Allah’ın adıyla.
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,
Her bir kardeşimin af ve afiyet içinde olmasını temenni ediyor; sizler için Rabbimden hayır, esenlik ve bereket diliyorum. Yüce Allah’a hamdolsun, ben iyiyim. Sayısız nimete karşılık sayılı imtihan içinde, Rabbimizin gözetiminde, O’nun (cc) izni ve iradesiyle yaşanan bir süreci tamamlamaya gayret ediyorum. Siz kardeşlerimden dua bekliyorum.
Mücadele Tarihinden Öğrendiklerimiz
Sizin de bildiğiniz üzere Er-Rabb olan Allah’ın bir eğitim metodu vardır. Rabbimiz, biz kullarını Rabbani eğitim okulunda dört ayrı dersle/kitapla eğitir. Bunlardan ilki, kâinattır. Kâinat, içinde sayısız ayet barındıran bir kitaptır/derstir; ne kadar sık okunur, yani kalpleri Rabbine bağlayan ayetleri üzerinde ne kadar tefekkür edilirse; kişiyi o kadar Rabbine yakınlaştırır, imanda yakinini arttırır.[1] Bir diğer ders/kitap, vahiydir. Kitab’ı hakkıyla tilavet ederek;[2] onu, Allah’ın azabından sakınarak;[3] ona inanıp, teslim olup, içindekilere yakinen inanarak ve kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışarak[4] okuyana Kitap bir okul, bir eğitmendir. Bir diğer ders/kitap, insanın kendi nefsidir, hayatıdır. Allah (cc) insanın nefsine ve hayatına onu Rabbine ulaştıracak sayısız ayet yerleştirmiştir. Kendini okuyabilene öz nefsi ve hayatı bir derstir/okuldur.[5] Bir diğer ders/okul; sünnetullah, değişmez ilahi yasalar ve bu yasaları bize aktaran mücadele tarihidir.[6] Kulluğumuzun kalitesi (ihsan), bu dört derse çalışmamızla orantılıdır.
Bu ayki hasbihâlimizde dördüncü ders üzerinden bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım. Bildiğiniz gibi hak ile batılın arasındaki mücadele, tabiidir. Her ikisi de ötekinin zıtlığından beslendiğinden bulundukları her yerde tabii olarak kavgaya tutuşurlar. İkisinden biri hüviyet değiştirmedikçe aralarında bir uzlaşma ve orta yol bulunmaz. Uzlaşıya vardıkları noktada ya hak, hak olma özelliğini kaybetmiş ve batıla evrilmiştir ya da batıl, batıl olma özelliğini yitirmiş ve hakka icabet etmiştir.[7] Hâliyle bizler; hak olduğumuzu umarak, batıl gördüğümüz ve Allah’a (cc) başkaldırmış tağuti sistemlerle kavga vaziyetindeyiz. Zulmün büyüğüne (şirke) küçüğüne (adaletsizliğe) karşıyız. Tercihimizi tevhid ve adaletten yana kullanmış; Allah’ın, Resûl’ünün ve müminlerin safında yer almışız. Bu mücadelede herkes kendi tabiatına uygun olanı yapacaktır. Batıl zulmedecek, hak ehli ise zulme boyun eğmeyecek ve teslim olmayacaktır. Bu mücadele bizimle başlamadığı gibi, son örneği de biz olmayacağız. Bizler Adem (as) ile başlamış tevhid yürüyüşünün bir halkası, enbiya eliyle dikilen tevhid ağacının dallarındaki ince bir dalız. Hak ile batıl arasındaki kavga hep vardı, bugün de var ve yarın da var olmaya devam edecektir. Tevhid Meali’ndeki açıklamasıyla beraber bir ayeti hatırlayalım:
“Andolsun ki biz: ‘Allah’a ibadet edin.’ diye (davet etmesi için) Semud’a kardeşleri Salih’i yolladık. (Davet başladığı anda) birbirlerine hasım olan iki grup oluverdiler.”[8]
“Tevhid daveti şirkin karşısına çıktığı ânda aralarında husumet baş gösterir. Bu düşmanlık, davetçinin ya da müşriklerin sert-yumuşak, medeni-bedevi, anlayışlı-despot olmasıyla ilgili değildir. Hak ve batılın tabiatlarında var olan zıtlık ve uyuşmazlık sebebiyledir.”[9]
Ayrıca kavgada yumruk sayılmazmış. On iki buçuk, yirmi beş, otuz yedi buçuk… Bunları saymak bize bir şey kazandırmaz. Yarın Allah (cc) aramızda hükmünü verdiğinde ve/veya O’nun divanında durduğumuzda biz de onlara hatırlatacağız: Kavgada yumruk sayılmaz! Mazlumun zalimden öç/intikam aldığı o dehşetli gün, zalimin mazluma zulmettiği günden çok daha çetin olacaktır. Ve şüphesiz daha pek çok şey hatırlatacağız.
Mücadele tarihinden öğrendiğimiz bir diğer hakikat şudur: Şirk ehli, mücadelede mert ya da dürüst değildir. Onların dini yalan, iftira ve ölçüsüzlük üzerine kuruludur. Dün; yeryüzünün en sadık insanlarına “yalancı”, en ölçülü insanlarına “kâhin/sihirbaz”, en etkili sözlerine “şiir”, kendilerinden hiçbir ücret istemeyen enbiyaya “çıkarcı” demişlerdi:
“Öyleyse hatırlat/öğüt ver. Sen, Rabbinin nimetiyle ne kâhinsin ne de mecnun. Yoksa onlar: ‘Bu bir şairdir. Biz, onun başına felaketler gelmesini (ve ondan kurtulmayı) gözlüyoruz.’ mu diyorlar? De ki: ‘Gözetleyin (bakalım). Hiç şüphesiz, ben de sizinle beraber gözetlemedeyim.’ Onlara bu (düşünceleri) akılları mı emrediyor yoksa onlar, azgın bir topluluk mudur? Yoksa: ‘Onu uydurdu.’ mu diyorlar? (Hayır, öyle değil!) Bilakis onlar, iman etmezler. Şayet doğru söylüyorlarsa (onlar da uydurup) benzer bir söz getirsinler (bakalım).”[10]
“Onlardan önce, Nuh’un kavmi de yalanlamıştı. Kulumuzu yalanlayıp: ‘O delidir.’ demişlerdi. (Nuh, tevhidi anlatmaktan) alıkonulmuş, engellenmişti.”[11]
“Onlardan öncekiler de, kendilerine gelen her resûle (aynı bunların yaptığı gibi): ‘Sihirbaz ya da delidir.’ dediler.Acaba (resûllere karşı takındıkları düşmanca tavır ve yalanlama sözlerini) birbirlerine vasiyet mi ediyorlar? (Ki her kavim harfiyen aynı şeyleri söylüyor.) Bilakis onlar, (tağutlaşmış) azgın kimselerdir. (Onları benzer şeyler söylemeye sevkeden azgınlıklarıdır.)”[12]
“ ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan bizleri uzaklaştırmak ve yeryüzünde büyüklük/otorite siz ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz, ikinize de inanmayız.’ demişlerdi.”[13]
Hâliyle bugünün müstekbirlerinden mertlik ve dürüstlük bekleyemeyiz. Evet, içlerinde Mutim ibni Adiy, İbni Dağine, Ebu Talib gibi bireysel olarak dürüst ve ahlak sahibi olan örnekler görülebilir, görülüyor da. Ancak bir sistem olarak onlardan adalet, dürüstlük ve ölçülülük bekleyemeyiz. Böyle bir beklenti, tuğyanın ve kulluğun tabiatını kavrayamamak anlamına gelir. Bugünün müstekbirleri atalarının izinden giderek, aşağılanan ve nefret edilen güncel karşılıklar bulacak ve hak ehlini onunla vasfedeceklerdir. Bize düşen; hakkın dili olmaya devam etmek, ısrarla aynı hakikatleri dillendirmektir. İnsanlara fayda sağlayan hak kalıcı, batıl ise köpük misali yok olup gidicidir:
“Gökten su indirdi. Vadiler kendi miktarınca sel oldu. Sel de suyun üstüne vuran köpüğü yüklendi. Bir ziynet ya da faydalanılacak eşya yapmak için üzerine ateş yakıp erittiklerinde de böyle bir köpük oluşur. Allah, hak ile batıla böyle örnek verir işte. (Batıl) köpük (misali) atılır gider. İnsanlara yarar sağlayacak olan (hak) ise yeryüzünde kalır. İşte Allah, örnekleri böyle verir.”[14]
Mücadele tarihinden öğrendiğimiz bir başka asıl şudur: Tarih yaşanırken egemenlerin gözünden yazılır. Resmî tarihe ve günün medyasına göre onlar toplumun iyiliğini düşünen, kendileri de iyi olan insanlardır. Tevhid ehli ise bozguncudur, toplumun dinini değiştirmek istemektedir. Bu nedenle toplum tüm bileşenleriyle tek yürek olmalı; bu bozguncu, yeni din getiren, toplumu vatansız bayraksız bırakmak isteyenlere karşı mücadele etmelidir:
“Firavun dedi ki: ‘Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim. O da Rabbini çağırsın (yardıma). Ben, (Musa’nın) dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum.’ ”[15]
“Onlara içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaşırdılar ve kâfirler dediler ki: ‘Şüphesiz ki bu, bir büyücüdür, bir yalancıdır. İlahları tek bir ilah mı yaptı? Gerçekten bu çok ilginç/şaşılacak bir şeydir.’ İleri gelenler harekete geçti ve: ‘Yürüyün, ilahlarınıza sahip çıkın (onlara bağlılıkta direnç gösterin). Şüphesiz ki bu, (sizden) istenen bir şeydir.’ (dediler.) ‘Biz bunu başka bir dinde işitmedik. O (tevhid) yalnızca bir uydurmadır.’ ”[16]
“Firavun dedi ki: ‘(Ben) size izin vermeden ona iman ettiniz öyle mi? Şüphesiz ki bu (yaptığınız), buranın halkını yurtlarından sürüp çıkarmak için (Musa ile beraber) tezgâhladığınız bir tuzaktır. Pek yakında (yapacaklarımı) bileceksiniz/anlayacaksınız.’ ”[17]
Evet, tarih yaşanırken egemenlerin, müstekbir tağutların gözünden yazılır. Ne ki yaşanıp bittikten sonra mazlumların ve mustazafların ne yaşadığı akıllara gelir ve onların gözünden neler olduğu aktarılır. Böylece yere göğe sığdırılamayan müstekbirler, lanetle anılan birer nefret objesine dönüşür; her biri ayrı bir ibret vesikası olurlar:
“Sonra resûllerimizi peş peşe gönderdik. Her ümmete resûlü geldiğinde onu yalanladılar. Biz de onları birbirinin arkasına katıp (helak ettik) ve onları (sonraki nesillere ibret vesikası olarak anlatılacak) hikâyeler kıldık. (Dedik ki:) ‘İman etmeyen topluluk (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.’ ”[18]
“…Onları (insanların akıbetlerini konuştuğu) masal hâline getirdik ve onları paramparça ettik…”[19]
Okuduğumuz ayetler meselenin dünyevi boyutudur. İşin bir de uhrevi boyutu vardır. O gün terazi konulacak, amel defterleri açılacak, herkes Rabbinin huzurunda bir araya toplanacaktır. Hakkın divanında zulüm, iftira ve hile olmayacaktır. Her hak sahibi hakkını mutlaka alacaktır:
“Saflar hâlinde Rabbine arz edileceklerdir. Andolsun ki sizi ilk defa (nasıl) yarattıysak, (çıplak, yalnız, sünnetsiz, tüm unvanlardan arınmış, sade bir kul olarak yine) bize öyle geldiniz. (Hayır, öyle değil!) Size bir buluşma zamanı tayin etmediğimizi sanmıştınız. (Ortaya iyiliklerin ve kötülüklerin yazılı olduğu) kitap konur. Suçlu günahkârların o (kitapta) olandan dolayı korku ve endişe içinde olduğunu görürsün. Derler ki: ‘Eyvahlar olsun bize! Ne oluyor bu kitaba da küçük büyük ne varsa hiçbir şeyi bırakmadan kaydetmiş.’ Yaptıklarını karşılarında hazır bulmuşlardır. Senin Rabbin kimseye zulmetmez.”[20]
“Hiç şüphesiz, sen de öleceksin, onlar da ölecekler.Sonra da sizler, Kıyamet Günü Rabbinizin huzurunda davalaşacaksınız.”[21]
Mümin; ahirete imanıyla dünyanın, İslam’ın kazandırdığı tevhid ümmeti bilinciyle bugünün sınırlayıcılığından kurtulmuştur. Bugünün yarını, o günün ebedî karşılığı olacaktır. Bizler bugün, Kralın karşısında, “Rabbimiz Allah’tır” diyen yiğit muvahhidlerden; bir toplumun uyanışı için kendini oklara hedef kılan yavuz gençten; Mekke çöllerinde “Ahad! Ahad!” diye inleyen, ruhu özgür kara yağız müminden güç almıyor muyuz? Bugün kim Kralı, oku tutan eli veya Ümeyye’yi hayırla yâd ediyor? Hepsi tarihin çöplüğünde, lanetlilerle bir arada kokuşmaya terk edildiler. Ama o gençler, o yiğitler, o muvahhidler… Kıyamlarıyla, ölümleriyle, iniltileriyle bile yeni uyanışlara, yeni dirilişlere, yeni mücadelelere güç oluyor; ilham veriyorlar. Her neslin, geçmişten aldığı emanete, yaşadığı çağa ve gelecekte emaneti devredeceği kardeşlerine karşı sorumlulukları vardır. Geçmişteki kardeşlerimiz, emaneti bizlere en güzel şekilde teslim etti. Şimdi sıra şu soruyu sormakta: Bizler yaşadığımız çağın şahidi miyiz? Yarın emaneti devralacak olanlar, bizden güç ve ilham alacak mı? Yoksa bizi lanetliler arasında mı anacak? Ya ahiret yurdu? Nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle mi beraber olacağız; yoksa Rabbinin ayetlerini ve ahiret yurdunu “vakıf/cemaat kazanımları” karşılığında satan, tağutların kapısında dili dışarıda soluyan, yalancı ve zalim yöneticilere yardım edip onları doğrulayarak nebilerden teberrî eden, açıklayacağına dair Allah’a (cc) söz vermişken gizleyen, hiçbir zaman açık/anlaşılır konuşmayıp karnından konuşan, gündemi siyasete ayarlı ve siyasetten icazet almadan görüş beyan edemeyen… kimselerle mi beraber olacağız? İşte bugün bizler; geçmişe, bugüne, yarına ve ahiret yurduna karşı imtihan oluyoruz. Kabul ediyorum; zor, çetin bir imtihan! Adı üstünde yahu, “bela”. Bela; yani eskiten, yıpratan, solduran… Bir ismi de “fitne”. Fitne, yani altının posasından, kirinden arınıp özüne kavuşması; saf altının ortaya çıkması için ateşlerde yanması… Bu imtihan; bela yönüyle bedenlerimizi/dünyamızı örseleyecek, fitne yönüyle de ruhlarımızı arındırıp olgunlaştıracak, Allah’ın (cc) izniyle.
Mücadele tarihinden öğrendiğimiz bir diğer hakikat ise şöyledir: İslam toplumu zindana düştüğünde, savaş kaybettiğinde, dünyevi imtihanlarla savrulduğunda… yenilmez. Öyle olsa zindanda Yusuf (as), Uhud’da Allah Resûlü (sav), bolluk imtihanına sabredemediğini ifade eden sahabi (ra)… kaybederdi. Bilakis, zikrettiğimiz zatlar hem dünyada hem de ahirette kazandılar. Öyleyse İslam toplumu ne zaman kaybeder? Umutlarını yitirdiğinde kaybeder! Gözünü Mele-i A’lâ’dan ayırıp yeryüzünün olumsuz şartlarına takıldığında kaybeder! Onların sayısı/imkânları ile inananların sayısını/imkânlarını kıyasladığında kaybeder! Gönülden, yalvara yakara, için için, gizlice, korku ve umut dolu bir kalple Allah’a (cc) dua etmeyi bıraktığında; seherde istiğfarı terk ettiğinde kaybeder! Her gece karanlığın ardından Güneş’i doğuran kudrete kör kalıp cahiliyenin karanlığını ve elinde tuttuğu cılız mumu gördüğünde kaybeder! Yani kazanacağına dair umutlarını yitirdiğinde, gözünü yanlış yerlere diktiğinde, en büyük dayanak olan dua ve istiğfarı yitirdiğinde önce yolu, sonra akıbeti kaybeder. Zira bu saydıklarım, bir toplumun ölçüsünü ve istikametini yitirdiğini gösterir. Kazanmak isteyen ne yola ne yolcuya ne menzile ne de düşmana odaklanmalıdır. Kazanmak isteyen âna, sorumluluklarına ve yolun sahibine odaklanmalıdır. Evet; şu âna, ânın vacibine ve yolun sahibine…
“Şayet seni aldatmak isterlerse, hiç şüphesiz Allah sana yeter. Seni, yardımıyla ve müminlerle destekleyen O’dur. (Allah,) onların kalplerini birbirine ısındırdı. Sen yeryüzündekilerin tamamını harcasaydın, yine de onların kalplerini birbirine ısındıramazdın. Ama Allah onların arasını ısındırdı. (Çünkü) O, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm’dir. Ey Nebi! Sana ve sana tabi olan müminlere Allah yeter.”[22]
“Emrolunduğun (tevhidi) açıkça ortaya koy ve müşriklerden yüz çevir. O alaycılara karşı biz sana yeteriz.”[23]
“Onlardan bazılarına, kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dünya süsüne gözünü dikme! Rabbinin rızkı, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Ailene namazı emret, sen de onda sabırlı/kararlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz. Biz seni rızıklandırıyoruz. Akıbet takvanındır. (Takvalı olanlarındır.)”[24]
“Rabbinize gönülden (yalvara yakara) ve gizlice (için için) dua edin. Şüphesiz ki O, (duada) haddi aşanları sevmez.Yeryüzü (Allah tarafından düzenlenip) ıslah edildikten sonra orada bozgunculuk yapmayın. O’na korkarak ve umarak dua edin. Elbette ki Allah’ın rahmeti, muhsinlere/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanlara pek yakındır.”[25]
Sonuç olarak; mücadele tarihi bir okuldur, öğreticidir. Ne mutlu Yüce Allah’ın çağrısına icabet edip mücadele tarihinden ibret alanlara!
“Şüphesiz ki sizin için (Bedir Günü) karşı karşıya gelen iki toplulukta (dersler çıkaracağınız) ayet/ibret vardır. Bir grup Allah yolunda savaşıyordu. Diğeri ise kâfirdi ve (müminleri) çıplak göz ile kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah, yardımıyla dilediğini destekler. Şüphesiz ki bunda, (çokça Kur’ân okuyup, Allah’ın şer’i ve kevni ayetleri üzerinde kafa yordukları için) basiret sahibi olanlara ibretler vardır.”[26]
“Andolsun ki onların kıssalarında, akıl sahipleri için ibretler vardır.”[27]
Yaşadığımız Çağ ve Mücadele Araçları
Mücadele tarihinden öğrendiğimiz diğer bir hakikat şudur: İslam davetinin ana mesajı, hedefi ve metodu Rabbanidir. Tüm resûller aynı şeye, aynı hedefi gözeterek ve aynı metotla davet etmişlerdir. Davetin ana mesajı tevhid, yani insanların kula kulluktan kurtulup Allah’a (cc) tevhid üzere kulluk etmesidir:
“De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Gelin, sizinle bizim aramızda ortak bir kelimede buluşalım: Yalnızca Allah’a ibadet edelim, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayalım, (Allah’ı bırakıp da) birbirimizi Allah’ın dışında rabler edinmeyelim.’ Şayet yüz çevirirlerse deyin ki: ‘Şahit olun ki biz Müslimlerdeniz/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullardanız.’ ”[28]
“Andolsun ki biz her ümmet arasında: ‘Allah’a ibadet/kulluk edin ve tağuttan kaçının.’ (diye tebliğ etmesi için) resûl göndermişizdir. Allah içlerinden kimisine hidayet bahşetti, kimisine ise sapıklık hak oldu. Yeryüzünde gezip dolaşın ve yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğuna bir bakın.”[29]
Davetin hedefi; yeryüzünde dini ikame eden ve ayrılığa düşmeyen bir topluluk oluşturmak, Allah’ın kelimesini birlik içinde yüceltmektir. Yani her şart ve ahvalde insanın bir şekilde oluşturduğu sosyal yapıyı, İslami esaslara göre inşa etmektir. Bunun adı, “İslam ümmeti”dir:
“ ‘Dini (tevhidle) ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.’ diye Nuh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim, Musa ve İsa’ya emrettiğimizi sizin için dinde şeriat kıldık. Müşrikleri kendisine davet ettiğin (tevhid) onlara ağır geldi. Allah dilediği kulunu (tevhid ve ayrılıksız din için) seçer ve O’na yönelenleri hidayete erdirir.”[30]
“Onlar ki; büyük günahlardan ve fuhşiyattan kaçınır, kızdıkları zaman da bağışlarlar. Onlar Rablerinin (iman ve salih amel) çağrısına icabet eder, namazı dosdoğru kılarlar. İşleri, aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler. Onlar ki; başlarına bir haksızlık geldiğinde yardımlaşırlar.”[31]
“Hiç kuşkusuz sizin bu ümmetiniz, tek (olan İslam) ümmetidir. Ben de sizin Rabbinizim. (Öyleyse) benden korkup sakının.”[32]
“Allah yolunda hakkıyla/Allah’ın şanına yakışır şekilde cihad edin. O sizi seçti. Dinde size bir darlık/güçlük yüklemedi. Atanız İbrahim’in milletine (uyunuz)! O (Allah) sizleri bundan önce de bunda da Müslimler/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen kullar diye isimlendirdi ki, Resûl size, siz de insanlara şahitlik edesiniz. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a tutunun. O, sizin Mevlanızdır. Ne güzel bir dost ve ne güzel bir yardımcı!”[33]
Davetin metodu ise apaçık, net, yediden yetmişe her insanın anlayacağı bir üslupla; sözü müstakim kılarak; eğmeden bükmeden tebliğ etmektir:
“Biz, her peygamberi kendi kavminin diliyle yolladık ki, onlara açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayet eder. O, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) El-Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) El-Hakîm’dir.”[34]
“Emrolunduğun (tevhidi) açıkça ortaya koy ve müşriklerden yüz çevir.”[35]
“(Hatırlayın!) Hani Allah: ‘(Vahyi) insanlara mutlaka açıklayacak ve asla onu gizlemeyeceksiniz.’ diye kendilerine Kitap verilenlerden söz almıştı…”[36]
Ana mesaj, hedef ve metot bir olsa da enbiyanın kullandığı araçlar farklılık göstermiştir. Her nebi, yaşadığı çağın yaygın ve meşru araçlarıyla kavmini davet etmiş, nebilere verilen ayetler/mucizeler toplumun dikkatini çekecek mahiyette olmuştur.
Örneğin, sihrin yaygın olduğu bir toplumda Musa’ya (as) verilen ayet/mucize vücut azalarının ve nesnelerin şekil değiştirmesidir:
“(Firavun:) ‘Eğer sen bir ayet/mucize ile gelmişsen ve sözünde de doğruysan hadi getir onu da (görelim).’ demişti. (Bunun üzerine) Musa asasını attı. (Bir de ne görsün!) O apaçık bir yılan oluvermiş. Elini (koynundan) çekti. (Bir de ne görsün!) Bakanların (gözünü alacak kadar) bembeyaz (bir ele dönüşüvermiş).”[37]
Tıbbın/Şifacılığın yaygın olduğu bir ortamda ise İsa (as), hastalıklara şifa olacak ayetlerle/mucizelerle gelmiştir:
“(O zaman) Allah diyecek ki: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin ve annenin üzerindeki nimetlerimi hatırla. Hani seni Ruhu’l Kudüs (Cibril) ile desteklemiştim. Hem beşikte hem de yaşlılıkta insanlarla konuşuyordun. Hani sana Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. İznimle çamurdan kuş suretinde bir şey yapıyordun, sonra ona üflüyordun. O da benim izin vermemle (canlı) bir kuş oluyordu. İznimle kör ve alaca hastasını iyileştiriyordun. İznimle ölüleri (kabirlerinden diri olarak) çıkarıyordun. İsrailoğullarına apaçık delillerle geldiğinde, onlardan kâfir olanlar: ‘Bu apaçık bir sihirdir.’ demişlerdi de onları senden engelleyerek (seni korumuştum).”[38]
Allah Resûlü (sav) belagatın revaçta olduğu bir “söz toplumuna” Kur’ân ile gelmiştir. Beşeri aciz bırakan, sözü en kısa ve en etkili tarzda sunan bir kitapla… Ki; onu inkâr etmelerine rağmen belagatı karşısında büyülenmiş, Kur’ân’ın ısrarlı meydan okumalarına rağmen benzer bir söz söyleme cesaretinde bulunamamışlardır:
“Rabbinin kelimesi (Kur’ân), doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, (işiten ve dualara icabet eden) Es-Semi’ ve (her şeyi bilen) El-Alîm’dir.”[39]
“De ki: ‘Tam/apaçık/en üstün/en etkili hüccet Allah’a aittir. Şayet dileseydi hepinizi hidayet ederdi.’ ”[40]
“Yoksa (Peygamber’in) o (Kur’ân’ı) uydurduğunu mu söylüyorlar? De ki: ‘Şayet doğrulardansanız onun benzeri bir sure getirin ve Allah’ın dışında (size yardım etmesi için) kimi çağırabiliyorsanız çağırın (bakalım).’ ”[41]
Evet, şimdi sadede gelelim: Bugün bizlerin davette ana mesajı, hedefi ve metodu öncülerimizle aynı olmak zorundadır. Hamdolsun, Yüce Allah’ın bizleri buna muvaffak kıldığına inanıyor, ayaklarımızı sabit kılmasını diliyoruz. Peki, davetin araçları? İşte burada biraz durup düşünmek, muhasebe yapmak durumundayız. Şöyle bir gündemimiz olmalı: Bugünün meşru araçları nelerdir, bunları bireysel ve toplumsal anlamda nasıl daha etkin kullanabiliriz? Ben, birey olarak boş zamanlarımda bu araçları daha etkin şekilde kullanmak için nasıl kendimi yetiştirebilirim?
Ben özellikle güncel meşru araçlardan biri üzerinde durmak istiyorum: Yapay zekâ! Bildiğiniz gibi dünya hakiki anlamda sefihleşse de mekanik/teknik anlamda akıllanıyor. Neredeyse hayata temas eden tüm aletler, yapay zekâ aracılığıyla yönetilebiliyor ve alet/edevat insan olmaksızın idare edilebiliyor. Son dönemlerde yapay zekâ farklı alanlarda da kullanılmaya başlandı. Örneğin, yapay zekâyı kullanarak istediğiniz bir metni aynı ânda, en kaliteli tercüme ve en etkili edebî üslupla tüm dünya dillerine çevirebiliyorsunuz. Düşünün; tevhidi anlatan bir kitap yazdınız, birkaç dakika içinde kitap tüm dünya dillerinde ve edebî bir dille okunabilir hâle geliyor. Bir davetçinin insanları Allah’a (cc) davet ettiğini düşünün; yapay zekâ sayesinde onun sesiyle, onun görüntüsüyle veya yapay/oluşturulmuş bir ses ve görüntüyle o konuşmayı tüm dünya dillerine çevirebilir, tüm insanlığa ulaştırabilirsiniz. Yapay zekâ vasıtasıyla her insanın ilgi alanlarını tespit edebilir, bir konuşmayı/yazılı metni, o şahsın ilgisine uygun bir başlıkla muhataplarınızın karşısına çıkarabilirsiniz. Diyelim ki bir metin oluşturmak istiyorsunuz. O konuda yazılmış dünyadaki tüm literatürü tarayıp en iyi metni oluşturabilirsiniz. Yapılan denemelerde, birçok edebiyatçının ve şairin metinlerini tarayan yapay zekânın; sahibinden daha güzel, daha etkili metinler çıkardığı anlaşılmış. Herhangi bir ilim/bilim adamının yarım bıraktığı bir eseri, okuyucuların ayırt edemeyeceği şekilde tamamladığı görülmüş. Bunun için yapılması gereken tek şey; o âlimin diğer eserlerini yapay zekâya tanıtmak… Biz ilim talebelerinin yaşadığımız çağdaki en büyük sıkıntılarından biri; geçmiş dönem ulema eserlerinin onlara ait olup olmadığını, müstensihler eliyle çoğaltılan kopyalarda tahrif olup olmadığını tespit etmek. Bugün, insanların akademik çalışma yapıp yıllarca ter döktüğü bu mesele, yapay zekâ kullanılarak saniyeler içinde çözülebiliyor… Örneğin, bir konuyla ilgili tarihte yaşanmış tüm örnekleri tanıtıp, olması muhtemel gelişmeleri tahmin etmek, insanlığın tarihî tecrübesini bugüne aktarmak mümkün olacak. Ki bugün yeryüzünde haksız yere büyüklenen müstekbir tağutlar, bu yöntemi şer amaçlı kullanıyor ve toplum mühendisliği yapıyor. Biz de istiyoruz ki bu meşru araçları hayra kullanalım. Şöyle düşünebilirsiniz: Allah Resûlü Dönemi’nde meşru bir araç olan şiir, şerri yaymak için kullanılıyordu. İşret meclislerinde içkiyi ve fuhşu yüceltiyor, ahlaksızlığa teşvik ediyor, boş böbürlenme için kullanılıyor, insanlara itibar süikastı yapılıyordu. Allah Resûlü (sav) şiiri aldı ve hayra kullandı. Allah’ı (cc) yücelten; Nebi’nin mesajını edebî üslupla sunan; İslam’a ve Müslimlere yönelik hiciv/taşlama şiirlerine, benzeri hicivle karşılık veren bir propaganda aracı oldu. Bugün şirk ve masiyeti yaymak için kullanılan bu aracı, bizler de tevhid ve sünnetin yayılması için kullanmalıyız. Tabii, unutmadan bir gerçekliği hatırlatmalıyım ki; ben, kendi ilgi alanıma giren konulara temas ettim. Her birimiz kendi alanımızı düşünüp yapay zekâ eliyle yapılabilecekler listesini uzatabiliriz.
Tarihi Kaçırmayalım!
İnsanlık tarihinde dönüm noktaları vardır. Üzülerek söylüyorum ki İslam ümmeti son iki asırdır dönüm noktalarını kaçırıyor. Sanayi Devrimi’ni kaçırdı, elektronik devrimi kaçırdı, dijital devrimi kaçırdı… Birileri üretti, biz tüketici olduk ve onların ürettiği şekliyle kullanmak zorunda kaldık. Zamanla kullandığımız aletler, o aletleri var eden dünya görüşünü de içimize soktu, dönüştük. Bugün dijital devrimin ikinci aşamasındayız. Yapay zekâ gelişiyor. Şayet kendimizi eğitmezsek, yine tüketici olacağız. Tükettiğimiz araçlarla biz de tükenecek ve yine dönüşeceğiz.
Sanayi, elektronik ve dijital devrim için ciddi bir sermayeye, eğitim kurumlarına/fabrikalara, ham madde ve satış pazarlarına ihtiyaç vardı. Dönüşüm esnasında mezkûr imkânlara sahip olanlar, ürettiler. Yeni süreçte ne sermayeye ne okula ne fabrikaya ne de pazara ihtiyaç var. Bu defa ihtiyaç duyulan; yaşadığı çağın farkında, irade sahibi ve disiplinli insanlar. Dün büyük savaşlardan çıkmış, imame koptuğu için tesbih gibi dağılmış, cehalet ve fakirlik içinde hapsolmuştuk; yaşanan dönüşümleri kaçırdık. Bugün ise fırsatlar her birimizin önünde açık, mazeretimiz yok!
İncelikle üzerinde durmamız gereken bir diğer nokta şudur: Daveti yeni ufuklara taşımalı, sürekli kendimizle yarış içinde olmalıyız. Duran şeyin kokacağını, sürekli kendini tekrar eden şeyin ise başta sahibini, sonra insanları usandıracağını hatırda tutmalıyız. Madem bu din; karanlık, izbe odalarda, kısık sesle, üç beş kişinin birbirine anlatıp durduğu marjinal bir daveti kabul etmiyor; bizler de onun evrenselliğine ve tüm insanlığa hitap ettiğine inanıyoruz; öyleyse davetimiz ile düşüncemiz uyumlu olmalıdır. Bunu gerçekleştirebilmek için de dinde yeniliğe/bidate nasıl karşıysak dünyevi yeniliğe o kadar açık olmalıyız. Ölçümüz bellidir: Allah’ın (cc) yasaklamadığı ve sarih bir yasağa vesile olmayan her araç meşrudur, İslam davetinin yayılması için kullanılmalıdır.
Çarkı Tersine Çevirmek!
Birçok insan dijital dünyada tüketici durumundadır. Her gün saatlerce, üretilen içerikleri izliyor; yüzlerce sayfa tutacak içerik okuyor. Sonuç? Koca bir hiç! Tweet okumakla insan ne âlim olur ne de adam, yalnızca vaktini öldürür. Üç beş dakikalık videolarla insan ne ahlak kazanır ne de hayatı ıslah edebilir. Yalnızca malumatfuruş, gevezeliğini güncelleyecek malzemelere sahip; her şeyden biraz, bir şeyden hiçbir şey bilmeyen bir insan olur. Her gün ziyan edilen ve insana katkısı olmayan bu saatler programlanmalı ve eğitimle değerlendirilmelidir. İnsan tüketmeye değil, üretmeye; gök kubbede hoş bir sada, yeryüzünde hayırla anılacak bir eser bırakmaya gayret etmelidir. Her gün bir saatlik bir zaman ayırarak bir yılda, disiplinli bir çalışmayla bir programı kullanacak seviyeye gelebilir, İslami mücadele için içerik üretebilir. Kişi, zayi olan zamanının farkında olmalıdır. Neyi kaçırdığını kendine hatırlatmalı, akıllı bir varlık gibi davranmalı, kendine/zamanına saygı duymalıdır. Bilgisayar başına oturduğunda, şeker fabrikasına düşmüş bir çocuk gibi davranmamalıdır. Ve en önemlisi; her gün bilgisayar/akıllı telefon başında zayi ettiği vakti hesaplamalı, o vakitte yapılabilecek hayırlı amelleri de hemen yanına yazıp baş ucuna asmalıdır. İnsan bu, neyi kaybettiğini kâğıt kalem vesilesiyle somutlaştırmadıkça kaybının farkında olmaz. Ve unutmamalı; insan ister ve çabalar, Allah (cc) samimiyetle çabalayanların amelini zayi etmez.
Bir Derdi Bir de Hazırlığı Olmalı İnsanın
Mücadele tarihinden öğrendiğimiz başka bir esas ise insanın bir derdinin olması ve o derde yönelik hazırlık yapması gerektiğidir. Kastım şudur: Bugün bizim en temel sorunumuz, İslam’ı cahiliye toplumunda yaşamamızdır. Açıkçası bu, buz üstünde patensiz koşmaya benziyor. Ki günümüzde; İslami toplumların yaşadığı travmanın nedeni, cahiliye toplumunda İslam’ı yaşama çabasıdır. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir toplum, böyle bir zulme maruz bırakılmamıştır. Yaşadığı hayat, inandığı dine bu denli ters olan tek toplum, İslam’a müntesip toplumlardır. Yediğimizden içtiğimize, konutumuzdan giydiğimize, işimizden eğitimimize, sistem bir bütün hâlinde İslam karşıtı olarak yapılanmıştır. Hâliyle öncelikli sorunumuz, inandığımız hayat ile yaşadığımız hayatın çelişmediği bir İslam yurdu olmalıdır.
Her birimizin bu anlamda bir derdi olmak zorundadır. Muvaffak oluruz veya olmayız; bizim sorumluluğumuz sancılanmak, aramak, istemek… Takdir Allah’ındır (cc). Bir diğer sorumluluğumuz, hazırlıklı olmaktır. Ebu Bekir’in (ra), Medine yolculuğunda gösterdiği örnekliği güncelleyerek bugüne taşımaktır. Neydi o örneklik? Allah Resûlü (sav) hicreti haber verdiğinde Ebu Bekir hazır ve nazırdı. Hicret ihtimaline binaen biri Nebi’ye, diğeri de kendisine ayrılmış iki uzun yol devesi hazırlamıştı. Nebi’ye yol arkadaşı olmasının hikmeti onun bu hassasiyetinde, ince düşünceliliğinde gizli olsa gerektir.
Okuduğumuz paragraf biraz genel olduysa; gelin, meramımızı biraz daha somutlaştırıp çerçeveyi daraltalım: Şimdi, her birimiz bir İslam yurdunda ve şer’i şerif gölgesinde yaşamak, halkı zalim olan toplumlardan kurtulmak istiyoruz. Musa’nın (as) yanındaki gençler gibi duamızla kalbimize hedef belirliyor, duamızla kalbimize umut tohumları ekiyoruz:
“(Bunun üzerine:) ‘Allah’a tevekkül ettik.’ demişlerdi. ‘Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğuna fitne kılma. (Bize üstün gelirlerse hak yolda olduklarını zannederler. Onlara fitne olmuş oluruz.) Ve bizleri rahmetinle kâfirler topluluğundan kurtar.’ ”[42]
Peki, dualarımızda samimi miyiz? Samimiyetimizi hazırlığımız üzerinden ölçebiliriz. Dualarımızı süsleyen isteklerimiz için ne yapıyoruz? Örneğin, Yüce Allah’ın sözlü ve amelî dualarımıza icabet ettiğini varsayalım. O gün bir birey olarak İslam yurduna katkımız ne olacak? Aslında bu konuyu kaleme almamın özel bir nedeni var! Bazen bakıyorum; jeoloji mühendisi süt satıyor, alanıyla tüm ilişkisini koparmış. Makine mühendisi telefonculuk yapıyor, alanıyla tüm ilişkisini koparmış. Öğretmen halı yıkamacılık yapıyor, alanıyla tüm ilişkisini koparmış. Elbette kimseye alanıyla ilişkisini sürdürmesi için kapitalist şirketlere köle olmasını veya küfür içerikli sözleşmelere imza atmasını salık vermiyorum. Yine kimseye alanıyla ilişkisini sürdürmesi için cahilî şartlarda eğitim almasını da tavsiye etmiyorum. Amacım, şu bakış açısını kazandırmak, zihinlere yerleştirmeye çalışmak: Kişi kendi alanıyla bağını koparmamalı. Uzmanlık edindiği veya yetenek/meslek edindiği konuda sürekli kendini geliştirmeli. Her işinde ihsan üzere olmalı. Sonra yeteneğini kulluğa çevirmeli. Tevhid davasının ilerlemesi için projeleri olmalı. Evet, bir projesi olmalı. İslam toplumunun inşasında rol üstlenecek, Müslimlere hayatı kolaylaştıracak bir projesi olmalı. Eğitimli insanlar, sanatkârlar, zanaat erbabı… elinden bir iş gelen herkes, bir adım ötesini düşünmeli, bir İslam toplumunun inşasında neler yapabileceğine karar vermeli ve o alanda kendini geliştirmelidir.
Yaşadığım bir hadiseden örnek vereyim: Müslim bir ziraat mühendisiyle tanıştım. Alanıyla ilişkisini koparalı yıllar olmuş. Bugün yalnızca Müslimlerin değil, tüm insanlığın bir gıda sorunu olduğunu anlattım: Genetiğiyle oynanmış tohumlar nedeniyle, fıtratı bozulmuş zirai ürünlerle zehirleniyoruz. İnsan yediğinden içtiğinden ibaret olduğu için fıtratı bozulmuş yiyecekler bizi, ahlakımızı, düşünme biçimimizi; kısacası fıtratımızı bozuyor. O hâlde olması gereken nedir? Bu kardeşimizin bir “temiz ve helal” tarım derdi olması; alternatif tarım yöntemleri üzerine çalışması; bir derdi, bir projesi olmasıdır. Zira bu işin eğitimini almış olan o… Fakat ben konuştum, o dinledi… Elbette suimisal emsal olmaz. Hamdolsun, yeni nesil daha anlayışlı; derdimizi anlıyor, derdimizle dertleniyor…
Bir matematikçi illa bir matematik öğretmeni olmak zorunda değil veya yalnızca matematik öğretmekle yetinmemeli… Müslim çocukların sayısal zekâsını arttıracak projeleri incelemeli, kendisi çalışmalı, Allah’tan (cc) yardım istemelidir… Bir konservatuar mezunu, mevcut cahilî şartlarda işini yapamıyor olabilir. Ancak bu durumu fırsata çevirebilmeli, Müslim çocuk ve gençlerden yetenekli olanlara bildiklerini aktarabilmelidir.
Cemaat olarak bize düşen görevler; bir fikri, projesi olan insanları desteklemek; uzmanlık alanını geliştirmek isteyen kardeşlere -meşru olmak kaydıyla- olanak sağlamak ve insanlara kendi uzmanlık alanlarına uygun hizmet alanları oluşturarak destek olmaktır.
Yaşadığımız modern cahiliye ortamında Müslimlerin uzmanlık alanlarına uygun iş ortamı bulamadığımız bir hakikat. Zira hem çalışma koşulları modern köleliği andırıyor hem de iş ortamları İslami hassasiyetler gözetilerek oluşturulmuyor. Uzmanlık alanında gelişmek isteyenler için eğitim kurumlarının olmadığı da bir başka hakikat. Fakat bu gerçeklik, mazeret olmamalı. Şartlara teslim olmadığımız gibi, ölü taklidi de yapmamalı. Üzerine üzerine gitmeli, kötü komşu bizi ev sahibi yapana kadar uğraşmalı. Tüm alternatifleri gözden geçirmeli, hiç olmadı kendi olanaklarımızla adımlar atmalı. Unutmamalı: İslam, tüm insanlığı muhatap alan bir dindir. Mesajı olan Tevhid ve sünnet, her eve girmeden işi bitmez. Onun hedefi fitnenin/şirkin/despotluğun kalkması ve dinin/otoritenin Allah’a ait olmasıdır. Tabilerine “ihsanı” hedef koymuş bir dindir. Yücelmek isteyenler için sınır yoktur. Allah (cc) bıkmaz ve kula verebileceklerinin bir sınırı olmaz. Yani bu dinin kâmusunda “şartlar uygun değil” gibi bir kavram yoktur. Şartlara teslimiyet veya ölü taklidi yapmak da yoktur. Bu din; değiştirmek, dönüştürmek ve ıslah etmek için gelmiş bir dindir. Ufkuna sınır çizilemez, dolayısıyla hiçbir yeteneği “şartlar uygun değil” diye köreltmez…
Eskilerin Sorumluluğu: Örneklik
Mücadele tarihinden öğrendiğimiz bir diğer hakikat, örneklik müessesesinin canlı olma zorunluluğudur. Her insanın önünde yürüyen ve ona örnek olan birileri olduğu gibi kendisi de geriden gelenlere örnek olmalıdır. Örneklik müessesesi, vahyin terbiye metodudur. Şöyle ki;
Allah (cc), Nebi’sine (sav) kendisinden önce yaşayan elçileri örnek göstermiştir:
“Hiç kuşkusuz İbrahim, tek başına bir ümmetti. Gönülden Allah’a kulluk yapan, (şirki terk edip dini Allah’a halis kılan bir) hanifti. Müşriklerden de değildi/olmadı. (Allah’ın) nimetlerine şükreden biriydi. (Allah) onu seçti ve dosdoğru yola iletti. Ona dünyada güzellik verdik. Şüphesiz o, ahirette de salihlerdendir. Sonra da sana: ‘Hanif olarak İbrahim’in milletine uy!’ diye vahyettik. O, müşriklerden değildi.”[43]
“Ona İshak’ı ve Yakub’u armağan ettik. Hepsini hidayet ettik. Bundan önce de Nuh’u ve soyundan olan Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa ve Harun’u da hidayet etmiştik. İşte muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları böyle mükâfatlandırırız. Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da (hidayet ettik). Hepsi salihlerdendi. İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut’u da (hidayet ettik). Ve hepsini âlemlere üstün kıldık… Bunlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yolunu takip et.”[44]
Bu ümmete de Nebimizi (sav) örnek göstermiştir:
“Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve Ahiret Günü’nü uman ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah Resûlü’nde güzel bir örneklik vardır.”[45]
Allah Resûlü (sav), sahabesine öncü sahabileri örnek göstermiştir:
Huzeyfe’den rivayet edildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer’e uyunuz.”[46]
Abdurrahman ibni Amr Es-Sülemi ve Hucr ibni Hucr şöyle demiştir:
“İrbad şöyle dedi: ‘Bir gün Resûlullah (sav) bize namaz kıldırdı. Sonra bize dönüp çok tesirli bir vaaz yaptı. Bu vaazdan dolayı gözler yaşardı, kalpler ürperdi.
Bir sözcü, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Şu konuşma ayrılış konuşmasına benziyor, dolayısıyla bize ne tavsiye ediyorsun?’ dedi.
Bunun üzerine Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: ‘Size Allah’a karşı sorumluluk bilinci duymanızı ve yolunuzu Kitap ile bulmanızı tavsiye ediyorum. Üzerinize Habeşli bir köle bile emir olsa mutlaka onu dinleyip itaat etmenizi tavsiye ediyorum. Gerçekten benden sonra kim yaşarsa pek çok dinî ihtilaflara şahit olacaktır; dolayısıyla size gereken, sünnetime ve doğru yolum üzerinde bulunan halifelerimin sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere âdeta azı dişlerinizle ısırırcasına sımsıkı sarılın. Dinde sonradan ortaya çıkarılan işlerden sakının. Çünkü din adına sonradan ortaya çıkarılan her şey bidattir ve her bidat sapıklıktır.”[47]
Kur’ân ve sünnet, geriden gelen nesillere bir bütün olarak sahabeyi örnek göstermiştir:
“Muhacir ve Ensar’dan öncüler, ilkler ve onlara ihsan üzere tabi olanlar (var ya)! Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlar için altından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. En büyük kurtuluş budur işte.”[48]
Abdullah’tan rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:
“En hayırlı nesil, benim zamanımda yaşayan nesildir; sonra onların ardından gelenler, sonra da onların ardından gelenlerdir. Sonra öyle bir topluluk gelecek ki şahitlikleri yeminlerini; yeminleri şahitliklerini geçecektir.”[49]
Okuduğumuz naslardan şu formülü çıkarabiliriz: Allah Resûlü (sav) atası İbrahim’i ve nebi kardeşlerini (as) örnek almış, kendisi de ümmete örnek olmuştur. Sahabenin ilk öncü halkası Nebi’yi örnek almış, kendileri de geriden gelen sahabilere örnek olmuştur. Geriden gelenler sahabenin öncülerini örnek almış, kendileri de tabiine örnek olmuştur… Bu, İslam toplumunun temel özelliklerinden biridir. İslam toplumunda örneklik müessesesi çift yönlüdür ve tüm canlılığıyla varlığını sürdürür. Her Müslim hem örnek alır hem de örnek olur. Bugün, bir İslam toplumu oluşturma derdi olanların örneklik müessesesini canlı tutması elzemdir. Her bireyin, kendisine şu soruyu sorması gerekir. Benim örneğim kimdir ve ben kime, nasıl örnek oluyorum?
Örneklik müessesesinin bireysel ve toplumsal faydaları, bununla birlikte örneklik olmamasının veya zayıf olmasının ise bireysel ve toplumsal zararları vardır. Bazılarını şöyle zikredebiliriz:
İyi örneklik bir ecir kapısı, kötü örneklik şer kapısıdır:
Cerîr’den şöyle nakledilmiştir:
“Günün başında Resûlullah’ın (sav) yanında bulunuyorduk. Derken kendisine, siyah beyaz çizgili kumaşa veya abaya bürünmüş, kılıçlarını kuşanmış, yalın ayak, çulsuz bir şekilde çoğu, belki de hepsi Mudar Kabilesi’nden olan bir topluluk çıkageldi. Resûlullah (sav) onların yoksul durumlarını görünce yüzü değişti, içeri girip çıktı. Arkasından Bilal’e emir verdi. Bilal ezan okudu, kamet getirdi.
Resûlullah (sav), namaz kıldırdı, sonra hutbe verdi: ‘Ey insanlar! Sizleri tek bir nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve o ikisinden de birçok erkek ve kadın türetip (yeryüzünde) yayan Rabbinizden korkup sakının. Kendisiyle istediğiniz Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan korkup sakının. Şüphesiz ki Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir.’[50] ayetini okudu. Haşr Suresi’ndeki, ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının! Herkes yarın için ne takdim ettiğine bir baksın. Allah’tan korkup sakının! Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.’[51] ayetini okudu. Arkasından şöyle buyurdu: ‘Bir kimse, dinarından, dirheminden, elbisesinden, bir sa’[52] buğdayından, bir sa’ hurmasından, hatta bir tek hurmanın yarısından bile olsa sadaka vermelidir.’
Bunun üzerine Ensar’dan bir kimse eliyle taşıyamayacağı kadar, hatta taşıyamadığı bir kese getirdi. Bundan sonra insanlar birbiri ardınca bir şeyler getirdiler. Neticede yiyecek ve elbiseden oluşan iki yığının oluştuğunu gördüm. Resûlullah’ın (sav) yüzünün altınla yaldızlanmış gibi sevinçten parıldadığını da gördüm.
Bu durum üzerine Resûlullah (sav), ‘Kim, İslam’da güzel bir şeye öncülük ederse o kimseye, bunun ecri ve bunu işleyenlerin ecri vardır. Bunu işleyenlerin kendi ecirlerinden hiçbir şey eksiltilmeden kendilerine verilir. Kim İslam’da kötü bir şeye öncülük ederse o kimseye, bunun günahı ve bunu işleyenlerin günahı vardır. Bunu işleyenlerin kendi günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden kendilerine verilir.’ buyurdu.”[53]
Bu hadis doğru anlaşıldığı takdirde konuya delaleti anlaşılabilir. Doğru anlaşılmaktan kastımı şöyle izah edeyim: Allah Resûlü (sav) fakir bir topluluk görür. Sahabeyi infaka, dayanışmaya, paylaşmaya davet eder. Başka rivayetlerden anladığımız kadarıyla insanlar bu davete icabet etmez, ağırdan alır. Tâ ki Ensar’dan bir sahabi evine gidip infak edecek bir şey getirene kadar. Diğer sahabiler bu sahabinin örnekliğinden etkilenir ve evlerinden getirdikleri malları peş peşe Nebi’nin (sav) önüne yığar. Küçük bir tepecik oluşuncaya dek infak ederler. Allah Resûlü’nün yüzü sevinçten ay gibi ışıldamaya başlar ve meşhur sözünü söyler. Güzel bir sünnet başlatmaktan kastedilen, hayır amellerine öncülük etmek, kişilere hayra teşvik edecek örneklik sergilemektir. Hâliyle İslam’da kötü bir sünnet başlatmak da; kötülüğe öncülük etmek ve kişileri kötülüğe sevk edecek örneklik sergilemektir.
Müslim, her hayır örnekliğinde o örneklikten etkilenen kişinin benzeri bir ecir alır. Ve bu, bir defaya mahsus bir işlem değildir. Örneklikten etkilenen kişi amel ettikçe, başkalarını etkileyip onları amele teşvik ettikçe ilk örnek ecir almaya devam eder. Tabii kötü örneklik için de tam tersi geçerlidir. Kişi kötü örnekliğiyle şerre sevk ettiği insanların vebalini yüklenmeye mahkûmdur.
Şöyle bir insan düşünün: İslam’la tanıştı ve İslami bir yapıya dâhil oldu. Tanıştığı bir arkadaşında namaz hassasiyeti var, söz konusu namaz olduğunda akan sular duruyor. Yolculuğu, misafirliği, ticareti… her şeyi namazı hesaba katarak planlıyor. Kimsenin bu yeni arkadaşa namazı, namazın önemini anlatmasına gerek kalmaz, o kişide bir namaz hassasiyeti gelişir. Peki, tam tersi olduğunda ne olur? Yeni arkadaşta namaz hassasiyeti gelişmez. Namaza dair atılan temel bozuk olur. Ve amelî olarak yanlış atılan temeli, sözle/nasihatle değiştirmek imkânsıza yakın bir şeydir.
İnsanların Kur’ân’ı güzel okumaya, anlamaya ve yaşamaya çalıştığı bir topluluğa giren kişi; Kur’ân’a yönelir, onunla hemhâl olur, onu yaşamak için çabalar. Kur’ân’ı başını gözünü yararak okuyan, anlamak için hiçbir çaba harcamayan, yaşama gayreti olmayan insanların arasına giren kişinin ise, “Demek Kur’ân’a iman böyle de oluyormuş!” düşüncesiyle Kur’ân ile arasındaki bağ zayıf olur. İşte bu bir örnekliktir.
Örneklik müessesesi bireyi canlı tutar, sorumluluk şuuru kazandırır:
“(Hayır!) Bilakis insan, kendi nefsi üzerine basiret sahibidir. (Kendisini en iyi tanıyandır.) Mazeretlerini sayıp dökse bile.”[54]
Kimsenin “bizi” bize anlatmasına lüzum yok. Her birimiz kendimizi çok iyi tanıyoruz. Tembeliz, usangınız, üşengeciz, bahaneciyiz, kulluk motivasyonumuzu çabuk kaybediyoruz. Öyleyse ne yapmalıyız? Kulluk gücünü kalbimizde bulduğumuz sürece kalbimizden, kalpte kulluk motivasyonu azalınca dışarıdan destek almalıyız. Hayâ, nasihat ve örneklik gibi müesseseler bunun için var. Evet, ideal olan, kalbe bağlı takvaya ulaşmak ve kulluk gücünü kalpten almaktır. Ne ki unutan, cahil ve çokça zalim insan için bu her zaman olanaklı değildir.
Örneklik etme düşüncesi, haricî bir destek kaynağıdır ve insanı sorumluluk şuuruna yüceltir. Kişi sorumlulukları konusunda bazen zayıf düşebilir, gevşeyebilir, isteksizlik hissedebilir. Bu durumda şöyle düşünebilir: Benim geriden gelen kardeşlerim var, beni/bizleri örnek alıyorlar. Amelimde göstereceğim gevşeklik onlar için kötü örneklik teşkil edebilir. Bu duygu ve düşünce, hem sahibine hem geriden gelenlere fayda sağlar.
Bir toplumu İslam toplumu yapan değerleri kökleştirir:
Toplumların kimliğini var eden değerler vardır. Bir topluluğa İslam kimliği veren değerler, Tevhid ve sünnettir. Tevhid; yalnızca Allah’a (cc) kul olmayı, şirkten ve tağuttan teberrî etmeyi ifade eden akidevi değerlerin simgesidir. Sünnet ise amelî, ahlaki ve menhecî değerlerin simgesidir.
Bir toplumun etkisi ve kalıcılığı; değerlerin kökleşmesi, değerin ve değere kaynaklık eden şer’i asılların nesilden nesile aktarımıyla mümkündür. Yani hem değere hem de değeri bilinçli olarak benimseyen insanlara ihtiyaç vardır. Zira değerleri olmayan bir toplum yok hükmündedir; köpük gibi, saman alevi misali bir görünür sonra kaybolur. Değerleri olup bilinci olmayan taklitçi toplumlar ise çürümüş, yozlaşmış toplumlardır.
Değerleri öğrenme, özümseme ve bilinçli eyleme dönüştürmede insanın izlediği bir yol vardır: İnsan, değer tohumlarını kalbe eker, kulaktan sular, organlarla onu kalıcı hâle getirir. Öncelikle insan, görmelidir. Gördükten sonra duyduğundan/okuduğundan faydalanır. Sonra görüp duyduğunu amele dökecek bir zemini olmalıdır. Ancak bu üçü bir araya geldiğinde değerler nesilden nesile, bilinçli şekilde aktarılabilir. Okuduğumuz paragrafta örneklik, “görme” kısmına tekabül eder. İnsanların görmeden duyduğu/okuduğu şeyler ya hayatlarında yer etmez ya da eksik, hatalı yer eder.
Şimdi şöyle düşünelim: Topluma yeni bir Müslim geliyor. Ortamda ciddiyet, aidiyet ve fedakârlık görüyor. Sonra duydukları ve okuduklarında İslam’ın ciddiyet, aidiyet ve fedakârlığa verdiği önemi öğreniyor. Bu durumda kişi nasıl bir Müslim olur? Karşımızda sorumluluklarını ciddiye alan, kendisini girdiği topluma ait hisseden ve fedakâr bir kul olmuş olur.
Bir de tersini düşünelim: Aynı Müslim, şaklabanlık yapmak için dünyaya gelmiş gibi cıvık; her birinin ev, iş, aile, kariyer gibi kendi öncelikleri olan; malından, vaktinden ve alışkanlıklarından fedakârlık yapmayan bir topluluğa girmiş olsun. Bu insan, saydığımız İslami değerlere dair duyarak veya okuyarak ne öğrenirse öğrensin; faydalanmaz. Ya bu değerlerin tatbik edilemeyeceğini düşünür ya da kendi çabasıyla bir şeyler yapmaya çalışır, muvaffak olmakta zorlanır.
Hepiniz fark etmişsinizdir; bazı topluluklar sistemle karşı karşıya gelmemek için renkten renge girer, eğilip yamulmaktan bir hâl olurlar. Bu insanlara korkaklığın, zilletin, bukalemunluğun, mazlum mustazaflara heyheylenip müstekbir tağutlara karşı alçaklaşmanın dersi mi veriliyor? Yani biri bunları karşısına alıp “Şöyle zelil olabilirsiniz, şöyle yaparsanız alçaklaşırsınız…” diye yol mu gösteriyor? Elbette hayır! Ancak ortamın genel bir havası var. Kişi o insanların Müslimlere karşı şedit, müstekbir tağutlara karşı yumuşak olduğunu yaşayarak, o ortamı soluyarak öğreniyor. Çoğu zaman farkında olmadan o tabiata bürünüyor. Tersi de vakidir: Fareden, karanlıktan, hanımından/kocasından, yalnızlıktan… korkan kendi hâlinde bir insanın, yapacağı kötülüklerin sınırı olmayan tağutlara kafa tuttuğunu görüyorsunuz. Zindana düşeceğini, işini/statüsünü kaybedeceğini bile bile İslami sorumluluklarını yerine getiren insanlar görüyorsunuz? Fareden korkan insan nasıl olur da insan suretli tağutlara kafa tutabilir? Bu sorunun cevabı için ona değil; çevresine, içinde bulunduğu ortama bakmamız gerekir. Her insan bulunduğu ortamın rengini, kokusunu ve tadını taşır üzerinde. Biliyorum; her birinizin zihninde Allah Resûlü’nün (sav) iyi ve kötü arkadaşla ilgili hadisi canlandı şu ânda… Öyledir; delilini zikredelim veya zikretmeyelim dilimizdeki/kalemimizdeki her güzellik vahiydendir.
Yazdıklarımızdan şu sonuca ulaşıyoruz: Toplumumuza mâl etmek istediğimiz veya var olup da kökleştirmek istediğimiz her değer için, örneklik şarttır. Örnek olma bilincini kuşanan, hem kendi hem de ait olduğu toplumun iyiliği uğruna örneklik misyonunu üstlenen insanlara ihtiyaç vardır.
İnsanları İslam’dan Alıkoymanın Vebali
Aslında konumuzla direkt ilgisi yok, fakat çağrışım yapması hasebiyle bir konuya temas etmek istiyorum. Yazıya dökeceğim bu bahsi sık sık hatırlama ve birbirimize hatırlatma sorumluluğumuz olduğunun altını da çizmek istiyorum:
İnsanların hidayetine vesile olmak ne kadar önemli bir amelse; insanları kötü örneklik ve olumsuz temsiliyetle İslam’dan alıkoymak da öyle büyük bir vebaldir. Evet, ne yazık ki insan, bazen kötü ahlakı, kötü komşuluğu, kötü ticareti, kötü siyaseti… nedeniyle insanları dinden soğutup uzaklaştırabiliyor. İnsanlar ondan gördüğü kötülüğü onun dinine mâl ediyor, tüm kötülüğün faturası dine kesiliyor.
Tabiinden Mücahid (rh) bir cahiliye ahlakını bize nakleder: İnsanlar bir toplulukla antlaşma yapıp sözleşirler. Daha güçlü bir topluluk bulduklarında ise antlaşmayı bozar ve daha güçlü olan o toplulukla antlaşma yaparlar. Allah (cc) bu ahlakın sebep olacağı sonucu şöyle izah eder:
“Yeminlerinizi tuzak ve bozgunculuğa alet edinmeyin. Yoksa (istikamet üzere) yere sağlam basmasından sonra ayak kayar ve Allah’ın yolundan alıkoyduğunuz için kötülüğü (azabı) tadarsınız. Ve sizin için büyük bir azap olur.”[55]
İnsan bu -söz bozma- fiiliyle Allah’ın dininden nasıl alıkoyar? Kötü örnek ve olumsuz temsiliyetle! Zira hiç kimse söz ahlakından yoksun, antlaşmalarına bağlı olmayan, güce göre renk değiştiren bir topluluğun dinine girmez. Allah (cc), kötü ahlakıyla insanları dinden uzaklaştıranların ayaklarının kayacağını ve azabı tadacaklarını hatırlatır. Yani amellerinin cinsiyle cezalandırılırlar. Başkalarının ayaklarını kaydırıp onların ebedî azaba düçar olmasına vesile oldukları gibi kendileri de ayak kayması ve azapla cezalandırılır.[56]
Madem konumuz örneklik; öyleyse Nahl Suresi’ndeki bu ayeti çokça okumalı, birbirimize hatırlatmalı, bir kandil misali davet yoluna asmalıyız. Rabbim, her birimizi güzel örnekliğe muvaffak kılsın, kötü örneklikten korusun…
Başta ve sonda hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’adır.
[1] .“Allah O’dur ki; gökleri direksiz bir şekilde yükseltti. Siz onu görmektesiniz. Sonra arşa istiva etti. Güneş’e ve Ay’a boyun eğdirip emrine amade kıldı. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar (bir yörüngede) akıp gider. Her işi çekip çevirir, idare eder. Rabbinizle karşılaşacağınıza yakinen inanın diye (Allah,) ayetlerini detaylı bir biçimde açıklar.” (13/Ra’d, 2)
[2] .“Kendilerine verdiğimiz Kitab’ı hakkıyla (içindekilere inanıp, gereğiyle amel ederek) okuyanlar; işte bunlar Kitab’a hakkıyla iman ederler. Kim de ona karşı kâfir olursa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” (2/Bakara, 121)
[3] .“Bu Kitap; kendisinde hiçbir şüphe olmayan, takva sahiplerine yol gösteren bir Kitap’tır.” (2/Bakara, 2)
[4] .“Kuşkusuz bu Kur’ân, İsrailoğullarının anlaşmazlığa düştüğü çoğu konuyu onlara anlatıp (açıklar). Şüphesiz ki o, müminler için hidayet ve rahmettir.” (27/Neml, 76-77)
“De ki: ‘(Bu uydurulmuş bir kitap değil. Bilakis,) iman edenlerin (ayaklarını) sabit kılmak, teslim olanlara hidayet ve müjde olması için Ruhu’l Kudüs (Cibril) onu Rabbinden hak olarak indirmiştir.’ ” (16/Nahl, 102)
“Bu, insanlar için basiretler (barındıran), yakinen inananlar için de hidayet ve rahmet olan (bir Kitap’tır).” (45/Câsiye, 20)
“Bu, hüküm ve hikmetler barındıran bir Kitab’ın ayetleridir. Muhsinlere/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanlara hidayet ve rahmettir.”
(31/Lokmân, 2-3)
[5] .“O (Kur’ân’ın) hak olduğu kesin bir şekilde kendilerine belli olsun diye, ayetlerimizi hem ufukta hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz. Rabbinin her şeyin üzerinde şahit olması yetmez mi?” (41/Fussilet, 53)
“Yakinen inananlar için yeryüzünde ayetler vardır. Kendi nefislerinizde de… Görmez misiniz?” (51/Zâriyat, 20-21)
[6] .“Şüphesiz ki sizin için (Bedir Günü) karşı karşıya gelen iki toplulukta (dersler çıkaracağınız) ayet/ibret vardır. Bir grup Allah yolunda savaşıyordu. Diğeri ise kâfirdi ve (müminleri) çıplak göz ile kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah, yardımıyla dilediğini destekler. Şüphesiz ki bunda, (çokça Kur’ân okuyup, Allah’ın şer’i ve kevni ayetleri üzerinde kafa yordukları için) basiret sahibi olanlara ibretler vardır.” (3/Âl-i İmran, 13)
“Andolsun ki onların kıssalarında, akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’ân) öyle uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat kendinden önceki (Kitapları) doğrulayıcı, her şeyi detaylı açıklayan, mümin topluluk için de hidayet ve rahmettir.” (12/Yûsuf, 111)
[7] .Elbette hak ve batıl sulh içinde, antlaşma yaparak; hatta ortak bir projede yer alabilir. Allah Resûlü’nün (sav), Mekke’de müşriklerle Hilfu’l Fudul Antlaşması yapıp ortak bir hedef olarak mazlumun hakkını zalimden almak için çalışması gibi… Medine’ye gelen Allah Resûlü’nün Medine Sözleşmesi yaparak Yahudi, müşrik ve müminler arasında toplumsal bir sözleşmeyle Medine İslam Devleti’ni kurması gibi… Yine Allah Resûlü’nün onca kabileyle sulh/barış antlaşması imzalaması gibi… Hak ile batılın uzlaşmazlığından kastımız, itikadi uzlaşmazlıktır. Hak haktır, batıl da batıl. Aralarında itikadi hiçbir ortak yan, benzerlik yoktur.
[8] .27/Neml, 45
[9] .27/Neml, 45; Ayetin Tevhid Meali’ndeki açıklaması; Ayrıca bk.19/Meryem, 41-49; 21/Enbiyâ, 18; 22/Hac, 19; 58/Mücadele, 22
[10] .52/Tûr, 29-34
[11] .54/Kamer, 9
[12] .51/Zâriyat, 52-53
[13] .10/Yûnus, 78
[14] .13/Ra’d, 17
[15] .40/Mü’min (Ğafir), 26
[16] .38/Sâd, 4-7
[17] .7/A’râf, 123
[18] .23/Mü’minûn, 44
[19] .34/Sebe’, 19
[20] .18/Kehf, 48-49
[21] .39/Zümer, 30-31
[22] .8/Enfâl, 62-64
[23] .15/Hicr, 94-95
[24] .20/Tâhâ, 131-132
[25] .7/A’râf, 55-56
[26] .3/Âl-i İmran, 13
[27] .12/Yûsuf, 111
[28] .3/Âl-i İmran, 64
[29] .16/Nahl, 36
[30] .42/Şûrâ, 13
[31] .42/Şûrâ, 37-39
[32] .23/Mü’minûn, 52
[33] .22/Hac, 78
[34] .14/İbrahîm, 4
[35] .15/Hicr, 94
[36] .3/Âl-i İmran, 187
[37] .7/A’râf, 106-108
[38] .5/Mâide, 110
[39] .6/En’âm, 115
[40] .6/En’âm, 149
[41] .10/Yûnus, 38
[42] .10/Yûnus, 85-86
[43] .16/Nahl, 120-123
[44] .6/En’âm, 84-86, 90
[45] .33/Ahzâb, 21
[46] .Tirmizi, 3662; İbni Mace, 97
[47] .Ebu Davud, 4607; Tirmizi, 2676
[48] .9/Tevbe, 100
[49] .Buhari, 2652; Müslim, 2533
[50] .4/Nîsa, 1
[51] .59/Haşr, 18
[52] .Üç kg
[53] .Müslim, 1017
[54] .75/Kıyâmet, 14-15
[55] .16/Nahl, 94
[56] .Burada iki noktanın altını çizmekte yarar görüyorum:
a. Bazı âlimlerimiz/müfessirlerimiz söz bozma ile insanları Allah’ın dininden alıkoymak arasında bağ kuramadığından, yukarıda okuduğumuz Mücahid tefsirini reddetmiş; bunun yerine, “Allah Resûlü’ne biatinizi bozup İslam’dan dönmeyin, yoksa ayağınız kayar ve azaba düçar olursunuz.” şeklindeki Mezide ibni Cabir açıklamasını tercih etmişlerdir. (Taberi Tefsiri, 14/348-349, Nahl Suresi, 94. ayetin tefsiri). Açıkçası bu ayetler dinden dönenleri değil, söz bozma ahlakı nedeniyle insanları dinden alıkoyanları anlatmaktadır. Kötü temsiliyet ile insanları Allah’ın dininden alıkoymak arasındaki bağ açıktır. Bugün hepimizin şahit olduğu üzere kendisini dine nispet edenlerin sergilediği vahşilikler, zulümler, ilkesiz ve ölçüsüz ittifaklar, yolsuzluklar… nesillerin ateizme ve deizme kaymasına neden oluyor. Kendisini tevhide nispet edenlerin sergilediği ganimet adı altındaki hırsızlık, cihad adı altındaki yeryüzünü ifsad etme ve haddi aşma eylemleri; insanları tevhidden soğutuyor, alıkoyuyor. Bu zaviyeden baktığımızda ayet her birimize sorumluluk yüklüyor, inandığımız ve kimlik kabul ettiğimiz İslam’ı doğru temsil etmeyi zorunlu kılıyor.
b. Kâfirler bazen İslam’ın emirlerini bahane ederek, dine bu nedenle girmediklerini iddia ederler. Örneğin, Allah Resûlü’nün davetini, “İlahlarımıza sövdü, akıllarımızı küçümsedi, babalarımızı tekfir etti veya ‘sapık’ dedi, birliğimizi bozdu.” vb. gerekçelerle reddettiler. Şuayb’ın (as) davetini şu gerekçelerle reddettiler:
“Demişlerdi ki: ‘Ey Şuayb! Atalarımızın ibadet ettiği (putları) ve mallarımızda dilediğimiz gibi tasarruf etmeyi bırakmayı, namazın mı sana emrediyor? Şüphesiz ki sen, yumuşak huylu ve olgun/aklı başında bir adamsın.’ ” (11/Hûd, 87)
Hud’un (as) davetini ise şu gerekçeyle reddetmişlerdi:
“Demişlerdi ki: ‘Bir tek Allah’a ibadet edelim ve babalarımızın ibadet ettiği (ilahları) bırakalım diye mi bize geldin? Şayet doğru sözlüysen vadettiğin (azabı) getir (bakalım)!’ ” (7/A’râf, 70)
Günümüzde de kimisi “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır!” ilkesini; kimisi İslam’ın eşcinselliği reddetmesini; kimisi İslam’da var olan cihad, el kesme cezası, tesettür gibi ahkâmları… öne sürerek İslam davetini reddediyor. Yüce Allah’ın buyruklarını bahane ederek İslam davetinden yüz çevirmek, okuduğumuz ayetlerin kapsamında değildir. Müslimlerin vazifesi, Allah’ın (cc) emirlerini tebliğ etmektir. Dileyen inanır, dileyen inkâr eder.
İlk Yorumu Sen Yap