ve kalbinle (beyninle) de anlamlandırırsın. İşte bu, bilgidir ve insana fayda verir. Rabbimiz de Kitab’ında bize bunu öğütlemektedir:

“Bilgin olmayan şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp (gördüğünden, duyduğundan, niyetlenip azmettiğinden) bunların hepsinden sorumludur.”[1]

Ayetin teferruatı var elbette. Bize bakan yönü ise kulak, göz ve kalbin art arda sıralanmasındaki ve birlikte verilmesindeki hikmette yatmaktadır. Yalnız görmek yetmez. Üç duyunun da yeri ayrıdır. Ancak birlikte kullanılırsa insanı aydınlatır, öğretir, eğitir. Aksi, eksiktir. Birçok alanda bu eksik bilginin felaketini yaşarız. Bir şey duyarız. Düşünmeden aktarırız. Görmeden, duyduğumuza inanırız. Oysa bundan sakınmalıyız.

Biz bir duyumuzun verileriyle hareket edince yanlış yapıyoruz da küçük yavrularımız nasıl hata yapmasın. Bir şey söylüyoruz ona, tam tersini yapıyor. İnadımıza yaptığını düşünüyoruz. Topla diyoruz, getir diyoruz, çalış diyoruz… Bambaşka ürün veriyor. Kızıyoruz… Söylediklerimizi kendi dünyasında nasıl anlamlandırdığını hesaba katmıyoruz. Eksik anlamış olabileceği ihtimalini hiç gözetmiyoruz.

Son olarak, prens de olsa çocuk çocukla mutludur. Çocuklarımızın haklarına sahip çıktığımız gibi arkadaşlarına da sahip çıkalım.


[1]. 17/İsrâ, 36

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver