Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salat ve selam Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem, alinin ve ashabının üzerine olsun.
Bir fırkanın tarihsel sürecinden haberdar olmak, nasıl oluştuğunu, hangi aşamalardan geçtiğini bilmek, o fırkayı hakkıyla tanımak için elzemdir. Biz de geçen yazımızda Mürcie fırkasının zaman içerisindeki dönüşümünü bölümlere ayırarak incelemeye başlamıştık.
Geçen sayıda ‘Mürcietu’l Ula’ diye adlandırdığımız ilk dönem Mürcie’yi tanıttık. Bu zaman dilimdeki Mürcie’nin bugün İslam ümmetindeki en büyük fitnenin başı olan ve ameli imandan ayıran Mürcie ile bir alakası olmadığını söyledik. Bilakis ilk dönem Mürcie, fitne zamanında Ali ve Osman radıyallahu anhuma ile alakalı, daha doğrusu birbirleriyle savaşan sahabeler ile ilgili ‘Ne dost ne de düşman tutalım’ görüşünü savunanların oluşturduğu Mürcie’dir.
Bu yazımızda ise asıl üzerinde duracağımız, Ehli Sünnet’in sakındırdığı Mürcie’nin ortaya çıktığı dönemi inceleyeceğiz inşallah.
Mürcie’nin ikinci dönemi olarak adlandırabileceğimiz bu dönem nasıl başladı?
Fitne dönemiyle alakalı insanlar kendi aralarında konuşuyor ve farklı görüşler beyan ediyorlardı.
Mesela Haricilere göre: Birbirlerine kılıç çeken ve birbirlerini öldüren sahabenin hepsi kafirdi. Onlardan sonra yaşayan ve onları tekfir etmeyenler de kafirdi.
Ehli Sünnet’e göre: Sahabe hatalarıyla beraber dost tutulmalı ve örnek alınmalı idi. Onlar bu meseleleri İbni Abbas’ın radıyallahu anh şu sözüyle değerlendirmişlerdir:
“Allah sahabelerin birbirleriyle savaşacaklarını bilmesine rağmen onları övdü, onlardan razı oldu ve onları örnek gösterdi.”
Mürcietu’l Ula dediğimiz taifede bu olaylara karışan sahabelerin ne dost ne de düşman tutulması gerektiğini söylemişlerdir.
Bu görüşler ortaya atılıncaya kadar konunun iman ve amel ile bir alakası yoktu. Fakat işin rengi, taraflara savundukları görüşlerin delilleri sorulmaya başlayınca değişti.
‘Neden tekfir ediyorsun ya da etmiyorsun? Neden dost ya da düşman olup olmadıklarını net olarak söylemiyorsun? Niçin dost tutuyorsun?’
Bu sorulara her taife kendi penceresinden cevap verirken aynı zamanda bir itikad da ortaya koymaya başladı.
Hariciler: ‘Biz onları tekfir ediyoruz, çünkü büyük günah işleyen birisinin tevbe etmediği müddetçe kafir olduğuna inanıyoruz.’
Ehli Sünnet: ‘İman söz, amel ve tasdiktir. İman kısım kısımdır. Bazı ameller vardır ki emredilmiştir, yapılmadığında veya neyhedilmiştir, yapıldığında insanı dinden çıkartır. Bazı ameller vardır ki, imanın vacip diye adlandırılan kısmına dahildir. Ve insanı sadece günahkâr yapar. Diğer bir kısım ise sadece kemaliyattandır. Sahabenin fiilleri vacip olan kısma dahildir. Onlar hata yapmışlar ama küfre girmemişlerdir.
Bu hususta bizim görüşümüzü ortaya koyan umde hadis şudur:
“İman altmış veya yetmiş küsür şubedir. En üstü La İlahe İllallah sözü en altı ise yoldan eziyet verici bir taşı almaktır. Hayâ da imandandır.” (Buhari)’
Konumuz olan Mürcie ise ilk dönemde ortaya attığı görüşü şöyle dillendirmeye çalışmıştır: ‘Amel imandan değildir. Doğal olarak amelî bir konuda yaşanan problem insanı dinden çıkartmaz.’
İşte Mürcie fırkası bu şekilde asli kimliğine kavuşmuş , ümmet için tehlike arz eder hale gelmiş oldu.
Burada ek bir bilgi olarak şunu söyleyebiliriz: İman konusunda problem yaşayan tüm bidat taifelerin ortak yönü, imanı bir bütün olarak görmeleridir. Hariciler ameller içerisinde hiçbir ayrıma gitmeden amel ile imanı bir görmüşler doğal olarak amellerdeki en ufak bir problemi dahi imana yansıtmışlardır.
Mürcie de amelin her türlüsünü imandan soyutlamış doğal olarak da yapılan hiçbir şey imana zarar veremez hale gelmiştir.
Ehli Sünnet ise ameli imandan saymış ama amelleri sınıflara ayırmıştır. Bu yönü ile ifrat ve tefritten uzak olarak vasat bir yol izlemiştir.
Mürcie’nin Kurucusu Kimdir?
Meşhur olan görüşe göre Mürcie’nin kurucusu Hammad İbni Ebu Süleyman’dır. İbrahim En-Nehai’nin talebesi İmam Ebu Hanife’nin Hocasıdır.
İmam Evzai ise bu taifenin fikir babasının Kaysun Nasır isimli kişi olduğunu söylemiştir.
İmam Ahmed’e sorulduğunda ise Zir İbni Abdullah el-Hemedani’nin Mürcie’nin kurucusu olduğunu söylemiştir.
Bu şahısla alakalı ilginç rivayetler mevcuttur:
Bir rivayette, ‘Amel imandan değildir.’ Görüşünü dillendirdiği ancak bununla beraber ‘Bunun din edinilmesinden korkuyorum.’ dediği geçmektedir. Ancak daha sonra farklı bölgelerden bu görüşün desteklendiği kendisine ulaşınca: ‘Bundan başka bir din mi vardır?’ deyip insanlar arasında bunu yaymaya başladığı rivayet edilmiştir.
İbni Mesud’un radıyallahu anh talebesi İbrahim en-Nehai’nin Zir İbni Abdullah ile diyaloğu da buna benzemektedir. İbrahim en-Nehai’ye, bu düşüncelerin aklına gelen öylesine bir fikir olduğunu söyleyen Zir İbni Abdullah sonrasında ise şu cümleleri kullanabilmiştir:
‘Bu Allah’ın Nuh’u kendisiyle gönderdiği dindir.’
Bu rivayetlerden şu çok net bir şekilde ortaya çıkmaktadır: İnsan önce bir görüşü konuşmaya, tartışmaya başlar. Fakat daha sonra hevası ve şeytanın ayak kaydırmaları ile o görüş bir anda bozuk bir akide olarak ortaya konur. Selef alimlerinin bidat ehliyle oturmama ve onların şüphelerini dinlememe hususunda yaptıkları sert uyarıların neden önemli olduğu bu konu ile bir kez daha anlaşılmaktadır.
Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap