Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun…
Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem sevmek imanın kendisidir. Dinin olmazsa olmazıdır. Bu hakikat ilk Müslümanlardan bu yana, tartışmasız kabul görmüştür. Kalbinde Allah’a subhanehu ve teâlâ iman bulunan her mümin, ona sallallahu aleyhi ve sellem karşı kalpten gelen ve adeta fıtrata yerleştirilmiş bir sevgi hisseder. Bu; müminlerin kalbinde ona sallallahu aleyhi ve sellem kabul yazılmasındandır. O sallallahu aleyhi ve sellem hem Rabbine en güzel şekilde kul, insanlığa da rahmettir. Onun sallallahu aleyhi ve sellem insanlığın hidayete ermesi için çektikleri, ümmetine olan şefkati, bu sevginin açıklayıcısıdır.
Bu sevgi, ilahi muhabbetin yansımasıdır. Rabbi ona en şerefli makamları layık görmüştür. Allah’ın subhanehu ve teâlâ anıldığı hiçbir yer yoktur ki, Allah Rasûlü de sallallahu aleyhi ve sellem beraberinde anılmasın. En şerefli olan ismin subhanehu ve teâlâ, ayrılmaz bir parçasıdır. Allah subhanehu ve teâlâ kendini bizlere hatırlattığı gibi, Rasûlü’nü de hatırlatır. Her gün beş defa ona olan iman, en yüksek mekanlardan, en gür ve güzel sedalarla ilan edilir. Allah’ın huzuruna durulan her namazda, onun sallallahu aleyhi ve sellem Rasûllüğüne şahitlik tekrarlanıp, ona selam edilir…
Bir yazı, kitap veya konferans, ona olan sevgiyi anlatmaya yetmez. Onun değerini kelimeler ifade edemez.
Onun sevgisi kalbin amelidir. Kalp amelleri ancak yaşanılarak anlaşılır. Kelimeler ise anlaşılmaya katkı sağlar, açıklayıcı olamaz. Şanı el-Aliy (en yüce olan) Allah subhanehu ve teâlâ tarafından yüceltilen bir Peygamberden söz ediyoruz… Ne kadar anlatılırsa anlatılsın eksik kalacaktır.
“Biz senin şanını yüceltmedik mi?” (94/İnşirah, 4)
Kendi yüce olanın subhanehu ve teâlâ yüceliğini, akıl idrak edemiyor. Sadece inanıyor, anladığı kadarıyla mutlu olup ruhî azığını tedarik ediyor. O’nun şanının yüceltilmesi de böyledir. Yakinen inanıyoruz ki Allah subhanehu ve teâlâ, en güzel şekilde Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem şanını yüceltmiştir. Biz bunu tüm yönleriyle idrak etmeye muvaffak olamasak da…
“Nebi; müminler için kendi nefislerinden daha evladır…” (33/Ahzab, 6)
“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.’ ” (9/Tevbe, 24)
Bu iki ayet Allah’ın subhanehu ve teâlâ müminlerden Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem karşı nasıl bir sevgi beslemelerini istediğini anlatır. Öyle bir sevgi ki; tüm sevgilerin önüne geçmeli ve ölçüsü ‘O benim nefsimden daha evladır’ olmalıdır. Bu talep, sevgi cümlelerinin nutku ile sınırlı değildir. İstenilen; halleri, tercihleri ve onun için sallallahu aleyhi ve sellem yaptıklarının bu sözlere tercümanlık etmesidir. Yani öyle bir olun ki size bakan ‘Peygamber bunlara her şeyden, hatta kendi öz nefislerinden dahi daha sevimli ve evladır.’ desin.
Allah Rasulünün de sallalahu aleyhi ve sellem istediği ve haber verdiği budur.
“Ben sizden birine çocuğundan, babasından ve tüm insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş sayılmaz.” (Buhari, Müslim)
“…Ömer radiyallahu anh: ‘Ey Allah Rasûlü sen nefsim dışında bana her şeyden daha sevimlisin.’ dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Hayır ya Ömer! Nefisimi elinde bulundurana yemin olsun ki; Ben, sana nefsinden de daha sevimli olmadığım müddetçe olmaz.’ Ömer: ‘Şimdi sen bana nefsimden de daha sevimlisin.’ Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Şimdi oldu ey Ömer.’ ” (Buhari)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem çok mütevaziydi. Kendi hakkında gelişen meselelerde geniş davranırdı. Saygının en güzelini hakketmesine rağmen, normal insanlar gibi muamele görmek isterdi. İnsanların (bedeviler-münafıklar) ona sallallahu aleyhi ve sellem olan saygısızlıkları; Peygamberliğine leke getirecek seviyeye ulaşmadıkça rahatsızlığını ifade etmez, onları geniş ahlakı ve tevazusuyla karşılardı.
Ancak sevgi konusunda Rasûl’den aynı tevazuyu göremiyoruz. Saygı, hizmet ve övgünün en güzelini hakketmesine rağmen mütevazi davranıp, bunları istemeyen Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem, sevgide böyle davranmıyor. Sevginin en güzelini ve değerlisini istiyor. Çünkü bu iman meselesidir. Ona saygının, sevgi ve hizmetin en güzelini yapmayan hatalı olmuş olur. Ona sevgisinin en değerli yanını vermeyen, imanında problem yaşar. Onun sallallahu aleyhi ve sellem bizim sevgimize ihtiyacı olduğundan değildir bu beyanları. O sallallahu aleyhi ve sellem, dünya ve ahiret saadeti olan ilahi sevgiye mazhar olmuştur. Hatta Allah’ın subhanehu ve teâlâ sevgisini kazanmakla kalmamış, halili/dostu olma şerefine ermiştir. Bu beyanlar Peygamberin bize olan şefkatinden ve sevgisindendir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sevmede problemli olan bir kalbin, Allah subhanehu ve teâlâ yanında hiçbir kıymeti yoktur. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, bunu bildiğinden, ümmetini ısrarla uyarmıştır. Bu ısraraları, Allah’ın subhanehu ve teâlâ şu ayetinin tefsiridir:
“Andolsun size içinizden, sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir.” (9/Tevbe, 128)
Allah Rasûlü’ne Karşı Sorumluluklarımız
Rasûl’e iman etmek, bir takım sorumluluklar yükler bize. İman iddia ve temenni değildir. O, selefimizin de vurguladığı gibi kalpte karar kılıp, organların kalbin iddia ettiğini tasdik ettiği bir inançtır. Bu inancın nasıl olması gerektiğini Kur’an ve Sünnet bize açıklamıştır.
1. Allah Rasûlü’nü Sevmek
Yazımızın girişinde ifade ettiğimiz gibi bu sevgi imanın esasıdır. Kalpte Allah Rasûlü’ne karşı sevgi olmadığı zaman imandan ve Müslümanlıktan söz edilemez. Ancak burada önemli olan onun sevgisini her türlü sevginin önüne geçirebilmektir. Yani Allah’ı subhanehu ve teâlâ ve Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem her şeyden çok sevebilmektir. Yukarıda zikrettiğimiz Tevbe suresi 24., Ahzab suresi 6. ayet ve Sahiheyn hadisleri bu manayı içerir.
Meselenin aslı ise, sevginin doğruluğundan emin olmaktır. İslam sevgi için ölçü koymuştur. O ölçüye uyan sevgiler kabul edilir. Ölçüye uymayan her sevgi sahibine vebaldir. İddiadan öteye geçmez/geçemez.
“De ki: ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.’ ” (3/Âl-i İmran, 31)
Hasan-ı Basri ve seleften başkaları: ‘Bazıları Allah’ı sevdiklerini iddia ettiler. Allah da subhanehu ve teâlâ onları bu ayetle imtihan etti.’ (Bkz. İbni Kesir tefsiri.)
İbni Kesir rahimehullah: Bu ayeti: ‘Allah sevgisini iddia edip de Rasûl yolu üzerine olmayanın tepesinde hakimdir. O kişi, O’nun şeriatına ve Nebevi dine tüm sözlerinde ve amellerinde tabi olmadıkça, iddiasında yalancıdır.’ demişlerdir.
Öyleyse makbul sevgi için İslam’ın koyduğu ölçü ittibadır. Sevgi ittibayı gerektirir. Kalpte olduğu iddia edilen sevgi, amellerde sevilene tabi olmayı gerekli kılmıyorsa; o sahibinin sevgi olduğunu zannettiği, ama şeriat nezdinde sevgi olmayan bir şeydir. Bundan sonra zikredilecek her madde/sorumluluk; sevginin gereğidir.
2. Allah Rasûlü’ne İtaat Etmek
Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem sevmek, Allah’ın subhanehu ve teâlâ sevgisinden olduğu gibi, ona sallallahu aleyhi ve sellem itaat de Allah’a subhanehu ve teâlâ itaatin gereğidir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem sözlerinde ve fiillerinde, Allah’ın subhanehu ve teâlâ elçisi olması hasebiyle, onun muradını yansıtır. Onun tüm emir ve yasakları Allah’ın nasıl razı edileceğini bizlere öğretir. Bu yönüyle Rasûl’e sallallahu aleyhi ve sellem itaat, aslında Allah’a itaattir.
“…Biz gönderdiğimiz her Peygamberi Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderdik..” (4/Nisa, 64)
“De ki: ‘Allah’a ve elçisine itaat edin.’ Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah, kafirleri sevmez.” (3/Âl-i İmran, 32)
“Kim Rasûle itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.” (4/Nisa, 80)
“Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve elçisine itaat ederse, onu altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. Kim Allah’a ve elçisine isyan eder ve onun sınırlarını aşarsa, onu da içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (4/Nisa, 13-14)
3. Allah Rasûlü’nü Örnek Almak/Ona Tabi Olmak
İtaat hususî, örnek almak daha umumî bir manayı ifade eder. İtaat var olan somut bir emri yerine getirmek, nehiyden sakınmaktır.
İntisal/örnek alma/ittiba ise insanın her konuda ‘Acaba Allah Rasûlü’nün bu konuda tutumu nasıldı?’ duygusuyla hareket etmesidir.
Bu, İslam dinini doğru anlamakla alakalıdır. Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem görevini ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ onu sallallahu aleyhi ve sellem yollama amacını anlayanlar küçük-büyük her konuda onu sallallahu aleyhi ve sellem örnek almaya çalışırlar. İslam iki kaide üzerine kuruludur. Allah subhanehu ve teâlâ ancak bu iki kaideye dinini bina edenlerden amellerini kabul eder ve onlardan razı olur.
• Dini Allah’a halis kılarak O’na
subhanehu ve teâlâ
kuluk etmek.
• Amellerin Allah Rasûlü’nün
sallallahu aleyhi ve sellem
sünnetine uygun olması.
Birinci madde şirkten kurtulup tevhid/ihlas üzere Allah’a kulluk etmeyi, ikinci madde ise bidattan uzak durarak, amelleri sünnete uygun olarak yapmayı ifade eder.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın nasıl razı edileceğinin pratik halidir. Amacı Allah’ı razı etmek olanın, onsuz sallallahu aleyhi ve sellem amacına ulaşması mümkün değildir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Allah’a giden ahiret yolunda ışık saçan bir kandildir. Ona tabi olanlar inançta aydınlığa çıktıkları gibi, amelde de rahata kavuşurlar. Amellerin nicelik ve niteliği konusunda tereddüt yaşamazlar. Her amelin en mükemmeli, onun sallallahu aleyhi ve sellem yaptığıdır. Çünkü kendisi için yaşadığımız Allah subhanehu ve teâlâ, hiçbir hali istisna edilmeksizin onu sallallahu aleyhi ve sellem örnek göstermiştir bizlere.
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Rasûlü’nde güzel bir örnek vardır.” (33/Ahzab, 21)
“…Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının ve Allah’tan korkun. Çünkü O’nun azabı çok çetin olandır.” (59/Haşr, 7)
Yaptığı amellerin Allah subhanehu ve teâlâ nezdinde kabul görmesini isteyenlerin onu sallallahu aleyhi ve sellem örnek almaktan başka bir yolu yoktur.
“Kim amel işler ve ameli bizim amelimize uymazsa, Allah katında o amel merduttur/reddedilir.” (Buhari, Müslim)
4. Allah Rasûlü’ne Yardım Etmek
Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem iman, ona yardımcı olmayı gerektirir. İslam davasına yaptığı hizmette herkesin malı, canı, dili ve elinden gelen her imkanla ona yardımcı olması gerekir.
Bu imanın temeli olan Allah’ı ve Rasûlü’nü dost edinmenin gereğidir de. Dost/veli edinmek, sevmek ve yardımcı olmaktır.
“(Bundan başka bu mallar,) Hicret eden fakirleredir ki, onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-çıkarılmışlardır. İşte sadık olanlar bunlardır.” (59/Haşr, 8)
“Eğer cihada kuşanıp-çıkmazsanız, O sizi pek acı bir azapla azaplandıracak ve yerinize bir başka topluluğu getirip değiştirecektir. Siz O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah, her şeye güç yetirendir. Siz ona (Peygambere) yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kafirler ikiden biri olarak onu (Mekke’den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: ‘Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.’ Böylece Allah ona ‘huzur ve güvenlik duygusunu’ indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkar edenlerin de kelimesini (inkar çağrılarını) alçaltmıştı.” (9/Tevbe, 39-40)
Ayet çok açıktır… ‘Cihada çıkmak’ Allah Rasûlü’ne en büyük yardım olan zikrediliyor. Allah subhanehu ve teâlâ ona yardım etmeyip geri kalanları, elim verici bir azapla ve başka kavme bu şerefi bahşetmekle korkutuyor. Ve bizlerin, onu yardımsız bırakmamızın ona sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir zarar vermeyeceğini, çünkü onun sallallahu aleyhi ve sellem Allah subhanehu ve teâlâ tarafından desteklendiğini bildiriyor.
“Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O’nun elçisi, rüku’ ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü’minlerdir. Kim Allah’ı, Rasûlü’nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır.”
5. İhtilaflarda Allah Rasûlü’nü Hakem Tayin Etmek
İhtilaf insanın ve eşyanın tabiatındandır. Bundan dolayı İslam ihtilafı yasaklayıp asgariye indirmekle beraber, onun hep var olacağını kabul ederek çözüm yolu göstermiştir. İhtilafın yollarını kapatmakla beraber, olması halinde hakem, Allah Rasûlü’dür. Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem hakem kabul etmeyen; Onun sünnetine başvurmayan, iman ettiğini iddia etse dahi iman etmiş olamaz.
“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” (4/Nisa, 65)
“Allah ve Rasûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (33/Ahzab, 36)
6. Allah Rasûlü’ne Saygılı Olmak
Rasûl’ü sallallahu aleyhi ve sellem sevmenin ve ona imanın gereği olarak ona saygı şarttır.
“Ey iman edenler, seslerinizi Peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp-söylemeyin; yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider. Şüphesiz, Allah’ın Rasûlü’nün yanında seslerini alçak tutanlar; işte onlar, Allah kalplerini takva için imtihan etmiştir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır. Şüphesiz, hücrelerin ardından sana seslenenler de, onların çoğu aklını kullanmıyor. Eğer gerçekten, yanlarına çıkıncaya kadar sabretmiş olsalardı, herhalde (bu), kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (49/Hucurat, 2-5)
Bu ayetlerde Rasûl’ün yanında sallallahu aleyhi ve sellem saygılı olmak, imanî bir vecibe olarak anlatılmıştır. Ve ona edeple davranmayanlar ağır bir dille kınanmıştır.
“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah’a ve Rasûlü’ne iman edenler, onunla birlikte toplu(mu ilgilendiren) bir iş üzerinde iken, ondan izin alıncaya kadar bırakıp-gitmeyenlerdir. Gerçekten, senden izin alanlar, işte onlar Allah’a ve elçisine iman edenlerdir. Böylelikle, senden kendi bazı işleri için izin istedikleri zaman, dilediklerine izin ver ve onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. Elçinin çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Böylece onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya onlara acı bir azabın çarpmasından sakınsınlar.” (24/Nur, 62-63)
O sallallahu aleyhi ve sellem yaşarken, meclisinde edeple oturmak, sesi kısmak, ondan izin almadan meclisi terk etmemek, ona eziyet verici söz ve davranışlardan uzak durmak edeptir.
Onun vefatından sonra; o anıldığında salât getirmek, onun konuşulduğu meclislerde edebe riayet etmek, sünneti hususunda titiz davranmak edeptir.
En önemlisi; ona sallallahu aleyhi ve sellem edebi ve saygıyı anlatan her ayet, bunu iman ve takvayla ilişkilendirmiş, bu hususta titiz davranmayanları münafıklık, bedevilik gibi ağır sıfatlarla yermiştir.
İnanıyoruz ki bu ayetler bugün inse idi; onun sünnetini küçümseyen, onu sallallahu aleyhi ve sellem bir postacı gibi basite alan ifadeler kullanan, onu sallallahu aleyhi ve sellem yaşayıp ölmüş bir Kur’an hafızı gibi telakki edenlere inerdi. Bir elinde sigara veya Allah’ın haram kıldığı başka bir şey tutup, ayaklarını üst üste atmış, Allah’ın ayetleri hakkında ileri-geri konuşan insan suretindeki zındıklara gelince, onlar hakkında bir ayet inmesine dahi gerek kalmazdı. Sahabe bu tip insanların bir saniye bile hayatta kalmasına müsaade etmezdi.
Hakaretler Karşısında Sorumluluklarımız
Allah’ın subhanehu ve teâlâ iradesi müşriklerle Müslümanların birbirinden ayrılması şeklinde tecelli etmiştir. Allah subhanehu ve teâlâ, değişmez kanunlarını bu yönde icra eder. Yaşanan/kader/kaza her olay, safları birbirinden ayrıştırmak ve imanla seçkin olan topluluğun, kenetlenmesi ve manevi necasetlerden arınarak pak hale gelmesi içindir. Bu gaye/maksat nedeniyle Allah’ın en sevdiği topluluk, birçok belaya ve musibete uğramıştır.
Uhud da başlarına gelen musibet için Allah subhanehu ve teâlâ:
“Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın iman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şahitler (veya şehitler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez; (Yine bu) Allah’ın, iman edenleri arındırması ve inkar edenleri yok etmesi içindir.” (3/Âl-i İmran, 140-141)
“İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden ancak Allah’ın izniyle idi. (Bu, Allah’ın) mü’minleri ayırt etmesi; Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: ‘Gelin, Allah’ın yolunda savaşın ya da savunma yapın’ denildiğinde, ‘Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik’ dediler. O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir.” (3/Âl-i İmran, 166-167)
“Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırt edinceye kadar mü’minleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Allah sizi gayb üzerine muttali kılacak değildir. Ama Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse siz de Allah’a ve elçisine iman edin. Eğer iman eder ve sakınırsanız, sizin için büyük bir ecir vardır.” (3/Âl-i İmran, 179)
Allah subhanehu ve teâlâ temiz olanla (müminler), pis olanı (müşrikler) ayırmak için aralarına düşmanlık kılmıştır. Müşriklerin tevhide ve ehline karşı müthiş bir düşmanlığı vardır. Kalplerinde var olan bu düşmanlık, önce simalarında belirir. Müslümanları görünce yüzleri ekşir, rahatsızlıklarını mimikleriyle ifade ederler.
“Onlara karşı apaçık olan ayetlerimiz okunduğu zaman, sen o inkar edenlerin yüzlerindeki ‘ret ve inkarı’ tanıyabilirsin. Neredeyse, kendilerine karşı ayetlerimizi okuyanın üzerine çullanıverecekler. De ki: ‘Size, bundan daha kötü olanını haber vereyim mi? Ateş… Allah, onu inkar edenlere vaadetmiş bulunmaktadır; ne kötü bir duraktır.’ ” (22/Hac, 72)
Düşmanlıkları daha sonra sözlerine yansır. Alay, küçümseme, yalanlama, iftira ve lakap takma bunun örneklerindendir.
“(Rasûlüm!) Eğer onlar (inkarcılar) seni yalanlıyorlarsa, (şunu bil ki) onlardan önce Nuh’un kavmi, Ad, Semud(kavimleri de kendi Peygamberlerini) yalanladılar. İbrahim’in kavmi de, Lut’un kavmi de (Peygamberlerini) yalanladılar. (Şuayb’ın kavmi olan) Medyen halkı da (Şuayb’ı) yalanladılar. Musa da yalanlanmıştı. İşte ben o kafirlere süre tanıdım, sonra onları yakaladım. Nasıl oldu benim onları reddim (cezalandırmam)!” (22/Hac, 42-44)
“İşte böyle; onlardan öncekiler de bir elçi gelmeyiversin, mutlaka: ‘Büyücü ve cinlenmiş’ demişlerdir. Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, ‘azgın ve taşkın (tağiy)’ bir kavimdirler.” (51/Zariyat, 52-53)
Bu, ilk Rasûl’den aleyhisselam başlamak üzere, Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem dek hep olmuştur. Müminlerle müşriklerin arasında olması gereken kaderi düşmanlığın gereğidir bu. İlginç olan, birilerinin batıyı ve müşrikleri, onlara ait kavramlarla eleştirmesidir. Bu, vahiyden yüz çevirmenin kaçınılmaz çelişkisi ve zilletidir. Allah subhanehu ve teâlâ onlarca ayetinde onların düşmanlığını, kin ve nefretini vurgularken, kendine Müslüman diyen bir cenah ‘Siz de insan haklarına, düşünce ve inanca saygı var.’, ‘Bu sizlere yakışmıyor.’ vb. hezeyanlarda bulunuyor. Asıl şaşırılacak şey, onların Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi vesellem hakarette bulunması değil, bunu anlamayıp, batıya iddia ettikleri değerleri hatırlatanlar ve son dönemlerde aşırı sağın yükseldiği ve İslamfobi’nin hortlatıldığı için bunların yaşandığını savunanların sözlerdir. Batı ne liberallerin ne solun ne de sağcıların yükselişte olduğu zamanda hiç değişmedi. Onların İslam’a ve onun pak Nebisine kinleri hep vardı. Aksi halde yüzyıllardır İslam dünyasında kan döken ve İslam ehlini hunharca katledenler ne yapıyorlardı acaba?
“Kitap Ehlinden olan kafirler ve müşrikler, Rabbinizden üzerinize bir hayrın indirilmesini arzu etmezler. Allah ise, dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük fazl sahibidir.” (2/Bakara, 105)
“Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.” (3/Âl-i İmran, 118)
Bundan daha iğrenç olanı; suçu İslam ehlinde görenlerdir. Adeta İslam’a ve kutsallarına saygılı olan batıyı, 11 Eylül olaylarından sonra azmış gibi lanse ediyorlar. 11 Eylül öncesi batı dünyası pir-u pakmış gibi…
Batıdan bu tip hakaretlerin sudur etmesi normaldir. Bu ezeli düşmanlığın gereğidir. Normal olmayan; bunu anlamayıp batıya, onların iddiası olan değerleri hatırlatanlardır. Bu batının dahi inanmadığı, masa başında ürettiği değerlere, insanların ne denli kandığının göstergesidir.
Burada sorulması gereken soru şudur:
Bu tip hareketlerde tevhid ehli olarak bizlerin tavrı ne olmalıdır?
Her konuda olduğu gibi bu konuda da ölçümüz İslamî olmalı, şer’i kaidelerin dışına çıkmamalıyız. Her insanın sevgi anlayışı farklıdır.‘Seviyoruz’ gerekçesiyle herkes dilediği şekilde tepki geliştiremez. Sevginin dayanağı şer’i olduğu gibi, ortaya çıkacak tepkinin de şer’i olması gerekir. Örneğin, bazı insanlar Peygamberlerine olan sevgilerinden onların heykellerini yapıp, onların kabirlerini mescid edindiler. Bunu sadece onlara olan sevgilerinden yapmışlardı. Ancak bu davranışlarıyla övülmediler. Rasûllerin diliyle ‘lanet’lendiler.
“Allah, Yahudi ve Hristiyanlara lanet etsin, onlar Nebilerinin kabirlerini mescid edindiler.” (Buhari, Müslim)
Bir başka rivayette:
“İşte bunlar -Rasûllerinin kabirlerini mescid edinenler- yaratılmışların en şerlileridir.” (Buhari, Müslim)
Anlıyoruz ki; Rasûllerine olan sevgileri onları bazı amellere sevk etti. Onları hatırlayıp Allah’a daha iyi ibadet etmek ve onların ruhaniyetinden(!) istifade için kabirlerinin üzerine mescidler inşa ettiler. Ancak bu amelleriyle lanetlendiler. Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem hakaret edildiğinde sevgiden kaynaklı ‘rahatsız olmak’ imanın ta kendisidir. Ancak ortaya konan tepkilerin şeriata arz edilmesi şarttır. Şeriat sevgiden kaynaklı ortaya çıkan her sonucu güzel karşılamamıştır.
Allah’ın subhanehu ve teâlâ kendilerinden razı olduğu ve onlara ihsan üzere tabi olanlardan da razı olacağını bildirdiği ashab da bu durumla karşılaşmıştı. Onlar hayattayken Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem hakaretler edilmişti. Onların bu konuda tavırları bizleri aydınlatacaktır. Allah Rasûlü’ne yönelik hakaretlerde iki tavrın öne çıktığını görüyoruz.
Zayıflık Hali
Bazı durumlarda sahabe zayıftı. Hakaret edenlere fiziki olarak müdahalede bulanamıyorlardı. Onlardan ve dinlerinden beri olduklarını ilan etmekle yetiniyor, sabır ve vakarla Allah’ın subhanehu ve teâlâ hükmünü bekliyorlardı.
Ancak bu bekleyiş onlar için eğitimdi. Kafirlere karşı kinlerini biliyor, onlarla cihad edecekleri güne ruhî hazırlık yapmış oluyorlardı. Mekke döneminde yaşanan çoğu olay bu duruma örnektir.
Kuvvet Hali
Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra fiili bir kuvvet oluşturmuşlardı. Allah Rasûlü’ne hakaret söz konusu olduğunda kimisi bireysel olarak hakaret edeni öldürüyor, kimi de onun sallallahu aleyhi ve sellem yönlendirmesiyle hakaret edene suikast düzenliyordu.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem –”Kim Ka’b bin Eşref’in işini bitirecek?”- emriyle Muhammed bin Mesleme radiyallahu anh ve arkadaşları bu Yahudi’yi öldürmüştü. (Buhari, Müslim)
Yine Medine de cariyesi olan kör bir sahabe: Cariyesi Allah Rasûlü’ne hakaret edince uyumasını beklemiş, kılıcını karnına dayayarak, beden gücüyle kılıcın saplanmasını sağlamıştı. Allah Rasûlü’ne yaptığını zikredince: “Onun kanı boşa gitmiştir.” buyurdu.
Bugün ise insanlar sokaklara dökülmek, slogan atmak suretiyle Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem hakareti kabul etmediklerini göstererek tepkilerini ortaya koyuyorlar. Dünyanın birçok yerinde insanlar, karşı oldukları şeylere bu şekilde protesto gösterileri düzenlemek suretiyle tepki geliştiriyorlar. Burada dikkat edilecek şey İslamî mücadele tarihinde bu yöntemin olmamasıdır. Bu daha ziyade batılı toplumların tepki gösterme biçimidir. İslam aleminde gösteriler düzenlemek suretiyle zulme karşı çıkmak, münkeri inkar etmek, alimlerden sorulduğunda, alimler şu cevabı vermişlerdir:
‘Suçsuz insanların malına zarar vermemek, daha büyük mefsedetlere sebep olmamak kaydıyla bu gösteriler meşrudur.’
Bundan anladığımız; gösterilere cevaz verenler, mutlak olarak vermemiş, belli kayıtlar zikretmiştir. Örneğin, genel olarak fetvalarda zikredilen kayıtlar:
Namazları geçirmeye sebep olmamalı
Kadın-erkek karışıklığına sebep olmamalı
Mal ve cana zarar vermemeli (taşkınlık ve haddi aşma olmamalı)
Bunlar doğrudur. Zulme ve münkere güç nispetinde karşı çıkılır ve meşru olup insanların gücünün yettiği her yöntem, şer’i olarak kınanan bir duruma sebep olmuyorsa caizdir.
Gösterilere katılan veya bu organizasyonları yapanlar şunu bilmelidir ki; bu gösterilerle meydanlara dökülen insanlar, Allah Rasûlü’ne karşı tüm sorumluluklarını yerine getirdiklerine inanıyor ve bununla tatmin oluyorlar. Ortaya çıkan görüntüler insanların Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem sahip çıkması yönüyle sevindirici olsa da, tüm sorumluluklardan soyutlanma yönüyle mefsedettir. Bu yöntemin hiçbir caydırıcılığının olmaması da unutulmamalıdır. Selman Ruşdi, karikatür krizi vb. olaylarda ortaya konan tepkiler yenilerin ortaya çıkmasına engel olmadı. Bunun yanında meydanlara dökülen insanlara Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem yönelik sorumluluk bilinci de aşılamadı. Bilakis insanların sorumluluklarından soyutlanmasına zemin hazırladı.
‘Hiçbir şey olmamasından iyidir’ gibi bir yaklaşım; anlatmaya çalıştığımız şer’i çerçeveye uygunluk bilinciyle uyuşmamaktadır. Ayrıca bu iddia, her zaman geçerli olmayabilir.
Bir yapıda iki alarm olduğunu düşünelim. Biri deprem, biri de yangın alarmı olsun. Her biri ayrı ses çıkarıyor. Yapıda yangın çıktığını düşünelim. Biz yangın alarm butonuna ulaşamadık ve insanları uyarmak istiyoruz. ‘Hiçbir şey olmamasından iyidir’ mantığıyla deprem butonunu zorladık ve alarm verdik. Oysa biz bu davranışımızla insanlara zarar verdik. Çünkü yangın; bulunan mekanın hızlı bir şekilde terk edilmesini; deprem ise, sağlam bir bölgede sabit beklemeyi gerektirir. Deprem alarmıyla insanlar belli noktalarda sabitlenip, kaçmayacak ve bu alarm insanların yanmalarına zemin hazırlamış olacaktır.
Allah Rasûlü’nün tüm haklarının ihmal edilip, yüz çevrildiği bir zamanda ‘hiçbir şey olmamasından iyidir’ mantığıyla insanları meydanlara toplamak bunun gibidir. İnsanlar yapmaları gerekeni yapmadıkları gibi, yapmış rahatlığıyla yaşıyorlar. Yani yanlış alarm, insanların sorunu yanlış anlamasına ve yanlışlarında sabitlenmelerine yardımcı oluyor.
Meydanlarda toplanan insanların çoğu hakem olarak Allah Rasûlü’nü tanımıyor. Ya âdetlerine göre sorunlarını çözüyor ya da küfrün kanunlara başvuruyor.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem şeriatını ayaklar altına alan ve her şeyiyle ona düşmanlık aşılayan eğitim kurumlarına çocuklarını teslim ediyor. Öyle ki çocuğunun her sabah Allah Rasûlü’nün düşmanlarının ‘En ulu-yüce’ olarak zikretmesinden rahatsızlık dahi duymuyor.
Allah Rasûlü’nün getirdiği şeriatı kaldırıp, küfür yaslarıyla insanları yöneten parlamentoya oyuyla vekil yolluyor. Kendine vekalet etmesi için varlığını İslam’a düşmanlık üzere kurmuş parlamentoda temsilci bulunduruyor.
Askerlik çağı gelen çocuğunu askere yolluyor. Oysa laik bir düzende, laik anayasayı korumak için bu orduların var olduğu her fırsatta dile getiriliyor.
Günün büyük bir kısmını karşısında geçirdiği TV, Allah Rasûlü’nün getirdiği dine zıt ne varsa işliyor. Bundan rahatsızlık duymuyor. Sabah, Allah Rasûlü’ne hakaret edenlere pankart açan vatandaş, akşam Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem hakaret edenlere para kazandırmak suretiyle yardımcı oluyor.
İşinde, evinde, akraba ilişkilerinde Allah Rasûlü’nün öğretilerinden yüz çeviriyor, Allah’a ve Rasûlü’ne harp ilan eden faiz kurumlarıyla yaşıyor, tesettür ve kadın/erkek ilişkilerine dikkat etmiyor.
Örnekleri çoğaltabilir, onlarca madde ekleyebiliriz. Bundan çok daha ironik durumlar yaşanıyor. Allah Rasûlü’ne hakaret eden adama pankart açıp, slogan atan vatandaş; akşam dine hakaret edip, dalga geçen bir Yeşilçam filmi karşısında kahkahalarla gülüyor. Veya mahallesinde Allah’a subhanehu ve teâlâ, Rasûlü’ne ve kutsallara söven/hakaret eden insanlarla insani ilişkilerini devam ettiriyor. Komşusu olma hasebiyle ‘sinirli’, ‘ne dediğini bilmiyor’ deyip geçiştirebiliyor.
Dikkat edilirse; bu gösterilerin yapılmasında bu kayıt hiç zikredilmiyor. İnanıyoruz ki; bu gösterileri yapanlar veya gösterilere katılanlar niyetlerinde samimidir. Allah ve Rasûlü’ne olan sevgileri ve bu had bilmezliğe tepki koyma isteği onları buna itmiştir. Ancak yanlış alarm vermişlerdir. ‘Hiçbir şey olmamasından iyidir’ düşüncesi çok daha büyük mefsedetlere sebebiyet vermiştir. Düşmanlar yapılan gösterilerden değil, Libya’da ortaya konan tepkiden rahatsız olmuştur. Şayet caydırıcı olacaksa bunun hangi yöntem olduğu vakıa ile sabittir.
Hem ortaya konan demokratik tepkiler ‘gazı alınmış kitleler’ olarak birilerinin hanesine yazılmıştır. Batıya: ‘İşte bizim yönetimde olduğumuz halk taşkınlık yapmamış, protesto etmek suretiyle tepkisini koymuştur. Bu da bizim üzerimizden düşünülen projenin –ılımlı İslam- halk üzerinde ne denli etki ettiğini göstermektedir.’ denilmiştir.
Rabbimiz bizleri Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem hakkıyla ümmet olanlardan kıl. Söz, düşünce ve amellerimizde şeytanın desiselerinden muhafaza et.
İlk Yorumu Sen Yap