Müşriklerin Allah Resûlü’ne Suikast Girişimi ve Sonuçları -2

 

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a salât ve selam O’nun Resûlü’ne olsun.

Mekke’deki müminlerin İslami harekete can katacak, yeni bir ruh verecek hicret yolculuklarını büyük ölçüde tamamlamaları üzerine Allah Resûlü de sallallahu aleyhi ve sellem hicret hazırlıklarına başladı. Mekkeli müşrikler bu duruma engel olmak için bir toplantı düzenlediler ve bu toplantıya şeytan da yaşlı bir adam kılığında katıldı. Sonuç olarak müşrikler Allah Resûlü’nü öldürmeye karar verdiler.

Biz de geçen yazımızda bu toplantı üzerinden müşriklerin suikast düzenleyerek İslami hareketi nasıl engellemeye çalıştıklarını anlatmaya başlamıştık. Bu yazımızda ise bu toplantı ile alakalı değerlendirmelerimizi tamamlamaya çalışacağız inşallah.

İslami hareketin ve davanın mensuplarının, liderlerini kaybetmeleri hâlinde sarsılacakları bir gerçektir. Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde, Peygamber’in kontrolünde vahyin terbiyesinden geçmiş sahabelerin hâli bizlerin çok dikkatli olması gerektiğine işarettir. O gün, vahiy ile vakıayı beraberce okuyan duygularını kontrol etmesini bilen Ebu Bekir radıyallahu anh gibi öncü şahsiyetler olmasa idi, irtidat hareketinin etkisi daha kapsamlı ve kalıcı olurdu. Bu öncü şahsiyetler İslam ümmetinin başına gelmiş en büyük musibet olan Allah Resûlü’nün vefatının etkisini İslam cemaatinin kemikleşmiş yapısından silmelerine rağmen, Mekke, Medine ve Taif dışındaki beldelerin çeşitli bahaneler ile dinden çıkmalarına engel olamadılar. Öyleyse müşriklerin daveti engelleme girişimlerinden olan “liderleri ortadan kaldırma” maddesi, üzerinde önemli durulması gereken bir husustur.

Peki, mümin bir fert sahabileri dahi derinden sarsan bu tarz bir hadise ile karşılaşır ise istikamet üzere kalabilmek için ne yapmalıdır?

Öncelikle tevekkülün ilk kısmı olan sebeplere yapışma ilkesinin hakkını vermelidir. Liderlerin güvenliği başka herhangi bir sebep ile ikinci plana atılabilecek bir husus değildir. Burada özellikle fertleri duraksatan liderlerinin tavrı olabilir. Onun kendi güvenliği hakkında bir talepte bulunmasını beklemek ve talep gelmeyince de “Demek ki gerek yok.” diye düşünmek ciddi bir yanılgıdır. Peygamber’in dahi kendisi için canlarını feda edebileceklerini kesinlikle bilmesine rağmen ashabına bu hususta bir şey söylemekten çekindiği zamanlar olmuştur.

Aişe’den radiyallahu anha rivayetle, şöyle demiştir:

“Resûlullah, bir savaş sonrası Medine’ye gelişinde uykusuz kalmış ve şöyle demişti: ‘Ashabımdan salih bir kimse bu gece benim kapımın önünde nöbet tutup beni beklese…’ Biz bu durumda iken bir ses duyduk. Peygamber: ‘Kim o?’ dedi. O kimse: ‘Sa’d b. Ebi Vakkas!’ diye karşılık verdi. Peygamber ona: ‘Niçin geldin?’ buyurdu. Sa’d: ‘Peygamber’e karşı içime bir korku düştü ve kendisi için nöbet tutmaya geldim.’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah, ona dua etti ve uyudu. Hatta biz onun horlama sesini duyduk.” [1]

Öyleyse emirden bir talep gelmeden önce ihtiyaç ne ise ona göre hareket etmek her ferdin üzerine bir vucubiyettir.

Müslüman bireylerin dikkat etmeleri gereken ikinci husus ise cemaatsel birlikteliği tembelleşmeye değil daha azimli bir şekilde harekete geçmeye vesile kılmaktır. Genellikle Müslüman fert bir cemaate tabiri caiz ise kapak attıktan sonra rehavete kapılmakta, sadece kendisine söyleneni yapmakla yetinmekte ve kendisini geliştirmek için özel bir çaba içerisine girmemektedir. Hâlbuki İslami hareketin her bir ferdi, cemaatsel çalışma içerisinde öyle bir birikim elde etmelidir ki yarın lidersiz kaldığında etrafındaki Müslümanların kalplerine sükûnet verebilecek şekilde davransın; cemaatsiz kaldığında ise kendisini ve ehlini muhafaza edip davet vazifesini imkânlar dahilinde sürdürebilsin.

Böyle bir musibet karşısında alınabilecek başka bir tedbir ise ümitsizlikten bizi uzaklaştıracak nasları hatırda tutmak ve İslami mücadele tarihinden benzer vakıalara sabredilmesi hâlinde nasıl güzel neticeler ile karşılaşıldığına dair tabloları tefekkür etmektir.

” ‘Rabbinin rahmetinden sapıklardan başka kim ümit keser ki?’ demişti.” [2]

“Gevşemeyin, üzülmeyin! Şayet inanıyorsanız üstün olan sizlersiniz. Şayet size bir yara dokunduysa hiç şüphesiz (düşman) topluluğuna da yara dokundu. (Mutlak ve daimi galip Allah’tır. İnsanlara gelince) biz bu günleri insanlar arasında döndürür dururuz. Allah, iman edenleri açığa çıkarmak ve sizden şahitler/şehitler edinmek (için böyle yapar). Allah, zalimleri sevmez.” [3]

En son ve en önemli madde ise Müslümanın düşünce dünyası ile alakalıdır. İslami hareketin mensupları her şeyleri ile müşriklerden ayrıldıkları ve farklılaştıkları gibi düşüncelerinde de bunu sağlamaları gerekir.

Müşrikleri Müslüman liderlere suikast düzenlemeye iten etken dünyevi bakış açıları idi. Eğer Müslüman da aynı bakış açısına sahip olursa o zaman hakikaten müşrikler amelleri ile başarıya ulaşmış olurlar.

Bu dava Allah’ın davasıdır. Bu davanın ve fertlerinin üzerinde bizzat Allah’ın eli ve kontrolü vardır. Şahısların, cemaatlerin, nesillerin tarih sahnesinden çekilmesi O’nun subhanehu ve teâlâ takdir ettiğini gerçekleştirmesine engel olamaz. Müslüman sorumluluklarını yerine getirmek için çabalarsa Allah’ın vaadini gerçekleştirmesi hak olur. Birilerinin ölmesi ya da öldürülmesi ile bu vaadin gerçekleşmesinin gecikeceğine inananlar Allah’ı hakkıyla tanıyamamış, insanlık tarihinden bîhaber yaşayan kişilerdir.

Bu dava, temelleri Mele-i Ala’da atılmış ve kıyamete kadar sürecek köklü bir davadır. Tarihin seyrinde Allah subhanehu ve teâlâ hiçbir dönemde inananları kendi hâllerine terk etmemiştir.

“Nice nebiyle beraber birçok Rabbani (âlim ve mücahit) savaştı. Allah yolunda başlarına gelen sıkıntılar nedeniyle gevşekliğe düşmediler, zayıflamadılar ve (düşman karşısında) alçalmadılar. Allah, sabredenleri sever. (Başlarına gelen sıkıntılarda) sadece şöyle söylemekle yetindiler: ‘Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde var olan aşırılıklarımızı bağışla! Ayaklarımızı sabit kıl! Kâfirler topluluğuna karşı bize yardımcı ol.’ (Dualarına karşılık) Allah, onlara dünya sevabını ve ahiret sevabının en güzelini verdi. Allah, muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları sever.” [4]

“Allah: “Andolsun ki ben galip geleceğim ve resûllerim de (galip geleceklerdir).” diye yazmıştır. Şüphesiz ki Allah, (güç ve kuvvet sahibi olan) Kaviy, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz’dir.” [5]

Tüm bunlarla birlikte karşılaşılan hadiseleri zafer/yenilgi, başarı/hüsran olarak değerlendirirken ölçümüz ne olmalıdır? Mesela, Müslümanlardan birinin dava uğruna canını vermesi geride kalanlar için bir yenilgi ya da hüsran mıdır? Hiç imtihana maruz kalmadan yaşamak başarı mıdır?

Nuh aleyhisselam 950 senenin sonunda sadece bir avuç insanın hidayetine vesile olabildiği için başarısız mı idi?

İbrahim aleyhisselam ateşe atılınca yenildi mi?

Kıyamet günü tek başına diriltilecek nebileri hangi gözle değerlendirmeli?

Ashab-ı Uhdud’daki çocuk can verdiğinde aslında kim kaybetti?

Ya güçlerinin zirvelerinde iken Hud’un, Salih’in, Şuayb’ın aleyhimusselam kavimleri zafer ehli miydiler?

Kazıkların sahibi Firavun rahimlere dahi zulmünü bulaştırmışken yenilgisiz mi idi?

Bugün dilediği beldeyi tarumar eden mücrim elebaşları kime, neye göre güçlü ve başarılı?

Evet, bu soruların cevabı bizi tek bir noktaya götürür: İslami hareketin karşılaştığı tüm zorluklar gelecek zaferin adım sesleridir. En öndekiler en değerlilerini feda ettiklerinde ise zafer artık an meselesidir. Öyleyse mümin başına gelen her musibeti Allah’ın vaadinin bir alameti olarak görmeli ve asla şeytanın vesveselerine kapı aralamamalıdır.

“(Bu,) Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez fakat insanların çoğu bilmezler.” [6]

“Dikkat edin! Muhakkak ki Allah’ın yardımı pek yakındır.” [7]

Allah Resûlü’ne suikast planı yapılan toplantı ile alakalı dikkatimizi çeken bir diğer husus ise şeytanın bizzat sahaya inme ihtiyacı hissetmesidir. Siyer tarihine baktığımızda sadece birkaç yerde bu tarz bir vakıa ile karşılaşırız. Bunların ikisi hicret sırasında bir diğeri ise cihad meydanındadır. Bu durum hicret ve cihad aşamalarının İslami hareketin diğer merhalelerine göre çok daha çetin geçeceğine işarettir.

Şeytan insanlık tarihinde bir dönüm noktası olan hicretin hemen öncesinde, müşriklerin elebaşlarının yaptığı toplantıya katılarak asırların verdiği tecrübe (!) ile Mekkelileri yönlendirdi. Müşrikler peygamber için sürgün ve cezaevi seçeneklerini konuştuklarında bunlara karşı çıktı. Çünkü şeytan çok iyi biliyor ki ne cezaevleri ne de sürgünler davayı engelleyebilir.

Aslında şeytan yine tecrübesi ile liderlerin öldürülmesinin de İslami mücadeleyi bitiremeyeceğini biliyordu. Ancak o tüm çaresizliği ile beraber sapkınlığının ona alternatifler arasından gösterdiği en iyi (!) seçeneği yoldaşlarına sunuyordu.

İnsanoğlu ile şeytan arasındaki savaş Mele-i Ala’da başlamış ve kıyamete kadar sürecek bir savaştır. Müslüman fert bu mücadelede Allah’ın safında olduğu için güven duygusunun hazzını sonuna kadar yaşamalı, bundan izzet duymalı ama tedbiri elden bırakmamalıdır. Çünkü şeytan, Rabbine mümin ile mücadele edeceğine dair çok kuvvetli sözler vermiştir.

“Dedi ki: ‘Beni saptırmana karşılık, ben de onları (saptırmak) için senin dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra kesinlikle onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Çoğunu şükredici bulamayacaksın.’ ” [8]

” ‘Onlardan gücünün yettiklerini sesinle kışkırt, atlı ve yaya (ordularınla) onlara saldır, mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol ve onlara vaadlerde bulun.’ Şeytanın onlara vadettikleri aldatmadan başka bir şey değildir.” [9]

“Dedi ki: ‘Rabbim! Beni saptırmana karşılık, yeryüzünde (sapkınlığı) onlara süsleyecek ve hepsini saptıracağım.’ ” [10]

Şeytan sözünde durmakta, her an İslami mücadeleyi sekteye uğratacak ameller peşinde koşmaktadır.

“Böylece her peygambere insanların ve cinlerin şeytan olanlarını düşmanlar kıldık. Bazısı diğer bir kısmını aldatmak için sözün yaldızlısını fısıldar. Şayet Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. (Öyleyse) onları uydurdukları iftiralarıyla baş başa bırak.” [11]

Fakat netice itibari ile ihlaslı kullar bu savaştan galibiyet ile ayrılacak, şeytanın dostları ise hüsrana uğrayacaklardır.

“Şüphesiz ki benim kullarım üzerinde senin bir otoriten yoktur. (İşlerin kendisine havale edileceği bir) vekil olarak Rabbin yeter.” [12]

“Senin muhlas/arındırılmış/ihlaslı kılınmış kulların hariç.” [13]

“Şüphesiz ki şeytanın tuzağı zayıftır.” [14]

Bu bölümden çıkartabileceğimiz diğer bir ders ise Allah Resûlü’nün müşriklerin emanetlerine gösterdiği ihtimamdır. O, Ali’yi radiyallahu anh geride bırakmış ve müşriklerin emanetlerini teslim ettikten sonra Medine’ye gelmesini emretmiştir.

Aslında bu olayın bize şaşırtıcı gelmesi başlı başına bir sorundur. Vahyin iniş sürecine ve kapsadığı konulara bakan her Müslüman itikad ile beraber ahlaki ilkelerin de çok kuvvetli bir şekilde vurgulandığı görecektir.

Vahiy ile inşa edilen bu toplum, lider ve tebası ile eşsiz bir ahlaka sahipti. Cahiliyede güzel hasletlere sahip olanlar İslamları ile beraber güzelliklerini ziyadeleştirmişler; cahiliye yaşantıları çok kötü olanlar ise ahlaki bir devrim ile bambaşka fertler hâline gelmişlerdi.

İşte bu hakikat müşriklerin elini kolunu bağlıyordu. Çünkü bu yeni inanç, lider ve tebası hakkında söyledikleri her menfi şey, eşsiz ahlak abidelerine çarpıp geri dönüyordu. O yüzden Peygamber’in emanetler karşısındaki tutumu şaşırılması gereken bir durum değildir. Asıl düşünülmesi gereken ümmet olarak hangi ara böyle vakıaları hayretle karşılayacak kadar İslam’ın vazettiği güzel ahlaktan uzaklaştığımızdır.

Burada bir parantez açarak farklı bir konuya değinmek istiyoruz. Mekke’nin ileri gelenleri risaletin öncesinde de sonrasında da Allah Resûlü’nün güzel ahlakına şahitlik ediyorlardı. Her ne kadar risalet sonrasında bunu açıkça söylemeseler de mallarını emanet bırakmak gibi örneklerden gerçek düşünceleri anlaşılıyordu. Ancak hem Peygamber ile ilk muhatap olanların onu sallallahu aleyhi ve sellem dinlememesi hem de Mekke halkının işittiklerinin kalplerine ulaşmaması için Allah Resûlü’nün şahsı hakkında çeşitli iftiralar atıyorlardı. Deli, kahin, şair, sihirbaz gibi.

Peki, nasıl oluyor da gerçeğe taban tabana zıt bu iftiraları rahatlıkla atabiliyor ve o toplum içinden bir kişi de çıkıp buna itiraz etmiyordu? Bu, şirk toplumlarının efendilerinin kendilerine biçtikleri rolün hakkını vermeleri, halkların da mustazaflaşmaya, hakir görülmeye razı olmalarının bir sonucu idi. Her azgın toplumun elebaşları kendilerini halkın adına konuşmaya yetkili görür. Toplumun yerine düşünür, onların adına karar verir ve harekete geçer.

“İleri gelenler harekete geçti ve: ‘Yürüyün, ilahlarınıza sahip çıkın (onlara bağlılıkta direnç gösterin). Şüphesiz ki bu, (sizden) istenen bir şeydir.’ (dediler.)” [15]

“Ve dediler ki: ‘Sakın ha ilahlarınızı bırakmayın. Ved, Suva, Yeğus, Yauk ve Nesr’i de bırakmayın.’ ” [16]

“Çünkü o düşündü, ölçtü. Kahrolası, nasıl ölçtü biçti! Bir daha, bir daha kahrolası, (bu) nasıl ölçüp biçmek! Sonra baktı. Sonra surat asıp yüzünü ekşitti. Sonra arkasını döndü ve büyüklendi. Ve dedi ki: ‘Bu, (sihirbazlardan) aktarılan bir büyüden başkası değildir. Bu, yalnızca bir beşer sözüdür.’ ” [17]

Tebaya düşen ise sadece koşulsuz itaattir. Zaten mustazaflığı kabullenmiş kitleler bir zaman sonra kişiliksizleşir, güce tapar, hakkın değil baskın tarafın peşinden giderler.

Bugün düne ne kadar da çok benziyor! Tağutlar hedefe koydukları muhaliflerine bol keseden ithamlarda bulunuyor ve tabilerine de bunlara inanmalarını salık veriyor. Öyle ki bazı şahıslar veya olaylar hakkında aynı gün içinde tamamen zıt şeyler söylense dahi hiç kimse bunu sorgulamıyor. Dün “kardeşim” diye tanıtılanlar bugün “hain” ilan ediliyor.

İşte böyle toplumlarda davetçi sadece itikadi değil aynı zamanda ahlaki bir mücadele de vermektedir. Öncelikle kendisi de bu beldede bir ömür tükettikten sonra hidayete eriştiği için bu bozukluğun kalıntılarını tedavi etmekle işe başlar. Sonra da topluma itikad ile beraber ahlakı da götürür ve çok kaypak bir zeminde hareket ettiğini aklından çıkartmaz.

Yazımızı bitirmeden önce elbette Ali’nin radiyallahu anh itaati, cesareti ve fedakârlığına da değinmek gerekir. O, çok büyük ihtimal ile öldürüleceğini bilmesine rağmen Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem yerine geçmekte tereddüt etmedi. Bu olayda başrolde Ali’yi görüyoruz. Ama o kesinlikle yalnız değildir.

Biraz geriye gittiğimizde Taif’te taşların önüne kendisini siper eden Zeyd de Ali’nin radıyallahu anhuma fedakârlığını ve cesaretini görüyoruz.

Onu: ” ‘Rabbim Allah’tır!’ dediği için mi Muhammed’e zulmediyorsunuz?!” diyerek Peygamber’i korumaya çalışan ve komalık olan Ebu Bekir’de görüyoruz.

Bedir günü: “Ey Allah’ın Resûlü! Sana safların arkasında bir çadır yapalım. Bizler öldürülür ve yenilir isek sen hemen Medine’ye dönersin.” diyen Sad bin Muaz’ın radıyallahu anh sözlerinde de Ali’yi görüyoruz.

Uhud günü birer birer Peygamber’in önüne geçip müşrikleri uzaklaştırmak için kılıçlar parçalayan, toprağa düşen o sahabilerin her birisinde ve daha nicelerinde…

“Nebi, müminler için kendi nefislerinden daha evladır.” [18]

Sahabe her hususta zirvelere adaydı ve amelleri ile bu adaylığın hakkını verdi. Onlardan sonra gelecek hiçbir nesil bir bütün olarak onların derecesine çıkamayacak. Ancak fert fert bazı nasipli kullar sahabelerin iman ve ahlakının derecelerine erişebilecekler. Muhtaç olduğumuz ve sahip olduğumuz anda, bizi her alanda öncü yapacak formül işte bu hayatlarda gizlidir. Gözlerimizi o kutlu neferlere dikmeli, yoruluyor isek onlar gibi olmak için yorulmalıyız. Şüphesiz ki Allah ihlasla ortaya konulan her çabayı zerre kadar dahi olsa bereketlendirecektir.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

 

 

[1]       .   Buhari, 7231; Müslim, 2410; Tirmizi, 3756.

[2]       .   15/Hicr, 56

[3]       .   3/Âl-i İmran, 139-140

[4]       .   3/Âl-i İmran, 146-148

[5]       .   58/Mücadele, 21

[6]       .   30/Rûm, 6

[7]       .   2/Bakara, 214

[8]       .   7/A’râf, 16-17

[9]       .   17/İsrâ, 64

[10]      .   15/Hicr, 39

[11]      .   6/En’âm, 112

[12]      .   17/İsrâ, 65

[13]    “.   15/Hicr, 40

[14]      .   4/Nîsa, 76

[15]      .   38/Sâd, 6

[16]      .   71/Nûh, 23

[17]      .   74/Müddessir, 18-25

[18]      .   33/Ahzâb, 6

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver