Bizleri İslam ile şereflendiren Allah’a hamd olsun. Salât ve selam, bu dini en güzel şekilde açıklayan mü’minlere, üsve-i hasene olan Rasûle, ashabına, âl-i beytine, örnekliğe hakkıyla tabi olanların üzerine olsun.
Başarıya ulaşmanın yolu, başarıya ulaşmış insanları taklit etmekten geçer… Bu, insanlığın kollektif akıl, tarihi tecrübeyle vardıkları bir hakikattir. Kendinden önce var olan tüm hayırları kendinde toplayan ve kemale erdiren İslam da bu hakikate işaret etmiştir. İslam’ın en açık ve dikkat çekilen kavramlarından biri ‘İttiba’ kavramıdır. En açık ve bariz yasaklarından biri de ‘İbtida’ kavramıdır. Toplumlar dünya ve ahiret saadetini, İslam’ın model olarak ortaya koyduklarına tabi olarak elde edecek, iki dünyanın hüsranı ise, bu modelleri bırakıp yeni modeller üretmek ve onlara tabi olmakla ‘bidat’ ortaya çıkacaktır.
“Muhakkak sizin için Allah Rasûlü’nde güzel örneklik vardır.” (33/Ahzap, 21)
“İslam’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ve onlara ihsan üzere tabi olanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (9/Tevbe, 100)
İki ayette gayet açıktır. Ahiret yurduna Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızasına ve altından ırmaklar akan cennetlere tabi olanların yolu çizilmiştir. Onlar Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem ve ona arkadaşlık eden sahabeyi örnek alacak ve onlara ihsan üzere tabi olacaklardır. Hatta bu o kadar önemli bir meseledir ki, amellerin kabul şartıdır. Bir insan yaptığı amellerin kabul olmasını istiyorsa önce niyetini ıslah edecek sonra amelini, model ve üsve-i hasene olana benzetecektir. Aksi halde yaptıkları salih amel değil, ateşe yaslanacak yorgunluk olarak isimlendirilir.
“Kimin yaptığı amel bizim yaptığımız üzere değilse o merduttur (reddedilmiş, kabul edilmemiştir).” (Buhari)
Hadisi bu hakikati anlatır. Bugün herkes çözüm arayışındadır. Oysa bu arayış başlangıç itibari ile anlamsızdır. Çünkü çözüm alemlerin Rabbi olan Allah subhanehu ve teâlâ tarafından konmuştur ve hiçbir kapalılık söz konusu değildir. Bir toplumun ihya ve inşası, ancak belli bir yol izleyip, ihya ve inşa olmuşlara tabi olmaktan geçer. Bu arayışın temeli ‘Neyi örnek almalı?’, ‘Hangi metodla ihya olmalıyız?’ şeklinde olmamalıdır. Çünkü bu söz götürmeyecek kadar açıktır. Asıl sorun; ‘Acaba bu örnekliği günlük hayatımıza nasıl aktarmalıyız?’ şeklinde olmalıdır.
Aynı ayetleri okuyan, aynı hadislere muhatap olan iki topluluk, yer ile gök, siyah ile beyaz arasındaki fark gibi farklı neticeler!
Ortaya çıkan bu sonuç farklılığı insanları yeni arayışlara sevk etmiştir. Oysa kaynak arayışı ve model üretimi bir kenara bırakılıp, ‘Acaba doğru taklit edebiliyor muyuz?’ sorusu sorulsa, problem ortadan kalkacaktır.
Bu konuda hiç şüphemiz olmamalıdır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ ortaya koyduğu model en hayırlı olandır. Ancak mühim olan, o modele insanların, doğru şekilde uymasıdır. Bu problem İslam’ın ilk yıllarında zuhur etti. İnsanlar Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının model olduğunu kabul ediyorlardı, ancak bu modeli yaşadıkları hayata, olması gerektiği gibi aktaramayınca farklı sonuçlar elde ediyorlardı.
Bunu fark eden sahabeler insanları uyardılar. Bunun neticesini görebildikleri için bazen sertleştiler. Tabiine öyle sert ifadeler kullandılar ki, sonradan gelen alimler ‘Acaba bizim dönemimizi görselerdi, nasıl tepki gösterirlerdi?’ demek durumda kaldı.
Huzeyfe radıyallahu anh:
“Muhammed’in ashabının yapmadığı amellerle ibadet etmeyin, Allah’tan korkun, çünkü önden gelen geriden gelene söz bırakmamıştır.” diyordu.
İbni Mesud radıyallahu anh:
‘Birinin yoluna uyacaksanız, ölenlerin yoluna uyunuz. Onlar ashaptır. Bu ümmetin en hayırlıları, kalpleri en iyi ve ilimleri en derin olanlardır. Allah onları, Rasûlü’nün arkadaşlığı, dinin size nakledilmesi için seçti. Onların ahlak ve yollarına uyun, çünkü onlar dosdoğru yol üzereydiler.’ diyordu.
İmam Malik rahimehullah:
‘Bu ümmetin sonu ancak başının ıslah olduğu şeyle ıslah olur. O gün din olmayan bugün de din değildir.’ diyordu.
Bize düşen, kaynaklar üzerinde laf kalabalığı yapmak değildir. Çünkü ma’lumun i’lamıdır. Asıl vazifemiz o modelleri ihya etmek ve onlar gibi yaşanabileceğini göstermektir. İnsanlığı bunalımdan kurtaracak yol da budur. ‘Örnekleri güncellemek’ ve hayatın içinde yaşanılırlığını ortaya koymaktır.
Bugün en zorlu ve önemli vazife, birilerinin insanlığa pratik ve hal diliyle problemin aslını göstermesidir. Mesele modelin ne olduğu değildir, mesele modelin güncellenmesi yani yaşanılan hayata uyarlanmasıdır. Bu meseleyi bazı misallerle aydınlatmak daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Bugün Müslüman bir bayan Hatice radıyallahu anha annemizin hayatını öğreniyor. Bu bacımızın Hatice radıyallahu anha annemizi örnek alması için, uzlete çekilmiş, korkarak eve gelen ve ‘Beni örtün’ diye titreyen bir kocaya, onun da ‘Hayır, vallahi’ diye başlayan bir cümle kurmasına gerek yoktur. Hatice radıyallahu anha annemizi örnek almak için bu olayların yaşanmasını beklemek, onu sözde model kabul edip, özde yüz çevirmektir.
Bugün bir kadının eşine ‘Allah seninle olsun, hiçbir şeye ihtiyacımız yok, sen bizi düşünme, Müslümanlar içinde sana ne düşüyorsa onu yap. Ben bu evin bekçisi olur geride kalanları muhafaza ederim.’ demesi, Hatice radıyallahu anha modelini ihya etmektir.
Eşinden sürekli isteklerde bulunup, onu dünyaya sevk eden, korku ve endişeler üretip, onu İslamî çalışmalardan alıkoyan bir kadın, Hatice radıyallahu anha annemizi gözleri yaşlı dinlese de, bu ona fayda vermeyecek, bilakis vebal olacaktır.
Eğer bir bacımız cennet saadetini istiyorsa yol bellidir. Rıza-ı ilahi ve cennet, bu öncülere tabi olmakla elde edilebilir. Onları model olarak ihya etmeli, yaşadığı hayata uyarlamalıdır.
Bir genç kardeşimiz Mus’ab’ın radıyallahu anh hayatını öğrenince duygulanabilir veya Usame bin Zeyd’in radıyallahu anh henüz 18 yaşında sahabeye komutan seçilmesi onu heyecandırabilir. İbni Abbas radıyallahu anh ve İbni Ömer radıyallahu anh daha çocuk denecek yaşta fakihleşmeleri ve büyük sahabelerin onlara soru sormaları ilim aşkı uyandırabilir.
Bu duygular olması gereken duygulardır, ancak hayata uyarlanıp, güncellenmeden hiçbir anlam ifade etmez. Günümüzdekilerin bu örnekleri bilmemesi, -ancak Allah’ın rahmet ettikleri müstesna- böyle gençlerin azlığı, bundandır.
Bir gencin Mus’ab olması için zengin bir anne, dolaplar dolusu elbise, Medine’ye görevli yollanmaya ihtiyacı yoktur. Bir genç; evlilik ve iş hayallerini bir kenara bırakıp, Allah’a subhanehu ve teâlâ dönmekle çağın Mus’ab’ıdır. Emir sahiplerinin önünde diz çöken ve ‘Allah yolunda her işe hazırım’ diyebilmesi, onu Mus’ablaştırır. Diliyle ve amelleriyle olgunluğu, hayata dair değil cennete dair program ve hayallerinin olması, onu Allah’ın subhanehu ve teâlâ razı olduğu gençlerden kılacaktır.
Tüm hayatı evlilik ve iş üzerinden okuyan, gereksiz meselelerle kalbini ve zihnini meşgul eden bir gencin dünyasında ‘Mus’ab’ beş harfli bir kelime olmaktan öteye geçmez. Bugün evini, barkını, aile ve eğitimini, herşeyini terk edip ‘İslam için yaşamaya hazırım’ diyen her genç Mus’ab’tır.
Veya taşkınlıktan uzak, edebiyle göz dolduran, hep hayır meclislerinde bulunan, konuşmayı değil susup öğrenmeyi şiar edinen her genç bir Usame, İbni Ömer, İbni Abbas’tır. Onları model almak ancak onların ahlakını günümüze taşımakla mümkün olur.
Bulunduğu her ortamda gülen, konuşmak için konuşan, insanları güldürme hafifliğini meziyet sanan, hayatı ve dostluğu espri ve şaka üzerinden okuyan bir gencin, bu isimlerle adı dahi aynı cümlede geçemez.
Çalışan bir kardeşimiz infak noktasında Osman’ı radıyallahu anh, Ebu Dahdah’ı radıyallahu anh öğrenebilir. Ancak bunları hayata taşımadan, onları örnek almış alamaz.
“Kim Allah’a güzel bir borç verirse, ona kat kat fazlasını verir.” (2/Bakara, 235)
Bu ayet inince Ebu Dahdah radıyallahu anh Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem geldi: ‘Allah bizden borç mu istiyor? Ey Allah’ın Rasûl’ü..?’ dedi, ‘Evet’ cevabını işitince, ‘Ver elini, bahçemi Allah’a borç olarak verdim.’ diyerek, içinde 600 ağaç olan bahçeyi infak etti.
Osman radıyallahu anh sahabenin zenginlerindendi. Ne zaman zorluk olsa malıyla Müslümanların sıkıntısını gideriyordu. Zorluk ordusunu (Tebuk savaşı) malıyla donatmış, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem onu cennetle müjdelemişti.
Ebu Bekir radıyallahu anh döneminde kıtlık olmuş, insanlar şikayette bulunmuştu. Osman radıyallahu anh bin develik kervanla ticaretten dönmüştü. Tüccarlar kapısına yığıldı, ne kadar fiyat teklif edildiyse ‘Daha fazlasını veren var’ diyerek karşı çıktı. Tüccarlardan biri ‘Medine’de bizden başka tüccar yok, kimdir bu daha fazlasını veren?’ diye sorunca, ‘Allah’ diye cevap verdi ve ‘Allah her dirheme karşı on dirhem veriyor, var mı fazlasını veren?’ dedi.
Evet, bunlar gibi onlarca örnek verilebilir. Altıyüz hurma ağacı demek, önünde altıyüz değerli beyaz eşya olan bir mağaza demektir. Bin yüklü deve, günümüz şartlarında malzeme yüklü bin araba demektir.
Bir Müslüman tüccarın ağaçlı bahçesi veya yüklü devesi olması gerekmez. Bugün ceplerimize, hayallerimize ve yarınlarımıza adeta yapışık olan araba, ev ve işyeri anahtarlarını Allah subhanehu ve teâlâ için masaya bırakanlar, bu örnekleri ihya etmiş olurlar. Bunları bilmek, lafla anlatmak, gözyaşıyla süslemek ise duyguları tatmin eder.
Bunlar infak konusunda örneklerimizdir. Bunları model olarak alıp uygulayacak insanlara ne de çok ihtiyaç vardır. Dün bir cephede savaş vardı, o orduyu donatanlar cennetle mükafatlanmıştı. Bugün dünyanın her yerinde her cephede savaş var. İslam ümmeti yaralarını saracak imkanlardan dahi yoksundur. Acaba bu mücadeleye evini, arabasını, kıyamette vebal olacak dünya ziynetlerini verenlerin mükafatı ne olur?
Bu örnekleri çoğaltabiliriz, her alanda yüzlerce örnek vardır. Ancak mesele bunların güncellenmesi ve yaşanılan hayata aktarılmasıdır. İşte o zaman çözüm aramaya gerek kalmayacaktır. İslam tarihini istismar eden, örneklerle gönül eğlendiren münafıkların gerçek yüzü meydana çıkacaktır.
Yaşadığımız şu günler ne de acıdır! İslam davasına hiçbir katkısı olmadığı gibi, dünyada kendi mal ve mülklerine katkı yapanların, ‘İslam için sıkıntı çekmek’ denildiğinde, klimasız ortamda ders yapmalarını anlata anlata bitiremeyenlerin, Bilalleri radıyallahu anh, Ammarları radıyallahu anh, Habbabları radıyallahu anh anlatıp, insanları aldatmaları hangi ölçüyle izah edilebilir.
İslam adına dikili tek bir ağacı olmayanların, izledikleri film ve dizi senaryolarını, çözüm diye gençlerin önüne koyan, sahabeden örneklerle cümlesini tamamlayanları hangi su temizler.
Bu nasıl bir vârisliktir? Bu hayatlar her çağda yaşansın diye vardır… Bu çekilenler nesillerin ihya ve inşası içindir. Bu örneklerin kişisel çıkarları ve hasta kalplerini tatmin için kullananlar, bu yağmacılığın hesabını nasıl vereceklerdir?
Bu öyle bir hastalıktır ki iliklerimize kadar işlemiştir. Asıl sorun kimsenin bu hastalığın farkında olmaması veya vurdumduymaz davranmasıdır.
Sözlü olarak anlatılıp, kitaplara işlenince örnek alındığı, onların yolunda olunduğu zannı, sorunu iyice içinde çıkılmaz hale getiriyor.
Yenilerden ve eskilerden yaşanmış iki örnek vermek istiyorum:
Bir kardeşimiz şöyle bir olay aktarmıştı: Şirkin ve fıskın asıl oduğu, insanların Allah’a subhanehu ve teâlâ dahi hakaret edebildiği, halkı azgın bir belde de her fırsatta davet yapan, insanlara Allah’ı ve ahireti hatırlatan bir genç varmış. Bazen ferdi davet yapıyor bazen bir pazar tahtasına çıkıp insanları uyarıyormuş.
Ortamda bulunanlar bu takdir edilecek insanı, bir deliyi dinliyormuş gibi alaylı bir yüz ifadesiyle dinledi. Oysa aynı insanlar Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem, İbni Mesud’u radıyallahu anh vb. sahabeleri Kâbe yanında ve panayırlarda aynı üslupla yaptıkları davetten ötürü örnek olarak anlatıyorlar.
İki kelimesinden biri Seyyid Kutub olan İslamî hareket ve arayışları, onun yaşam ve menhec ölçüsüyle değerlendiren nice insan vardır. Ancak bu insanların polis ve mahkeme nezdinde tutumları, izzet ve şerefi, heyecan; zillet ve alçaklığı akıl olarak anlattıklarını görünce insanın ‘Allah’tan geldik tekrar O’na döneceğiz’ diyesi geliyor.
Örnek konusunda kaynağı doğru tespit, gündemleştirme ve bilgi yetmiyor. Vakıa bunun en hayırlı şahididir. İlk nesli gözyaşları ve edebî cümlelerle anlatanların, günümüz için benzer yaşamlara kahkahalar ve alaylı cümlelerle küçümsemesi bunun kanıtıdır.
Güneş doğunca, gecenin karanlığına gizlenen çirkinlikler açığa çıkar. İslam’ı kullanan, Müslümanların duygularını istismar eden münafıkların gerçek yüzü, bu örneklerin güncellenmesi ve hayatımızda karşılıklarının bulunmasıyla anlaşılacaktır.
Allah’ı subhanehu ve teâlâ ve ahiret gününü uman her Müslüman bu konuda hassas olmalıdır. Bilmekle yetinmemeli, hayatın içinde yer vererek ihya etmelidir.
Bütün selefin korktuğu ve Allah’a subhanehu ve teâlâ sığındığı ‘Nifak’ bundan başkası değildir. İnanılması gerektiği gibi inanmamak, yaşanması gerektiği gibi yaşamamak, amellerin insanın söz ve bilgisini yalanlaması…
Allah subhanehu ve teâlâ bizleri vâris olduğumuz davanın muhlis ve muhsin fertlerinden kılsın. Şeytanın vesveselerinden, nefsin marazından muhafaza eylesin.
Selam ve dua ile
Ebu Hanzala…
İlk Yorumu Sen Yap