MEKKE ŞİRK TOPLUMUNUN KÖR CEHALETİNDEN 21. YÜZYILIN DİPLOMALI CAHİLLERİNE

 

Mekke cahiliyesinde, düzenli kurumlar ile yapılan bir eğitim faaliyeti söz konusu değildi. Doğal olarak da insanların büyük bir bölümü, okuma-yazma bilmiyordu. Bilenler ise ya toplumsal konumları itibarı ile, ya da kendi uğraşları sonucunda bu meziyete erişmişlerdi.

Zaten toplumun o günkü hali de okuma-yazmaya sadece diplomatik bazı işlerde ihtiyaç duyacak şekilde idi. Bu açığı kapatacak Mekke’nin eşrafından olan insanlar da mevcuttu.

Halk ise, dini ve dünyevi meselelerle alakalı bilgi eksikliğini farklı şekillerde gidermeye çalışıyordu. Örneğin, genellikle sıkıntılarına çözüm bulmak için gittikleri kahinlere, bilmedikleri herhangi bir mesele hakkında malumat sahibi olmak için de başvurabiliyorlardı. Şirk toplumu için bu, kesin bir bilgi kaynağı idi.

Aynı şekilde ehli kitaba mensup kişilere de ‘kitap sahibi’ olmaları nedeniyle farklı bir gözle bakıyorlar ve zaman zaman onlara da danışıyorlardı. Bu işi, direkt Yahudi ve Hristiyanlara giderek yaptıkları gibi, bazen de ehli kitabın kaynaklarını okuyan Varaka Bin Nevfel gibi kendi içlerinden olan insanlara giderek gerçekleştiriyorlardı.

Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem, vahyin geldiği ilk anlarda, yaşadığı durumun ne olduğunu anlayabilmek için Hatice annemizle Varaka’ya gitmeleri buna verilebilecek bir örnektir.

Hiç şüphesiz şirk toplumunda bilgi akışını sağlayan en önemli mekanizma, Mekke’de kurulan panayırlar ve orada söylenen şiirlerdir.

Onlar okuma-yazma bilmiyorlardı belki ama, Allah subhanehu ve teâlâ tarafından bahşedilen müthiş bir ezber yeteneğine sahiptiler. Bir dinleyişte yüzlerce beyitlik şiirleri ezberleyebiliyorlardı. Özellikle hac mevsimlerinde kurulan panayırlarda şairler dini, dünyevi ve ahlaki meselelerle alakalı şiirler söylüyorlar, vermek istedikleri mesajları bu vesile ile iletip, bir nevi kamuoyu oluşturuyorlardı. İnsanlar da bu şiirleri ezberleyip bilgi eksikliklerini kapatmaya çalışıyorlardı.

Kısaca çizmeye çalıştığımız bu tablo bize şunu anlatıyor:

Mekke toplumu hakiki manada bir cahiliye içerisinde idi. Dünyalarını imar edecek, yaşam standartlarını yükseltecek, hayatlarını kolaylaştıracak, kültürel seviyelerini etraflarındaki uygarlıkların seviyesine çıkartacak bilgi birikiminden yoksundular.

Ama bundan da önemlisi, hem onlara hem de medeniyet düzeyi yüksek o günün imparatorluklarındaki halklara ‘cahiliye toplumları’ denmesinin sebebi Allah subhanehu ve teâlâ hakkındaki bilgisizlikleriydi. Onlar Allah’ı tanımıyorlardı. O’na şirk koşarak ibadet ediyorlardı.

Vahiyle aydınlanıp Rabblerini doğru bir şekilde tanıyıncaya, bu vesile ile yeryüzünün efendileri oluncaya kadar cahiliye bataklığında debelenmeye devam ettiler.

Kitap ve Sünnet ışığında, cehalet kavramının ne olduğunu incelemeye devam ediyoruz inşaallah. Daha önce Allah’ı tanımama, ahiret gününden yoksun ve dünyaya endeksli yaşama, günahlara meyletme hallerini cehalet olarak isimlendirildiğini gördük. Ayrıca bunların hepsinin günümüz okullarında var olduğunu da örneklerle anlattık.

Allah subhanehu ve teâlâ izin verirse bu yazımızda da bir kaç noktaya değinip cehalet kavramını incelemeyi tamamlayacağız!

Kitap ve Sünnete Muhalif Dostluk-Düşmanlık Anlayışı Cehalettir

Dostluk-düşmanlık Kur’an ve Sünnetin öngördüğünden ne kadar farklı olursa, kişinin imanı da o oranda olumsuz etkilenir. İnsanın ‘Ben iman ettim.’ demekle imanının tamam olmayacağı muhakkak. Olmakla beraber imanın sıhhat ve kemal şartlarına da dikkat etmesi gerekir.

İşte bu sıhhat şartlarından bir tanesi de Müslümanın, sadece İslam’ı ve Müslümanları sevmesi, şirkten ve müşriklerden de nefret edip, onlara düşmanlık beslemesidir. Elbette bu dostluk ve düşmanlığın nasıl olacağının tafsilatı var. Fakat biz konuyu genel hatları ile özetleyen bir ayet aktarıp, daha sonra da açıklamaya çalıştığımız cehalet meselesiyle bağlantısını zikredeceğiz.

Dostluk-düşmanlık konusunu şu ayet özetler:

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine: ‘Muhakkak bizler sizden ve Allah dışında ibadet ettiğiniz şeylerden uzağız. Sizi tekfir ettik. Yalnızca Allah’a iman edinceye kadar bizimle sizin aranızda düşmanlık ve kin ebediyyen baş göstermiştir.’ demişlerdi.” (60/Mümtehine, 4)

İbrahim’in aleyhisselam babasının dahi bu topluluk içinde olması onu, ayette belirtildiği şekilde kin ve düşmanlık göstermesinden alıkoymamıştır.

Allah’ın kullarına merhameti sonsuzdur. Kitabında bize dostluk-düşmanlığın nasıl olması gerektiğini göstermekle yetinmemiştir. Aynı zamanda bu anlayıştan çok da az bir sapma halinde dahi ne olacağını da yine Peygamberleri üzerinden örnek vererek öğretmiştir. İşte o örnek Nuh’tur aleyhisselam.

Dokuzyüzelli senelik davetine sadece kavminden değil ehlinden de karşı çıkanlar olmuştu Nuh’un aleyhisselam. Onlardan bir tanesi de oğluydu. Artık azap hak olup da helak, önüne gelen her şeyi sürüklemeye başlayınca, bir avuç mümin gemiye binip selamete erdiler. Bu sırada Nuh aleyhisselam selden korunmaya çalışan oğlunu görünce fıtri duyguları kabardı ve Rabbine niyazda bulundu:

“Nuh, Rabbine dua edip dedi ki: ‘Rabbim, benim oğlum da şüphesiz benim aile halkımdandır. Senin vaadin ise elbette haktır ve sen hakimlerin hakimisin.’ ” (11/Hud, 45)

Aldığı cevap ise konumuza ışık tutacak nitelikte:

“Allah buyurdu ki: ‘Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü onun işlediği salih olmayan bir ameldir. Öyleyse bilmediğin bir şeyi benden isteme. Ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.’ ” (11/Hud, 46)

Evet! Mesele çok net. Allah, belirlediği dostluk-düşmanlık anlayışından azıcık bir sapma ihtimalini dahi cahillik olarak tanımlıyor. Öyleyse Allah’ın ‘sev’ dediğine düşmanlık, ‘düşman ol’ dediğine yakınlık, apaçık bir cehalettir.

Kur’an’ın cehalet dediği bu durum, körpecik zihinler bilgi ile aydınlansın diye gönderilen günümüz okullarında en bariz şekli ile vardır. Şeriatı, halifeliği ortadan kaldıran, İslamî yaşantının her zerresine karşı çıkan Allah subhanehu ve teâlâ düşmanlarından bu kurumlarda övgü ile bahsedilmekte; onlara muhalefet edip de şeriatı savunanlar ise düşmanlık besletecek her türlü sıfatla beraber anılmakta, zihinlere böyle nakşedilmektedir.

Bir insanı sevmek için Müslüman olması ölçü değildir bu eğitim sistemine göre. Ölçü Türk olmak ya da yumuşatılmış ifade ile TC. vatandaşı olmaktır. Hatta bazen bu sıfatlar bile sevgiyi hak etmek için yetmiyor. İlla ki bu rejimin bekası, geleceği için çalışmak gerekiyor. Tabi doğal olarak Türk veya TC. vatandaşı olmasına rağmen sisteme muhalif fikirler benimseyen kimseler de düşman sınıfına dahil oluyor. Hain, gerici vb. sıfatlarla damgalanıyor.

Kendi vatandaşları için dahi böyle sınıflandırmaya giden ve bunu çocukların zihnine kazımayı amaç edinen bir eğitim sistemi, başka devlet ve milletlere nasıl bakar? Elbette onlar da, Müslüman olsun ya da olmasın TC. rejimine destek verdikleri müddetçe dost, çıkarlar çatıştığında ise amansız düşmandır.

Nuh aleyhisselam vesilesiyle öğrendiğimiz gerçeği tekrar ederek bu başlığı bitirelim: Hangi ırktan, ülkeden ve mevkiden olursa olsun Müslümanın dostu sadece Müslümandır. Düşmanı ise müşriklerdir. Velev ki bu müşriklerle aynı ülkeyi, ırkı veya aileyi paylaşsın.

Bu anlayışı ters-yüz eden herkes cahildir.

Bu inanıştan başka bir inancı yaymaya çalışan bütün kurumlar, adları eğitim yuvaları olsa da asıl itibari ile cehalet merkezleridir.

Ahlaki Tüm Bozukluklar Cahillik Alametidir

Yakup’un aleyhisselam birçok çocuğu vardı. Hepsine ilgi göstermekle beraber Yusuf’a aleyhisselam ayrı bir sevgi besliyordu. Diğer kardeşler bu durumdan hoşnut olmuyor, şeytanın kışkırtmaları ile kıskançlık damarları kabarıyordu. Babalarının sevgisinin sadece kendilerine has olması gibi bencilce bir düşünceye kapılıyorlardı. Bu düşünce onları Yusuf’tan aleyhisselam bir an önce kurtulma kararı almaya itti ve bunu pratiğe de döktüler. Kuyuya attıkları Yusuf aleyhisselam için artık yeni bir hayat başlıyordu.

Allah uzun yıllar sonunda Yusuf aleyhisselam ile kardeşlerini tekrar bir araya getirdi. Fakat bazı farklılıklarla… Yusuf aleyhisselam artık melikti. Kardeşleri ise o melikten erzak talep etmeye geliyorlardı. Onlara yardım etmeme, hatta hatta onları cezalandırma gücü olmasına rağmen Yusuf aleyhisselam böyle bir şeye girişmedi. İlk önce kardeşlerinin ihtiyaçlarını gördü, daha sonra da kendini tanıtıp hepsini affetti.

Önümüzde iki tablo var: İlkinde kıskançlık… Vesveselere her daim kapılarını açan zihinler ve kalpler… Bencillik ve sonucunda zulüm.

Diğer tarafta ise onca mazlumiyete rağmen afv, merhamet, hoşgörü…

Bu iki tabloyu bu kadar belirgin şekilde birbirinden ayıran şey ise Yusuf aleyhisselam ile kardeşlerinin beslendiği kaynakların farklılığı. Yusuf aleyhisselam ilmin bizzat kendisi olan vahiy ile yol alırken, kardeşleri bundan habersiz bir halde şeytanın vesveseleri ile hareket ediyorlar. İşte bu halleri Yusuf aleyhisselam tarafından “cahillik” olarak adlandırılıyor:

“Yusuf dedi ki: Siz cahiller iken Yusuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?” (12/Yusuf, 89)

Şimdi yüzümüzü bugünün ilim yuvaları olarak gösterilen okullara çevirelim. Acaba bu okullar Yusuf aleyhisselam gibi vahiyle beslenen fertler mi yetiştiriyorlar, yoksa kardeşleri gibi bencil, kıskanç ve daha birçok olumsuz vasfı üzerinde taşıyan fertler mi?

‘Önemli olan senin başarılı olmandır. Bunun için ne yaparsan mubahtır. Diğer insanlar seni ilgilendirmez.’ diye özetleyebileceğimiz anlayış, eğitim hayatı boyunca bu çocuklara verilmiyor mu?

Bugün eğitime yön verenler ne yaparlarsa hemen Avrupa’daki sistemi örnek gösteriyorlar. Peki şu anda Avrupa’nın durumu nasıl? Oradaki eğitim tezgahından geçen gençler de ‘ben’ duygusu o kadar güçlü ki; hayatının büyük bir bölümünde ona destek olmuş ailesini bile ilk fırsatta terk edip yalnız yaşamaya başlıyor. Hayatta elde edeceği birikimleri en yakınındakilerle dahi paylaşmamak için böyle çaba gösteren eğitimli(!) bir fert, acaba diğer insanlarla nasıl muamele eder?

Bu ahlak ve vahyin nurunun aydınlatmadığı günümüz okullarının cehalet merkezi olduğuna dair sadece bir örnek. Daha birçok ahlaki bozukluğun menbaı olan bu mekanları, ilim yuvaları olarak görmek de ayrı bir çelişki olsa gerek.

Allah’ın Emirlerini Umursamamak Cehalettir

Musa aleyhisselam zamanında bir cinayet gerçekleşmişti. Fakat bu eylem faili meçhul olarak kaldı. Maktulün ailesi Musa’ya aleyhisselam gelip katilin bulunmasını istedi. Allah da subhanehu ve teâlâ birçok hikmeti fiil gerçekleştikten sonra ortaya çıkacak olan “…Bir sığır kesin!…” (2/Bakara, 67) emrini verdi. Yaşadıkları onca zulümden, senelerce içinde bulundukları zelil hayattan ve Firavun’dan onları kurtaran Allah, kolayca yapılabilecek bir emir vermişti.

Fakat fıtratları ters-yüz olmuş bu kavim Allah’ın emirlerini ilk önce önemli-önemsiz olarak kategorize ediyor, sonra da önemli gördüklerine güçlerinin yetmediğini söyleyerek sorumluluktan sıyrılmaya çalışıyorlardı. Aynen cihad emri verildiğinde Peygamberlerine, “Orada kuvvetli bir kavim var. Sen ve Rabbin gidin, savaşın.” (5/Maide, 24)dedikleri gibi, önemsiz gördükleri emirleri ise işlerine gelmediği müddetçe yapmamak için her türlü yola başvuruyorlardı.

İşte Allah’ın “bir sığır kesin” emri de onlara göre gayet önemsiz bir emirdi. Umursanıp da yerine getirilecek türden bir şey değildi. O yüzden meseleyi cıvıklaştırıp sorumluluktan kurtulma hesapları yaptılar:

“Bir zamanda Musa kavmine: ‘Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor.’ deyince, ‘Bizi alaya mı alıyorsunuz?’ dediler. O da: ‘Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.’ dedi. ” (2/Bakara, 67)

Burada Musa’nın aleyhisselam cevabı bizim için önemli. Çünkü ayette, Allah’ın emirlerinden kurtulmak için kaçak yollara başvurmak, O’nun dinini alay edilebilecek bir mevzu olarak göstermek cahillik olarak tescilleniyor. Din, en basit gibi gözüken konusundan en üst seviyelerde farz edilen meselelerine kadar bir bütündür.

İslam’ı değil, küfrü ihya etmeyi amaçlayan bugünkü eğitim kurumları işte bu yönden de cehalet yuvalarıdır. Bir diploma alabilmek için görmezden gelinen emir ve nehiylerin haddi hesabı yok. Hepsini anlatma imkanımız olmadığı için yaşadığımız toplumda kendilerini dindar olarak görenlerin sözde önem gösterdikleri cuma namazı ve örtünme meselelerini örnek vermekle yetinelim.

Ufak yaşlardan itibaren özellikle yaz aylarında ailesi tarafından cumaya götürülen ve bu amelin ne kadar önemli olduğu anlatılan çocuk, okul başlayınca ne yapar? Eğer cuma ders saati ile çakışıyorsa elbette ki ders tercih edilir. Hele hele sınav varsa cuma kimsenin aklının ucundan bile geçmez. ‘Cuma kılmazsan Allah affeder. Ama sınavı kaçırırsan öğretmen affetmez!’ gibi nereden tutsan elinde kalacak bir anlayış devreye girer.

Aynı şey kız öğrencileri için başörtüsü meselesinde ortaya çıkar. Her ne kadar günümüzdeki örtünme çeşidinin İslam’la bir alakası olmasa da geleneksel din algısı kız çocuklarını bu şekilde örtünmeye sevk eder. Fakat bunun istisnası okuldur. Eğer işin ucunda eğitim, daha doğrusu diploma varsa o zaman başörtüsü emri günün 6-7 saatinde görmezden gelinebilir! Şimdi bu iki örneği ve sırf okulda okuyabilmek için çiğnenen daha onlarcasını düşünelim. Karakterlerinin oturmaya başladığı bu dönemde taptaze zihinler, bu çelişkiyi akıllarına nasıl kaydedecekler? Aynen şöyle:

‘Evet! Allah’ın emirleri çok önemli. Ama bazen onlardan daha önemli şeyler de olabiliyor. Demek ki Allah’ın emirlerini, duruma göre yapsam da olur.’

Okulda diploma için cumaya gitmeyen, yarın mesai saatine denk geldiği zaman da gitmez. Bugün eğitimi yarım kalmasın diye başını açan, yarın işte çalışabilmek için ya da sevdiği ve evlenmeyi düşündüğü kimse için de açar. Artık Allah’ın emirleri onun için, zamana ve şartlara göre yapıp-yapmama özgürlüğü olan basit şeylerdir.

İşte okullarda, doğrudan veya dolaylı olarak kalpleri Allah’ın emirlerine karşı umursamaz hale getiren şeyle, Yahudilere “cahil” damgası vurduran şey aynıydı.

Öyleyse cehalette de ortaktırlar.

Sonuç

Müslüman, hayatında sadece Allah’ı subhanehu ve teâlâ razı etmekle meşgul olmalıdır. İnsanların yaptığı Rabbani olmayan övgü ya da eleştiriler kulluk yolunda mümini frenlememeli. Bu durum okul meselesinde de böyledir. Islah edici görünümündeki yol kesiciler çocuğunu okula göndermiyor diye: ‘Çocuğun cahil kalacak, diplomasız yaşayacak!’ gibi eleştirilerle onu etkilemeye çalışacaktır. Bizim için ölçü insanların değil Allah’ın kime cahil deyip, demediğidir. Allah ise, bugünün eğitim kurumlarından kendini koruyanı değil, bilakis içinde bulunduğu şu hali ile günümüz okullarında eğitim görenleri cahil olarak vasıflandırmaktadır.

Öyleyse bize düşen çocuklarımızı bugünün eğitim kurumlarından uzak tutmaktır, ki; cahil kalmasınlar!

Notlar

Son iki yazımızda yapmaya çalıştığımız şey; Kitap ve Sünnet’in cehalete getirdiği tanım ışığında okulları tahlil etme gayretidir. O yüzden bu başlığın altına girmeyen, ama şu anda okullarda var olan bazı küfür ve haramlara değinmedik. Putun önünde saygı duruşunda bulunma, şirk bayramlarına katılma vb. bunlardan bahsetmememiz onları yok saydığımız anlamına gelmemeli. İleride bağlantılı konular geldikçe o fiillere de değineceğiz inşaallah.

İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Burada yaşadığı müddetçe iki temel görevi vardır. İlki, asıl olan görevidir ki o da, ‘Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılmak’tır. İkinci görev ise ‘Tüm insanlığın yaşantısını kolaylaştıracak şekilde dünyayı imar etmektir.’

Zaten bu yüzden Allah subhanehu ve teâlâ her insanı farklı şeylere meyilli yaratmıştır. Eğer herkes aynı yeteneklere sahip olsaydı dünyayı imar, sadece bir yönden olurdu. Mesela bütün insanların tıp ilmine meraklı olduklarını hayal edelim. Dünyada belki hiç hastalık kalmazdı ama bunun dışında hiçbir alanda da gelişme olmazdı. Fakat Allah merhametinden ötürü insanları farklı özelliklerde yaratmıştır.

İnsan, genellikle bu iki görevden ilkini unutmuş, hep ikincisi ile meşgul olmuştur. O yüzden, Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılma görevini yerine getirmeden gerçekleştirdiği dünyayı imar çabası, ona fayda değil zarar getirmiştir.

Bunu daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek verelim: İslam devletinin yapacağı bir uzay çalışmasını ve bu faaliyetin amacını düşünelim. Ne olabilir? Allah’ın görsel kitabı olan kainatı daha iyi tanıma, O’nun kudretine yakından şahitlik etme, insanlara fayda verecek ve yeryüzündeki yaşamlarını kolaylaştıracak bilgiler edinme… Küfür devletlerinin bugün gerçekleştirdiği uzay çalışmaları ise devletler arası gövde gösterisi, diğer devletleri ezme, elde edilecek bilgileri sadece kendi çıkarları için kullanma gibi amaçlar taşımaktadır. Bunların hepsi ise bırakın gelişmeyi, aksine dünyada çatışmayı körükleyici, fesadı arttırıcı şeylerdir.

Halifelik görevini hakkıyla yerine getirmeye çalışan Müslüman fert, Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılma konusunda zaten gevşeklik göstermez.

Bununla beraber ikinci görevini yerine getirmek için de çaba sarfetmelidir. Bu da ancak belli bir bilgi birikimi ile olur. İşte asıl sorun burada başlamaktadır. Çünkü günümüzde cahili sistemler bilgiyi kendi tekeline almışlardır. O sistemin içerisine dahil olmadan bu bilgiden pay almak çok zordur. Ama imkansız değildir.

Müslümanın önünde iki yol vardır: Müslüman kolaya kaçıp son iki yazımızda halini anlattığımız eğitim kurumlarına girecek ya da alternatif yollar üzerine kafa yoracaktır. İlk ihtimalin Müslümanın ismi ile yanyana zikredilemeyeceğini artık öğrendik. Öyleyse ikinci ihtimal üzerine yoğunlaşmak gerekir.

Allah’ın zorlaştırdığını kolaylaştıracak, kolaylaştırdığını zorlaştıracak yoktur. Biz niyetimizi halis kılar, Müslümanların işleriyle ilgilenenlerin ihtiyaç duyulan alanları tespit ettikten sonra yapacakları yönlendirmelere göre hareket edersek, inşaallah halifelik görevini hakkıyla yerine getirmiş oluruz.

Dualarımızın sonu Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver