Ortadoğu’ya Sıçrayan Kan: Safevi İran

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selam, O’nun Nebisine, pak ailesine ve seçkin ashabının üzerine olsun.

Osmanlı’nın yıkılışından bu yana Ortadoğu karışıklık, istihbarat oyunları ve kanla anılır oldu. Bu topraklarda sükûnet ve barış, iki savaş arası verilen molalarda ya da müzakere süreçlerinde mümkündür. ‘Arap baharı’ diye isimlendirilen süreçle beraber, son yüzyılın en karışık ve sıkıntılı günleri yaşandı. Önümüzdeki yüzyılı etkileyecek, sıcak ve her gün değişen gelişmeler yaşanmaya devam ediyor. Etnik ve dinî nüfusun kitlesel olarak göçe zorlandığı, buna bağlı olarak güç dengelerinin değişmesi ya da bölgede daha önce asli aktör konumunda olmayan güçlerin süreci direkt etkileyecek ve yönlendirecek bir konum elde etmesi, bu gelişmelerin birkaçıdır.

Bunların yanında en dikkat çekici olanıysa, İran’ın süreçte aldığı pozisyon ve olaylara müdahalesiydi. Bu ayki yazımızın da konusunu oluşturacak olan bu gelişme, yaşanan sürecin ana mihverini oluşturmaktadır. İran ne istemektedir? Bütün bir İslam dünyasını ve özelde Sünni âlemi karşısına almayı nasıl göze almıştır? İran’ın bölgede bu kadar etkili olmasını sağlayan şey nedir? Devrimle beraber tüm dünyanın inandığı İran-Batı düşmanlığı, İran’ın vahdet çağrıları yalan mıydı? Ve daha birçok soru zihinleri meşgul etmekte, kalem erbabının köşelerini bu içerikte yazılar oluşturmaktadır.

‘Tarihini bilmeyen insanlar, içinde bulundukları günü anlayamaz ve gelecek inşa edemezler’ vecizesinden yola çıkarak İran’ın, İslamlaşma(!) sürecinden bu yana yaptıklarına bakmak gerekir.

İran, yani bir zamanlar dünyanın iki büyük gücünden biri olan Sasani İmparatorluğu, Ömer radıyallahu anh döneminde bitirildi. Kadisiye Savaşı, onların Farisi varlıklarına son vermiş, önlerinde tertemiz bir sayfa açmıştı. İslam dinine davet edilmiş ve kurtuluş diniyle tanışmışlardı. Ancak onlar, hiçbir zaman bunu bir nimet olarak görmediler. İslam’la tanışmış olmaktan ziyade büyük imparatorluklarının yıkılmış olmasını dert edindiler. Zorunlu olarak kabul ettikleri İslam’ın öğretilerini, asli kaynaklarından öğrenmeye yanaşmadılar. Eski kültürlerini İslam altında yaşattılar ve genelde Araplara, özelde Ömer’e kinlerini canlı tuttular.

Ömer’i radıyallahu anh katleden Mecusi Ebu Lulu’nun türbesi, İran’ın Keşan vilayetinde bütün ihtişamıyla durmaktadır. Bir zamanlar baskılar sebebiyle kapatılan türbe, 2007 yılında İran Kültür Bakanlığı’nın restorasyon çalışmaları sonucunda tekrardan açılmıştır.

İslam’ı kabul ettikten sonra Şii akidesini seçtiler. Bu, onların ehli beyt sevgisinden ya da Ali’nin radıyallahu anh mazlumiyetine inanmalarından değildir. Öyle olsa Hüseyin’i radıyallahu anh yardımsız bırakıp Emeviler tarafından katledilmesine göz yummazlardı. Onların bu akideyi kabul etme nedenleri veya daha doğru bir ifadeyle, ortaya atma sebepleri; İslam ve İslam’ın şahıslarında müşahhaslaştığı sahabeye düşmanlıktır.

Kabul ettikleri akideye göz atıldığında, tüm akaid ilkeleri; Allah’a, Rasûlüne ve Kur’an’a eksiklik izafe etmekte, daha açık bir ifadeyle İslam’a zarar vermektedir. Elimizde bulunan Kur’an’ı tahrif edilmiş kabul eden, sahabenin çoğunluğunu tekfir eden ve imamların masum olduğuna inanan, Peygamberlerin vazifelerinde başarıya ulaşmadıkları, mutlak başarının ahir zamanda kendi imamlarının/beklenen Mehdi’nin gerçekleştireceğine itikad ederler.

Bu akideye göre;

Allah subhanehu ve teâlâ, açıkça halifeyi belirtmemiş ve İslam’ın asıllarına dair bir meseleyi kapalı bırakmıştır. Böylece ümmeti en önemli meselede karışıklık içinde bırakmıştır. Hakeza işleri ümmete en açık hâliyle bildirmekle mükellef olan Peygamber de sallallahu aleyhi ve sellem bu vazifeyi yerine getirmemiştir. Ki bazı Şii âlimleri, bunu açıkça dillendirmektedir. Bazısı Peygamberin tüm adalet kavramlarını tatbik edemediğini (https://www.youtube.com/watch?v=ptXbzrs3QlU) kimi de ümmete açıkça Ali’yi radıyallahu anh tavsiye etmediği için hatalı olduğunu söylemektedir. (https://www.youtube.com/watch?v=yNHOWmzTn8c)

İndirdiği Kur’an’ı muhafaza edememiştir. Kur’an’dan açık hükümler halife eliyle çıkarıldığında -ki onların iddiasına göre on bine yakın ayettir- Allah müdahalede bulunmamıştır. (Bu akide, Şia’nın en temel kitaplarında mevcuttur. Başta Usul El-Kafi olmak üzere, Şia için asli kaynak kabul edilen kitaplarda elimizdeki Kur’an’ın eksik olduğuna dair onlarca rivayet vardır. Humeyni de ‘Keşfu’l Esrar’ adlı eserinde tahrif iddiasını yenilemiştir.

Zannedildiği gibi bu, Şia’nın geçmişte kalan bazı sapkınlarının akidesi değildir. Günümüze kadar yaşayan ve Rafızi İran’ın savunduğu akidedir. Şia, bunun karşısında ne yapıyor:

a) İlk zamanlar, tercüme ettikleri kitaplardan bu rivayetleri ve Sünniler tarafından kabul görmeyecek diğer inançlarını çıkarıp tercüme ettiler. Humeyni’nin kitapları, buna örnek gösterilebilir.

b) Bazı araştırmacılar, bu rivayetleri kaynaklarıyla beraber izhar ettiklerinde onlara suikast düzenleyip susturmaya çalıştılar. İhsan İlahi Zahir isimli âlimin, Şia’nın asli kaynaklarını tarayarak derlediği kitaplar, dünyada infiale neden olunca, onu Cuma hutbesinde katlettiler.

c) Kitle iletişim araçlarının yayılmasıyla beraber, mızrak çuvala sığmamaya başladı ve tüm İslam âlemi, Şia’nın bu necis itikadından haberdar oldu. Bundan sonra farklı fraksiyonlar ortaya çıktı.

– Takiyyenin zamanının bittiği, hakkın açıkça söylenmesi gerektiğini söyleyenler: Şirazi ekolü ve onların temsilcisi Yasir Habib, buna örnek gösterilebilir. Özellikle İran’ın takiyye içerikli açıklamalarından sonra bizzat Humeyni’nin eserlerinden sahabe hakkında söylediklerini ifşa ederek Hamaney ve Nasrallah’ın yalan söylediğini ve fasık olduklarını ilan etti.

– Takiyyeye devam eden ve ‘Hiçbir Müslüman, Kur’an’ın tahrif olduğunu söylemez ‘minvalli açıklamalar yapanlar: İran’ın ve Hizbullah’ın resmi tutumu buna örnek gösterilebilir. Ancak bu rivayetlerin bu kitaplarda neden var olduğu, bu kitapların neden asli merciler kabul edilip ilmî havzalarda okutulduğuna dair nedense tek kelime etmiyorlar. Kur’an’ın tahrif edildiği iddiası küfürse, neden küfür içeren kitaplar İslam akaidi diye basılıp okutulur hususuna açıklık getiremiyorlar. Bazen de Ehli Sünnet’in yanında var olan neshin de aynı manaya geldiğini söyleyerek, şecaat arz edeyim derken sirkatin söylüyorlar.)

Yine risalete arkadaş ve yardımcı olarak seçtiği ashab da hain çıkmıştır. ‘Ğadir hum’ olayında Ali’nin velayet ve hilafetini duymalarına rağmen, ona haset etmiş ve bunu gizlemişlerdir. Ali, hilafete gelince de başta Aişe annemiz olmak üzere Talha ve Zübeyr radıyallahu anhum ortaklığında ona komplo kurmuş ve savaş açmışlardır.

Bu, onların inandıkları akide ve bu akidenin gerekleridir. Şia’nın İslam dininden anladığı budur. Olaya bu zaviyeden bakınca şunun sorulması kaçınılmazdır: Yaradanıyla, Nebisiyle, kitabıyla ve en seçkinleriyle bu denli problemli olan bir dine, insan niye intisap eder ki? İşte Şia’nın İslam’la bağı budur. Ve bu nedenledir ki, ilk günden beri sadece ehli İslam’la savaşmış ve onların düşmanlarının yanında yer almışlardır. Tarihinde asli kâfir topluluklarla zorunluluk ve müdafaa dışında hiç savaşı olmayan Safevi/Rafızi İran’ın tüm mücadelesi, Sünnilerle olmuştur. İran’ın tarihine seri bir şekilde göz atıldığında, ilk olarak şu hadiseler göze çarpmaktadır:

Haçlıları Kudüs’e musallat eden, Fatımi Şiilerdir. Selahaddin-i Eyyubi’nin, Nureddin Zengi’yle beraber Kudus’ü kurtarmak için kurdukları uzun soluklu plana, Fatımiler’e sızmakla başlamalarını doğru okumak gerekir. Selahaddin ve N. Zengi’nin, Fatımilerden ve Mısır’dan işe başlamaları; onların, Haçlı varlığı ve Kudüs’e musallat olmalarına dair doğru okuma yapmalarındandır.

Tatarlar/Moğollar’ın İslam âlemine girmeleri ve Müslümanların halifesini öldürmelerine sebebiyet veren iki şahsiyet, Şii İbnu’l Alkami ve yardımcısı Abdulhamid b. Ebi-l Hadid’dir.

– Vatikan’a mektuplar yazarak Osmanlı’ya karşı birleşme ve savaş çağrısı yapanlar da Safevi İran’dır. Vatikan’ın resmi yazışmaları, bu tarz taleplerle doludur. Birçok tarihçinin tespitiyle, Osmanlı’nın Batı dünyasına başlattığı fetih hareketinin tüm Avrupa’ya yayılmamasının nedeni, Safevi İran’la yaşadığı sorunlardır. Osmanlı ne zaman Batı’ya yönelse, arkasından iş çeviren İran nedeniyle rahat hareket edememiş, orduları geri dönmek zorunda kalmıştır.

Amerika’nın Afganistan’a başlattığı işgalin harekat planını Rafızi İran hazırlamıştır. Yöneticilerinden Hatemi, bunu açıkça dillendirmiş ve İran’ın yardımı olmadan NATO’nun başlattığı işgalin başarıya ulaşamayacağını ifade etmiştir. ( https://www.youtube.com/watch?v=yvgQBi5Z7Bg)

ABD’nin Irak işgalinde, en yüce merci kabul edilen Sistani’nin ‘İşgalcilere karşı savaşalım mı?’ sorusuna verdiği cevap, hâlâ akıllardadır. Aynı Sistani’nin İslam Devleti’ne karşı yapılan savaşta tüm Şiileri savaşa çağırması da hatırlatılmalıdır. Nedense imamın olmaması, İD’yle savaşmaya engel olarak görülmemiştir.

Çeçen zülmü karşısında ‘Rusya’nın içişleri’ diyerek yüz çevirmesi, Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı zulümleri görmemezlikten gelmesi de eklenmelidir.

Bütün bunlara bakıldığında ‘Bugün İran, ‘Zamanın Yezidi’nin yanında, günümüz Kerbela’sı olan Suriye’de, mazlum Suriye halkına karşı ne arıyor?’ sorusu, cevabını bulmuş olur. İran, Suriye’de akidesinin gereğini yapmakta ve Sasani İmpartorluğu’nun intikamını, Sünnilerden almaktadır.

Bu durum, Tevhid ve Sünnet akidesine sahip olan insanlar açısından yeni değildir. Rafızi İran’ın akidesi ve ne hedeflediği, insanlara anlatıldığında; tepki gösteriyor ve bunun İslam Devrimi (!) karşısında bir ABD projesi olduğu anlatılıyordu. Oysa devrimle başlayan süreç, İran’ın neyi hedeflediğini ortaya koymuştur. Dilde ‘ne Sünnilik, ne Şiilik, sadece İslami vahdet’ sloganları olsa da, devrim sonrası yapılan icraatlar, bu söylemleri yalanlamıştır. İlk olarak anayasalarına 12. madde olarak şu hükmü eklediler:
‘İran’ın resmi dini İslam’dır ve resmi mezhebi Caferi’dir. Bu prensip sonsuza kadar değişmeden kalacaktır.’ Bu maddeyle, İslam âleminde oluşacak tepkileri dindirmek içinse maddeye şu yalanı eklediler: ‘Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve Zeydi gibi diğer mezheplere saygı duyulur ve onların takipçileri (mensupları) ibadetlerini yaparlarken kendi hukuklarına tabidirler. Bu mezhepler, dini eğitimi devam ettirmede, evlilik, boşanma, miras gibi kişisel işlerde ve bunlarla ilgili davaların mahkemelerde açılmasında resmi bir statüye sahiptirler. Bu mezheplerden birinin çoğunluğu oluşturduğu bir bölgede, yerel meclisini hukuksal sınırlar içinde çıkardıkları yerel düzenlemeler, diğer mezheplerin mensuplarının haklarına zarar vermeden, kendi fıkıh mezheplerinin kurallarına uygun olarak çıkarılır.’ Ancak maddenin ilk kısmı yürürlükteyken ikinci kısmı vakıada hiç görülemedi. Asli küfür ülkelerinde dahi insanlara cami veya mescid izni verilirken, İran’da sünnilerin ibadet edebileceği ve sünni bir imamın namaz kıldırdığı bir cami yoktur. Var olanlar da devrim sonrası, ‘Vahdet taraftarı(!) Rafızi İran’ tarafından yerle bir edilmiştir.

Devrimin hemen sonrasında, beraber devrim yaptıkları Sünni âlimler hapsedilmiş ve İran zindanlarında katledilmişlerdir. Özellikle Sünni Kürtler, bunun için bir misal teşkil edebilir. 1977’de ‘Mekteb-i Kur’an’ hareketini kuran Sünni Kürt Âlimler, devrim sürecinde aktif rol aldılar, Humeyni’nin Rafızi akidesini unutup ona tam destek verdiler. Devrim sonrasında verilen sözler unutuldu ve İslami olmaktan ziyade Şii bir sistem tesis edildi. Âlimler bunu dillendirdiklerinde ve verilen sözlerin yerine getirilmesini istediklerinde kimisi suikasta uğradı, kimi de zindanlara atıldı.

Devrim öncesinde Sünnilerin bazı eleştirileri için ‘Bunlar Şia içinde aşırı gruplardır, biz de bunların yaptıklarını tasvip etmiyoruz’ diyerek cevaplayan takiyyeci Rafıziler, devrim sonrasında bu aşırılıkları devlet eliyle resmileştirdiler. İran’da çocuklara seçkin sahabelerin isimlerinin konması yasaktır ve resmi evraklara kaydedilmemektedir. Çünkü resmi isim defterinde sahabe isimleri yoktur!

Buradan şu sonuca ulaşabiliriz:

Bir topluluğu değerlendirirken, asli unsur akide olmalıdır. Rabbiyle münasebetinde problemli olan insanların, insanlar ve topluluklarla münasebetleri de problemli olacaktır. Hataları karşısında vahye dayalı bir tutumdan ziyade mezhepçi ve grupçu bir yaklaşıma sahip olanlar, İslam’ın özü olan sıdk ve samimiyetten yoksundurlar. Amaçları Allah’ın kelimesinin yüce olması değil, mezhep ve gruplarının isminin yücelmesidir. Bu da: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” ayeti gereğince, Müslümanların dikkatli olması gereken bir durumdur.

Başkentlerin İran’la imtihanı:

Buna dair İran’da azınlıklardan sorumlu Cumhurbaşkanı yardımcısı Ali Yunusi’nin şu sözlerine bakalım:

‘…’Bağdat, bizim başkentimizdir’ dedi. İranlı öğrenciler ajansı İSNA’nın haberine göre, ‘Büyük İranlı Kimliği Konferansı’nda konuşan Yunusi, İran kültür coğrafyasının, Çin sınırından Hint altkıtasına, Kuzey Kafkasya’dan Basra Körfezi’ne ulaşan coğrafyayı kapsadığını savundu. Kültür, medeniyet, din ve İranlılık ruhunun ‘Büyük İran’ coğrafyasına yayıldığını söyleyen Yunusi: ‘Bu bölgede doğal bir birliktelik söz konusudur. Her ne kadar bazı farklılıklar, birleşmeyi engellese de, gerçekte İran coğrafyası, Çin sınırından bugünkü Afganistan ve Pakistan’a, Kuzey Kafkasya’dan Fars (Basra) Körfezi’ne kadar olan coğrafi alanda yer alır’ değerlendirmesinde bulundu. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun ‘İran, dört ülkeyi yuttu’ açıklamalarının bizzat Netanyahu’nun bölgedeki ‘İran’ın büyük etkisini itiraf’ anlamına geldiğini belirten Yunusi: ‘Irak şu an sadece medeniyet etkimiz altında olan bir ülke değil. Kimlik, kültür merkezimiz ve başkentimizdir. Bu, dün olduğu gibi bugün de böyle. Çünkü İran-Irak coğrafyası ve kültürünün birbirinden ayrılması mümkün değil. Biz ya birbirimizle savaşmalı veya bir olmalıyız’ şeklinde kaydetti…’

Bu açıklamasında Yunusi, neyle övünüyor veya kimlere meydan okuyor:

Şüphesiz, ilk meydan okuduğu Türkiye’dir. Burada 1638-39 yıllarında Osmanlı’nın, Bağdat’ı İran’dan almasına vurgu vardır. İran’ın siyaseten Irak’ı kendinden bağımsız görmediğine ve bu toprakların, İran’ın hakkı olduğuna gönderme ve açık bir meydan okuma vardır.

İkinci olarak, İran’ın bunun dışında üç ülkede varlığına ve orada bulunan Şii hareketlerin, İran’ın yönlendirmesiyle hareket ettiği teyit edilmiştir. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen, bu ülkelerdir.

Lübnan’da İran;

İran, Lübnan’da bulunan Şiileri, Şii Emel hareketi çatısı altında Musa Sadr liderliğinde örgütledi. İran’a bağlı olarak çalışan bu yapının yaptıkları ve oluşan kötü algıyı yıkmak için hareketin ismi İslami Emel hareketi olarak değiştirildi. Ancak bu değişikliler pek faydalı olmadı. Çünkü Lübnan Şiileri’nin, İran’ın yönlendirmesiyle işlediği cürümler, isim değişikliğiyle örtülecek cinsten değildi.

1985’te Şii Emel hareketi, Lübnan’da bulunan Filistin kamplarına yönelik saldırılar başlattı. Tam bir ay süren bu saldırılar sonrasında üç bine yakın ölü, binlerce yaralı ve kullanılmaz hâle getirilen kamplar, geride kaldı. Sürekli ‘ABD büyük, İsrail küçük şeytan’ diye slogan atan İran’ın, İsrail’e karşı kurulmuş direniş kamplarına neden saldırdığını izah etmek, mümkün değildir. Bu durum karşısında bazı duyarlı Şii âlimler, İran’ı ziyaret edip bu duruma müdahale etmelerini, en azından bir kınama yayınlamalarını talep etti. Maalesef İsrail düşmanı Humeyni, böyle bir kınama yayınlamaya yaklaşmadı. Humeyni’den sonra devrimin başına geçeceği düşünülen Ayetullah Muntazari, bunun şer’i açıdan caiz olmadığına dair bir fetva ve kınama yayınladı. Bu da gerekçeler arasında var olmakla beraber, başka gerekçeler de bahane edilerek görevinden azledildi. Vefat ettiği tarihe kadar da, İran rejimine muhalif olarak yaşadı.

İran’ın Ortadoğu’daki ordusu olan Hizbullah, Emel hareketinin devamı olarak doğdu. Hizbullah’ı kuran kadronun çoğu, aynı zamanda Emel’in yöneticisiydi. Bazı bölgelerde Emel örgütüyle çatışmak zorunda kaldı. Özellikle İran’dan aldığı maddi, askerî ve siyasi destekle kısa sürede bölgede en büyük Şii hareket hâlini aldı. İran’ın açıktan desteği ve Hizbullah yöneticilerine dinî yetkiler vermesiyle de tartışmasız bir örgüt hâline geldi.

Bu hareket, her şeyinde İran’a bağlı olarak hareket etmektedir. Hatırlanacağı gibi Lübnan Hizbullahı’nın Suriye’deki varlığına tepki gösterildiğinde, Nasrallah bunun kendi kararları olmadığını ve her şeyleriyle İran rehberliğine bağlı olduklarını dillendirmişti.

Suriye ve Irak’ta İran:

Devrimden bu yana, Suriye’nin İran’la ilişkileri her zaman olumlu olmuştur. Özellikle Irak-İran savaşında İran’a destek veren ender ülkelerden birinin Suriye olması, bu dostluğu iyice pekiştirmiştir. Aslında Hama katliamı, İran’ın gerçek yüzünü ortaya çıkarsa da, çoğu İslami kesim bunu anlamamakta direnmiştir. Sadece Hama’da elli bine yakın insan katledilip, kadınların namusları kirletildiğinde İran, Suriye’nin yanında yer almış ve kâfir Baas karşısında devrim yapmak isteyen kesimi, ‘Batı ajanı’ olmakla suçlamıştır.

Kendi dinlerine göre bile kâfir kabul edilen Nusayrileri, aynı mezhepten olma hasebiyle kendi mezheplerinden olmayan mazlumlara tercih etmişlerdir. Elbette İran bunu, Rasûl’ün Hudeybiye Antlaşması’ndaki tavrına ve kendileriyle Suriye arasındaki birtakım anlaşmalara ve antlaşmaya bağlılığın farziyetine vurgu yaparak meşrulaştırmaya çalışmıştır. Ancak bir kavmi yardımsız bırakmak başka, onları ajanlıkla ve Batı adına hareket etmekle suçlamak başkadır.

Bugün İran’ın Suriye’deki varlığı da böyledir. İlginçtir ki Suriye’yi direnişin merkezi kabul eden İran, burada var olan savaşın, İslam ve Siyonizm arasında olduğunu iddia etmekte, direniş gruplarının ABD’nin projesi olduğuna vurgu yapmaktadır. Bununla beraber, Irak’ta ABD ile aynı safta durmakta ve onların projesinde onlara yardımcı olmaktadır. Bu yaman çelişkiyi izah etme gereği dahi duymamaktadır.

Daha ilginç olanıysa yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Amerika’nın Irak işgalinde ‘direnişin caiz olmadığına’ fetva veren ve bunu da Mehdi’nin olmayışına bağlayan Şia, Sünni cepheye karşı seferberlik ilan etmiş ve insanları savaşa çağırmıştır.

Başından bu yana Amerika’yla ortak hareket eden Şia, bunun karşılığı olarak Irak’ta yönetimi ele aldı. Maliki iktidarı döneminde, ülkeyi Şiileştirmek adına birçok adımlar atıldı. Bugün Irak’ta var olan fiilî durum, Maliki yani İran politikalarının ürünüdür.

Var olan karışıklık, İran için bir fırsata dönüşmüştür. Normal zamanda işgal olarak kabul edilecek girişimler, sıradan olaylar olarak algılanmakta ve İran her geçen gün Suriye ve Irak’taki işgal ağını genişletmektedir. Hizbullah ve İranlı askerler, Suriye’de Esad askerlerinden daha fazladır ve savaşı onlar yönetmektedir. Birçok direniş grubu, Esad askerleriyle savaşmadıklarını, savaşın daha çok İranlı askerler ve Hizbullah milisleriyle olduğunu beyan etmişlerdir.

Irak’ta ise geçen ay son olarak 30.000 asker sevk ettiğini, İran açıklamıştır. Bölgede bulunan Şii halkı, yaklaşan Sünni tehlikesine karşı uyarıp onları da silahlandıran İran, Irak’ı tam anlamıyla askerî olarak işgal etmiş durumdadır. Siyaseti elinde bulunduranın yeterli olmadığına inanan İran için Arap baharıyla başlayan ve her geçen gün daha karışık hâle gelen bu durum, bir işgal fırsatına dönmüştür.

İran’ın birçok cephede fiilî olarak savaş başlatmasını, onun sonu olarak gören analizciler, bir noktada yanılmaktadır. İran hiç beklemediği bir sürecin içerisine girip, zorunlu bazı girişimlerde bulunmamaktadır. Kendi kontrolünde ve zaten yapmayı hedeflediği bir süreci yakaladığına inanmakta ve önceden hazırlığı tamam olan bir süreci uygulamaya geçirmiş bulunmaktadır -Rabbimizden temennimiz Rafızi İran’ı necis akidesi ve hain siyasetiyle beraber tarih sayfasından silmesidir.- Haritadan bakıldığında Şiilerin ülkelerdeki varlık durumu, hilali andırdığından ‘Şii Hilali’ diye isimlendirilen durum, muhalifler tarafından bir isimlendirmeden ibaret olsa da İran için çok daha fazlasını ifade etmektedir. Bu ülkelerin tümünde desteklediği, İran’da eğitip silahlandırdığı askerî örgütleri, siyasette onlar adına çalışan siyasetçileri ve Şii propaganda yapan din adamları mevcuttur. Tüm bu hazırlıklar, bugün fiilî olarak var olan durumun ön hazırlıklarıdır. Sadece İran’ın çok daha zor olacağını düşündüğü bu durum, Arap baharıyla beraber kolay hâle gelmiş ve parça parça olmaktan öte bir bütün olarak icraata konmuştur.

Yemen’de İran:

Yemen’de bulunan Şia’nın çoğunluğu, Zeydiler’den oluşmaktaydı. Zeydilik, genel olarak Ehli Sünnet’e en yakın ve Şiiler içerisinde en mutedil fırka olarak kabul edilmektedir. Yemen Şiileri, Rafızi İran’ı ve on iki imam akidesini aşırı bulmakta, özellikle sahabe tekfiri hususunda onlara tepki göstermektedir.

Ancak bu durum son otuz yılda ciddi bir değişim göstermiştir. Yemen’de en büyük Zeydi aşiretlerden olan Husiler’in lideri Bedruddin El-Husi, devrimden sonra İran’la irtibata geçmiş ve mezhep değiştirmiştir. Rafıziliği kabul eden Husiler, kısa zamanda Yemen’de büyüyüp güçlendiler. İlk başta ‘Genç Müminler Hareketi’ olarak kurulan İran destekli bu oluşum, zamanla aşiret ismiyle anılıp ‘Husiler’ diye isimlendirildiler. Bölgede bulunan diğer Zeydi gruplar ilk başta, mezhep değiştirdikleri için bu yapıya karşı gelse de, planlı yapılan propaganda çalışmaları ve aşiretlere sağlanan maddi desteklerle çoğu Zeydi grubu yanlarına aldılar. Bu arada Hüseyin Bedruddin El-Husi’nin oğlu Abdulkerim El-Husi, İran’da ve Lübnan’da uzun süre kalmış, dinî, siyasi ve askerî eğitim alarak ülkesine dönmüştür. Hareketin lideri olan bu şahıs, özellikle Husiler’in silahlanması ve düzenli birlikler hâline gelmelerini sağlamışlardır. Şu an bölgede İran’ın silahlı gücü oldukları, taraflar tarafından kabul edilmekte ve açıkça dillendirilmektedir. Hamaney’in dışişleri danışmanı Ali Ekber Velayati, Hizbullah’ın Lübnan’da oynadığı rolü, Husiler’in Yemen’de oynayacaklarından ümitvar olduklarını açıkça dillendirmiştir. Ve şu anda Şam, Beyrut ve Bağdat, fiilî olarak işgal altında olduğu gibi, San’a da fiilî olarak Husiler’in işgali altındadır.

Burada asıl dikkat edilmesi gereken mesele şudur: Şii Husiler’e karşı mücadele eden ve yaklaşan tehlikenin farkında olan tek ciddi yapı, El-Kaide’ye bağlı olan Ensar Eş-Şeria hareketidir. Ancak Husiler San’a’ya doğru ilerlerken yollarına çıkacak direniş hattı, ABD’nin insansız uçak saldırılarıyla engellenmiş ve yol güzergâhında bulunan grupların direniş hattı kırılmıştır. Yani Irak’ta Şia’nın önünü açıp iktidara taşıyan ABD, Yemen’de de aynısını yapmış, başkenti ele geçirme operasyonunda yollarını havadan destekle temizlemiştir.

İran, NATO’nun Afganistan işgaline verdiği desteğin karşılığını mı alıyor yoksa Sünni dünyaya reva gördükleriyle; Batı’dan: ‘Biz dahi bunların İslam’a vereceği zararı veremeyiz’ düşüncesiyle mi yardım görüyor orasını bilemiyoruz. Tek hakikat, İran’ın karada var olduğu her yerde havadan büyük şeytanın desteğini aldığı ve idarenin kendisine teslim edildiğidir.

Sonuç olarak;

1. İran’ın İslam’ı kabul edişi mecburiyet gereği idi. İslam’a girdikten sonra kabul ettiği akide yani Şiilik, İslami olmadığı gibi tüm esaslarıyla yaratıcıya, dine ve din esaslarına eksiklik izafe etmektedir.

2. Akidevi olarak sıkıntılı olan gruplara bakış açısında, bu (akide sorunu) hiçbir zaman unutulmamalıdır. Rabbiyle münasebetlerinde problemli olanların, insani ilişkileri de problemlidir. Başka bir ifadeyle Rabbine verdiği sözü bozan ve İslam dışında bir yol seçenlerin, insanlara verdikleri sözler de bu ihanetten nasibini alacaktır.

3. İran’ın temel akide esaslarından biri
‘Takiyye’
dir. Muhalif yani onlardan olmayanlara yalan söylemek, caizdir. Doğal olarak İran’ın söylemlerinde esas olan takiyyedir. Belli dönemlerde yaptıkları olumlu bazı açıklamalar ya da gösterdikleri tutumlara aldanılmamalıdır.

4. Sünni kesim için en büyük tehlike, Rafıziliğin temsilcisi olan İran’dır. Irak’ta Maliki hükümeti eliyle icra ettikleri, İran’ın ele geçirdiği yerlerdeki politikasını ve yapacaklarını anlamamıza ışık tutar. Bu anlamda Şii olmayan grupların kimliğinin, İran için önemi yoktur. Tasavvufçusu, Selefisi, akılcısı ya da kelamcısıyla Şii olmayan herkes, onlara göre düşmandır ve tasfiye edilmelidir. Hangi fikre sahip olursa olsun bilinmelidir ki, İran’ın siyasi ve ekonomik olarak genişlemesinin önündeki engel Türkiye, askerî gücünün genişlemesinin önündeki engel İslam Devleti ve Sünni direniş gruplarıdır. Bunların, İran’ın yayılımcı politikalarına ve sinsiliklerine karşı birbirleriyle uğraşmak yerine, ortak bir zeminde buluşmaya gayret etmeleri gerekmektedir. Batı destekli veya Suudi destekli grupları bir kenara koyarsak, Irak ve Suriye’de İran tehlikesine karşı ortak hareket etmek, bir zorunluluktur. Çünkü İran, tek bir yapının mücadele edebileceği ve Acem siyasetine karşı koyabileceği bir güç değildir. Grupların kendilerine güvenmeleri ve savaş azmi taşımaları başka bir şey, vakıadaki gerçekler, başka şeylerdir.

5. Uzun vadeli, disiplinli ve programlı çalışmanın faydası görülmeli, günübirlik çalışmalardan uzak durulmalıdır. İran’ın bugün elde ettikleri, bazılarının yanlış tespitiyle
‘Ortadoğu’nun altın tepsi içinde İran’a sunulması’
değil, İran’ın plan ve programıyla işleyen bir süreçtir. Esefle belirtmeliyiz ki başta direniş grupları olmak üzere, sahada var olan İslami çalışmalarda bu derinlik ve geniş ufuk yoktur. Ya başkalarını taklit ve bir sürece eklemlenme ya da anlık duygularla hareket etme söz konusudur. Bu eksikliklerden ders alınmalı ve ona göre hareket stratejisi belirlenmelidir.

6. İran’ın yayılımcı politikasına dikkat edilmelidir. Bugün kan gölüne çevirdiği coğrafyaların hemen hepsine aynı yöntem ve taktikle girmiş ve fırsatı bulduğunda gizli ajandasındaki faaliyetlere geçiş yapmıştır. Buna binaen İran’a yakın, onlara sempati duyan gruplarla mesafe korunmalı ve mümkün mertebe diyaloga geçerek fesat yaymalarına müsaade edilmemelidir. İran’ın çalışma sistemini şöyle ifade edebiliriz:

İran’a İslam devriminden ötürü veya belli yazarların kitaplarının etkisinde kalarak sempati duyan grupları tespit etmek. Olmadığı yerlerde oluşmasını sağlamak.

İlk etapta aşırı Rafızi görüşlerden uzak, sadece bazı tarihi vakıalar etrafında tartışan, amacı hakkın yanında yer almak olduğuna inandırılan bir müfredat.

Zamanla tarihi olayların etrafında uç görüşler dillendirip, tabanın tepkisini ölçmek. Özellikle sahabe etrafında var olan altyapının zedelenmesini sağlamak. İlk adım olarak, onlar etrafında şüphe oluşturup devamında onları İslamdışılıkla yargılamak.

İmamet anlayışının aşılanması ve bunun, ancak İran’la mümkün olduğuna dair propaganda.

Bunların itikad esası olarak belirtilmesi ve bu itikada uymayan görüşlerin, ilk olarak sapıklıkla, ikinci olarak küfür ve dalaletle itham edilmesi.

Çalışmayı yönlendirecek olanların, İran gezileri vesilesiyle ilgili birimlerle tanıştırılması ve içlerinden yönetici olabilecek olanların eğitilmesi.

Maddi destek ve olanaklarla, yapının ismini ve popülaritesini artıracak faaliyetler yapmasını kolaylaştırmak.

Bu merhalelerin sezildiği gruplar tespit edilmeli ve gereken tedbir alınmalıdır. Bugün Ortadoğu’da var olan Rafızi vahşeti, hususen Irak’ta yaşananlar göz önünde bulundurulmalı ve bu yapıların ileride potansiyel suçları işlemek için İran tarafından desteklendikleri bilinmelidir. Burada kastımız, fiilî müdahale ya da kaba kuvvet değildir. Amacımız bu yapıların deşifre edilmesi, çalışamaz hâle gelecek şekilde topluma tanıtılmaları ve İslami yapıların bunlara karşı birbirlerini uyarmalarıdır.

Hususen Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda bu tarz çalışmaların son dönemde arttığı gözlemlenmektedir. Masum İran sempatizanları olarak görülen veya çoğu yapı tarafından önemsenmeyen bu oluşumların ileride evrilecekleri hâl, bugün Ortadoğu’da mevcuttur. Aynı tecrübeleri tekrar tekrar yaşamak, akıl kârı değildir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver