Yüce Allah’ın Yenilenlere Seslenişi

YÜCE ALLAH’IN YENİLENLERE SESLENİŞİ

Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Allah (cc) her birinize af ve afiyet ihsan eylesin. Ramazanı arınmaya, affa ve O’na yakınlaşmaya; bayramı da sevinç ve huzura vesile kılsın. Bayramınız mübarek olsun.

Yüce Allah’ın Yenilenlere Seslenişi

“Ey iman edenler! Sabredin, sabırda yarışın/birbirinize sabrı tavsiye edin ve nöbet tutun. Allah’tan korkup sakının ki kurtuluşa eresiniz.”
[1]

Okuduğumuz ayet, Uhud Savaşı’nda yenilgiye uğramış sahabeye hitap etmektedir. Hâliyle tüm yenilmiş toplumlara, birinci dereceden de bizlere seslenmektedir. Zira ümmet olarak bizler, yenilmiş durumdayız. Yenilgi aldığımızın farkında ve çıkış yolu aramaktayız. Ayet önce dört aşamalı bir yola dikkat çekmekte, sonra dört aşamalı yolun bizleri ulaştıracağı neticeyi göstermektedir. O da felah, yani kurtuluştur. Şimdi ayete yakından bakalım:

Ey İman Edenler!

Ayet-i kerime, “Ey iman edenler!” hitabıyla söze başlar. Yenilmiş bir ümmete felahın yolunu gösteren bir ayetin, “Ey iman edenler!” nidasıyla söze başlaması, önemli hikmetler ihtiva eder. Bunlardan bazılarına şöyle işaret edebiliriz:

Bir ümmetin yenilmiş olması, onlardan iman vasfını zail etmez. Yüce Allah’ın sancağını yere düşürmek bir kusur olsa da Allah (cc) kullarını dergâhından kovmaz. Yeter ki iman vasfını terk etmesin, O’ndan yüz çevirmesinler.

Yüce Allah’ın yanındaki değerimiz; başarılarımız veya yenilgilerimizle değil, iman vasfımızla belirlenir. İmanımızı koruduğumuz müddetçe yenilmiş veya zafer kazanmış olmamızın bir önemi yoktur.

Bu nida, aynı zamanda tesellidir. Allah Resûlü’ne (sav) itaat etmedikleri için yenilen ve her şartta onu koruyacaklarına dair verdikleri sözü çiğneyen ashaba, Yüce Allah’ın uzattığı rahmet elidir. Bu, O’nun (cc), kullarına olan rahmet ve şefkatinin tecellisidir. Ne yaparlarsa yapsınlar onların ellerini bırakmamakta ve Rabblerine dönecekleri açık bir kapı bırakmaktadır. Bu önemlidir. Zira yenilenler, kaçma/saklanma eğilimi gösterirler. Kendilerini suçlar görünüp gerçekte dinlerini, yenilgiyi takdir eden Yüce Allah’ı suçlarlar. Şayet bu evrede onlara geri dönüş fırsatı sunulmazsa şeytanın iğvasıyla savrulurlar.

Sahabeden İbni Mesud (ra) şöyle der:

“ ‘Ey iman edenler!’ nidasını duyduğunda can kulağıyla dinle. Ya bir emre ya da nehye muhatap olacaksın.”
[2]

“Ey iman edenler!” nidasının ardından dört ayrı emir gelmiştir. Müminlerin bu emirleri cankulağıyla dinlemesi gerekir.

Sabredin!

“S-b-r” kökünden türeyen sabrın, üç ayrı kök anlamı vardır. İlki engel olmak, hapsetmektir. İkincisi bir şeyin zirvesi, tepesidir. Üçüncüsü bir taş cinsidir. Sert ve yılmaz kayalara, bu kökten türeyen “sabura” denilir.
[3]
Yüce Allah’ın emrettiği sabır, insanı nefsî arzularından alıkoyması ve Yüce Allah’ın emir, nehiy ve kaderine karşı gelmekten menetmesidir. Bu yönüyle sabır, insanın, kendisine karşı verdiği kulluk mücadelesidir. Bir yanda insanın nefsi ve zaafları; diğer yanda Rabbinin buyrukları ve takdiri vardır. İnsan nefsi isyandan, fücurdan, tembellikten, boşvermişlikten… yanadır. Şeriat ve kader ise insanı sorumluluk altına almaktan, onu eğitmekten ve onu zorlayarak potansiyelini açığa çıkarmaktan yanadır. Bu çekişmede sabır, kulun kendi nefsine ve arzularına karşı direnmesidir. Yine sabır insanın kendi zirvesine, en yüce kulluk ufkuna yücelmesidir. Zira her insanın bir içinde bulunduğu hâl, bir de ulaşabileceği bir kulluk zirvesi vardır. Bu zirveye ulaşmanın yollarından biri sabırdır. İnsanın potansiyelini kullanması için sabra ihtiyacı vardır. Zira insan zorlanmadan, direnmeden, mücadele vermeden Yüce Allah’ın bahşettiği potansiyeli kullanamamaktadır. Son olarak sabır, insanın direnç ve mücadele azmi kazanması, bir kaya gibi çetin olmasıdır. İnsana mücadele ve direnme azmi kazandıran vesilelerden biri de sabırdır.

İnsan/Toplum, hayatın her ânında, sürekli imtihan hâlindedir. Yüce Allah ya verdiği bir nimetten onun şükrünü ya da bir mahrumiyetten dolayı onun sabrını sınamaktadır. Yine insan, her ân Yüce Allah’ın bir emrine veya nehyine muhataptır. Yani, her ân emre ve nehye icabet etmeyen nefsini yola koymak, sabretmek zorundadır. Hâliyle sabır, müminin hayatının parçası, şeriat ve kader imtihanına karşı en güçlü azığıdır. Kur’ân ve Sünnette sık sık tekrar emredilmesinin bir hikmeti de budur. Evet, sabır bu davanın takvayla birlikte en önemli azığıdır.

“Sabır, bir azıktır. Bu davanın yol azığıdır. Uzun ve meşakkatli yol… Kan ve cesetlerle dolu yol… Belâ ve musibetlerle yüklü yol… Ve bu yolda sabır… İşte bu davanın azığı!

Sabır, sabır, sabır… Her şeye sabır!.. Nefsin istek ve şehvetlerine sabır!.. Heves ve arzularına sabır!.. Zayıflık ve noksanlığına sabır!.. Bıkkınlık ve aceleciliğine sabır!..

Sabır!.. İnsanların şehvet ve arzularına, zayıflık ve noksanlıklarına, cehalet ve sû-i niyetlerine sabır!.. Fıtrî sapıklıklarına sabır!.. Tekebbür ve tefâhürlerine sabır!.. Hakikatten inhiraflarına sabır!.. Hemen neticeye ulaşmak için aceleciliklerine sabır!..

Sabır!.. Bâtılın dalaverelerine, isyan sertliğine, inkârın utanmazlığına, kötülüğün tetikte bekleyişine, şehvetin galebesine, gurur ve iftiharın kudurganlığına sabır!.. Yardımcıların zayıflığına, tutacak ellerin azlığına, yolun uzunluğuna, zorluk ve sıkıntı anlarında şeytan vesveselerine sabır!..

Sabır!.. Bütün bunlara karşı mücâhedenin zorluğuna sabır!.. Nefislerde ihdâs ettiği sayısız infiallere; gayz ve gadaba, ızdırap ve sıkıntıya, bazen hayır hususunda itimadın zayıflamasına, bazen beşerî tabiatte ümidin azalmasına sabır!.. Usanç ve bıkkınlığa, yeis ve ümitsizliğe sabır!..

Sabır!.. Nefsini zapt etmeye sabır!.. Zafer ve galebe anlarında, kudret ve hâkimiyet demlerinde kendine hâkim olmaya sabır!.. Bolluk ve bereket günlerinde şükür ve tevâzuya sabır!.. Güçlü olduğu zamanlarda, intikama teşebbüs etmemeye, tekebbür ve tefâhürde bulunmamaya sabır!.. Hak olan kısası, düşmanlık vesilesi yapmamaya sabır!..

Sabır!.. Zorlukta da kolaylıkta da Allah ile olan irtibatı devam ettirmeye sabır!.. Takdir-i ilâhîye teslim olmaya sabır!.. Her şeyi huzurla, güvenle, huşû ile Allah’a havale etmeye sabır!..

Bütün bunlara sabır!.. Ve benzerlerine sabır!.. Bu uzun ve zorlu yolda tesadüf edilecek her şeye sabır!.. Kelimelerin, tasvirini yapmaktan âciz kaldıklarına sabır!.. Zaten kelimeler, başa gelen şeylerin asla hakiki bir medlulü olamazlar. Ancak bu yolun meşakkatlerini anlatmaya yararlar. Istıraplara, infiallere, tecrübelere vesile olurlar!..

Îman eden yiğitler, bu meşakkatlerin hakikî medlullerinden birçoklarını bizzat tatmışlar, ıstıraplarına bizzat katlanmışlar. Çünkü onlar, yukardaki ilâhi nidânın tadını tatmışlardı. Allah’ın, kendilerinden istemiş olduğu sabrın mânasını biliyorlardı.”
[4]

Dedik ki bu ayet, yenilmiş bir ümmete sesleniyor. Öyleyse buradaki sabır emrinin özel bir mahiyeti vardır. O da yenilgiden sonra ortaya çıkan duruma sabretmektir. Kaybedilen imkânlara, alınan yaralara, düşmanın küçümsemesine, nefsin bıkkınlığına, tükenmişlik duygusuna… karşı sabretmek. Sahabenin bir yenilgi sonrası yaşadığı duyguları, bugün biz, her cephede ve sayısız yenilgi nedeniyle çok daha baskın şekilde yaşıyoruz. Hâliyle çok daha fazla sabra muhtacız. Nefsimizin bu manzara karşısında ürettiği bitmişlik, tükenmişlik ve ümitsizliğe karşı sabretmek durumundayız. Kendimizi öz nefsimizin ve şeytanın iğvalarından korumak, yenilgiyle gelen yıkıcı atmosferden uzaklaşmak zorundayız.

Burada önemli bir gerçekliğe işaret etmek istiyorum: Sabretmek için sabrın tanımını, faydalarını ve hükmünü bilmek yeterli değildir. Sabır, evrensel bir değerdir. Hemen her insan, sabrın önemine dair bir şeyler bilir. Şayet bilmek yeterli olsaydı tüm yeryüzünün sabırlı olması gerekirdi. Öyleyse sabır için ihtiyacımız olan güç, bilmekten fazlasıdır. Evvelemirde ihtiyacımız olan şey farkındalıktır. Yani insanın akışa kapılmadan ne yaşadığının, başına gelenin farkında olması. Sonra yaşadığı duruma isim koyacak bilinçtir. “Benim başıma gelen şu şey, bir musibettir. Yüce Allah musibet ânında sabrı emreder.” diyebilmektir. Sonra ihtiyacımız olan, şer’i ilimdir. “Başımıza gelen musibetin sabrı nedir?” sorusuna verilecek şer’i bilgidir. Zira her musibetin sabrı, kendine özeldir. Savaşta yenilenin sabrı ile hastalıktan yatağa düşenin sabrı veya iflas eden bir tüccarın sabrı ile yakınlarıyla sorun yaşayanın sabrı birbirinden farklıdır. Son olarak iradeye ihtiyacımız vardır. Sabır iradesi ve kararlılığı, imamımız olan enbiyanın sünnetidir. Onlar bir sorunla karşılaştıklarında sabırlı olacaklarına dair sözlü irade ortaya koyar ve fiilî olarak onun gereğini yaparlardı:

“…Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabredeceğiz…”
[5]

Bu cümle, şirk ehlinin tehdit ve teklifleri karşısında resûllerin cevabıdır. Bu cümle, resûllerin kendi nefislerine nasihati, kendi öz nefislerini motive/teşvik etmeleridir. İnsan, başkasının sözleriyle motive olduğu gibi kendi sözleriyle de motive olabilen bir varlıktır. İnsanın ağzına en yakın kulak, kendi kulaklarıdır. Söyledikleri ilk olarak kendi kulaklarına, oradan da kendi kalbine ulaşmaktadır. İnsanın sözleri sabır ve kararlılık aşılamalı, hem kendini hem de dinleyenleri umutlandırmalıdır. Elbette bu; gerçeklikle bağını koparmış, romantik hayaller satan afili sözler değildir. Resûllerin metodunda olduğu gibi gerçekliğin farkında, içinde bulunulan durumu resmeden ve insanı o gerçeklik karşısında kararlı kılan samimi sözler olmalıdır.

Musabere Edin/Sabırda Yarışın!

Yenilen ümmete Yüce Allah’ın ikinci emri, musaberedir. Sabırla aynı kökten türeyen bu siga/kalıp, mücerred olarak sabretmekten fazlasını anlatır. Musabere kelimesinin türediği mufaale kalıbı; sabrın iki kişi, iki taraf, iki cephe arasında cereyan ettiğine işaret eder. Burada iki tarafın da gösterdiği bir sabır vardır ve Yüce Allah müminlerin daha çok sabreden taraf olmasını istemektedir. Sabır gösteren iki taraftan kasıt kimlerdir?

Ayetin nüzul ortamı ve bağlamı, bir tarafın yenilen müminler, diğer tarafın ise Uhud Savaşı’nı kazanan kâfirler olduğunu göstermektedir. Onların batılı savunma uğruna bir sabır ve kararlılık ortaya koymaları gibi müminlerin de hakkı savunma uğruna bir sabır ve kararlılık içinde olması istenmektedir. Dahası, müminlerin bu yarışta öne geçmesi, davalarına dört elle sarılması gerekmektedir.

Ayet, dil kuralları ve mufaale kalıbı esas alındığında, müminler arası sabır yarışına da işaret edebilir. Bir yenilgide müminler topluca sabır gösterir. Yüce Allah sabır konusunda birbirleriyle yarışmalarını emreder. Bu, hayırda yarışmaktır ve Yüce Allah hayırda yarışmayı genel olarak emretmiştir.
[6]

İnsanın kendi nefsine karşı sabır yarışı içinde olmasıdır. Şöyle ki; nefis, insanı Allah’tan uzaklaştırmak için sürekli bir çaba içindedir. Yani, arzulara uyma isteğinde sabırlı ve kararlıdır. Buna mukabil mümin de Allah’a (cc) itaat etmek, O’nu razı etmek ve O’nun sabır emrine uymak hususunda sabırlı ve kararlı olmalı, kendi nefsiyle yarış içinde olmalıdır.
[7]

Kur’ân kelimeleri, El-Hakîm olan Allah (cc) tarafından seçilmiştir. Bazı yerlerde öyle kelimeler kullanır ki o kelime, konuyu tüm yönleriyle ihata eder. Yukarıda bizim yarım sayfada anlattığımız manaları birkaç harfle anlatır, ki bu da Kur’ân’ın fesahat ve belagatine bir örnektir. Zaten sabrın ne hakkında olacağı (mef’ulün hazfedilmesiyle) zikredilmeyerek ayette genel anlamda bir umumileştirmenin murad edildiği anlaşılmaktadır. Yani Yüce Allah özelde yenilgiye karşı, genelde hayatın her alanında sabır ve musabere ehli olmamızı ister.

Yukarıdaki açıklamalardan sonra şu çıkarımları yapabiliriz:

Bildiğimiz gibi sabır, yani bir şeye karşı direnmedeki kararlılık, bir duygu hâlidir. Her duygu gibi beslenmeye, korunmaya ve yerli yerinde kullanılmaya ihtiyacı vardır. Musabere, yani sabırda yarışmak, sabrı besleyen kaynaklardan biridir. Gerek düşmanla giriştiğimiz sabır yarışı gerek kardeşlerimizle girdiğimiz sabır yarışı gerek de nefsimize karşı sabır yarışımız, sabır kaynaklarımızı besleyen yardımcılardır. Sabrı besleyen kaynakların bilincinde olmazsak sabır stoklarımızı tüketiriz. Bir imtihanda sabırla dururken diğer imtihanlarda yalpalarız. Çünkü imtihana göstereceğimiz sabır tükenmiştir.
[8]

Yüce Allah sabır duygusuna bir istikamet çizerek insanı öz nefsinin şerrinden korur. Şöyle ki; insanoğlu geçmişin hüznü ve geleceğin kaygıları arasında örselenir. Geçip gitmiş güne üzülerek ve ne olacağı belli olmayan yarına kaygılanarak, sabrını gereksiz yere harcar; hem de bir hiç uğruna. Rabbimiz, insanın elinden tutar ve onu bugüne getirir, bugünün sorunlarıyla yüzleştirir. Geçmişe dair pişmanlıklarını tevbeyle, geleceğe dair kaygılarını ise bugünü doğru inşa ederek aşmasını sağlar. Hüzün geçmişi değiştirmez, ancak tevbe değiştirir. Yanlışı ve yanlıştan kaynaklı olumsuzluğu siler. Kaygı, geleceğin daha iyi olmasına yardımcı olmaz. Ancak bugünü inşa etmek, geleceğe yapılan bir yatırımdır. Zira bugün yaptıklarımız, yarın yapacaklarımızın teminatıdır. Sabra çizilen bir diğer istikamet, sabra hedef göstermektir. İnsan büyük meselelere karşı sabır göstermezse gündelik basit şeylere harcar sabrını. Trafiğe, toplu taşımaya, sofraya geç gelen yemeğe, çocuk gürültüsüne, çalışma arkadaşının kapıyı sert kapatmasına… sabrettiğini zanneder. Oysa bunlar basit şeylerdir; akıllı insanlar bunlara karşı sabırla değil; geniş yüreklilikle, anlayışla, daha hayırlı şeylerle meşgul olmayla ve daha büyük sorunlara zihin yormayla mücadele ederler. İnsan, Yüce Allah’ın gösterdiği gibi düşmana, musibete ve nefse karşı sabretmezse yukarıda saydığımız basit şeylere harcar sabrını. Harcar ve kendisi de basitleşir… Sabra çizilen bir diğer istikamet sabırda yarışmaktır. İnsan fıtratında yarışma hasleti vardır. İnsan sürekli birileriyle yarış ve rekabet hâlindedir. Şayet bu fıtri hasleti hayırda yarışmaya yöneltmezse ev işinde, giyside, maaşta, daha güzel sofra kurmada, daha iyi arabaya binmede, daha yüksek titri (unvanı) almada… yarışa dönüşür. Rekabet hırsı, hırs çekememezliği, çekememezlik hasedi, haset zarar verme arzusunu tetikler ve insanı yıkıma uğratır. Hayırda ve sabırda yarış ise insanın gönlünü genişletir, kulluktan lezzet almasını sağlar. Bizleri öz nefsimizin şerrinden koruyan Allah’a (cc) hamdolsun.

Nöbet Tutun!

Yenilen bir ümmete üçüncü tavsiye nöbet tutmaları, yani ribat etmeleridir. Kelimenin kökü olan “r-b-t”, bir şeyi bağlamak anlamında kullanılır.
[9]
Daha sonra Araplar bu kelimeyi bir şeyi sürdürmek, devamlılık göstermek gibi ameller için kullanmıştır. Bir şeyi sürdüren, âdeta kendini o amele bağlamış, o amelle bütünleşmiştir. Yüce Allah, sahabeye ribat edin/nöbet tutun diye buyurduğunda, sahabenin nöbet tutacağı bir serhat yoktu. Hâliyle buradaki ribat, bugün bizim anladığımız, “serhatlerde, sınırlarda ve karakollarda nöbet tutmak”tan daha geniş bir anlama sahip olmalıdır. Ayette geçen ribat/nöbet emrini anlamak için, şeriatın bu kelimeye yüklediği anlamlara bakmak durumundayız. Araştırdığımızda, şeriatın ribat kelimesine üç anlam yüklediğini görürüz:

Savaşa hazırlık:

“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve (cihad için tahsis edilmiş) besili atlar hazırlayın. Onunla Allah düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve sizin bilmediğiniz Allah’ın bildiği (gizli düşmanlarınızı) korkutursunuz. Allah yolunda infak ettiğiniz her ne varsa, size eksiksiz ödenir ve siz zulme de uğramazsınız.”
[10]

Ayette geçen “ribatu’l hayl”; savaşa tahsis edilmiş, savaş için bağlanan atlardır. Bundan yola çıkarak bir grup âlim, ribattan kastın savaşa hazırlık olduğunu söylemişlerdir.

Allah yolunda nöbet tutmak:

Sehl ibni Sa’d Es-Saidî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allah yolunda bir günlük nöbet tumak, dünyadan ve içindekilerden daha hayırlıdır…”
[11]

Selman’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allah yolunda bir gün ve bir gece ribat etmek/nöbet tutmak, bir ay boyunca gündüz oruç tutmaktan ve gece namazı kılmaktan daha hayırlıdır. Eğer kişi (nöbette) ölürse dünyadayken yapmış olduğu amel (nöbet ve onun sevabı) devam eder. Bu amelin karşılığı kendisine verilir. (Kabirdeki) fitneden de emin olur.”
[12]

Namazın ardından bir sonraki namazı beklemek:

Ebu Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü (sav), ‘Allah’ın onunla günahları sildiği, dereceleri yükselttiği şeyi size bildireyim mi?’ buyurdu.

Oradakiler, ‘Evet bildir, ey Allah’ın Resûlü!’ dediler.

O da, ‘Zorluklara rağmen abdesti tam ve eksiksiz, güzel bir şekilde almak; mescidlere giden adımları çoğaltmak ve namazdan sonraki namazı beklemektir. İşte bu ribattır. İşte bu ribattır.’ buyurdu.”
[13]

Yukarıda okuduğumuz üç anlam da ribatın şer’i anlamıdır. Bir nas gelip anlamlardan birini tahsis etmedikçe her üç anlam da sahihtir. Konumuza dönecek olursak, Yüce Allah Uhud’da yenilen sahabeye bir emirde bulunuyor; bu emir onların zihninde üç ayrı anlam çağrıştırıyor.

Düşmana karşı hazırlık yapmak: Yenilmiş olmak, mücadeleyi bırakmak anlamına gelmez. Allah’ın (cc) cari sünnetlerinden biri, tedavül sünnetidir.
[14]
Yüce Allah, günleri insanlar arasında döndürüp durur, bazen onlar kazanır bazen biz kazanırız. Kazandığımızda mücadele bitmediği gibi yenildiğimizde de bitmez. Yalnızca boyut değiştirir.

Nöbet tutmak: İman pınarı yürekte çağladığı müddetçe Müslimler tüm cephelerde savaşı kaybetmezler. Her şeylerini yitirseler dahi imanları olduğu sürece manevi üstünlüklerini yitirmezler. Yenilen bir ümmete bir başka ayette şöyle seslenir Rabbimiz (cc):

“Gevşemeyin, üzülmeyin! Şayet inanıyorsanız üstün olan sizlersiniz.”
[15]

Müminler bir cephede yenilseler de mutlaka başında nöbet tutacakları bazı kazanımları vardır. Şayet Medine’de olduğu gibi bir devletleri varsa topraklarının kalan kısmı için nöbet tutarlar. Şayet bugün olduğu gibi bir devletleri yoksa imanlarının, davetlerinin, ailelerinin, mücadele ruhlarının; kısacası tüm değerlerinin nöbetlerini tutarlar. Hiçbir şeyleri kalmadığında ise kalplerindeki buğzun, dillerindeki duanın ve ümitle beklemenin nöbetini tutarlar.

Bir namazın ardından bir sonraki namazı beklemek: İslam’ın temel hedeflerinden biri kalpleri Allah’ın evlerine bağlamak, Müslim ile mescid arasında ünsiyet kurmaktır. Zira mescidler; iman eden kalplerin inşa edildiği, arındığı ve onarıldığı mekânlardır. Mescidler, Allah’ın nurunun tecelli ettiği yerlerdir:

“Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali, içinde kandil bulunan bir oyuk(tan yayılan ışığa) benzer. Kandil de bir camın içindedir. Cam, inciyi andıran bir yıldız gibidir. Doğuya da batıya da ait olmayan, mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Onun yağı, neredeyse ateş ona dokunup (tutuşturmasa dahi) ışık verir. Nur üstüne nurdur. Allah, dilediğini nuruna hidayet eder. Allah, insanlara misaller verir. Allah, her şeyi bilir.”
[16]

“Ayetin son kısmından da anlaşıldığı gibi bu misalde Allah’ın (cc) hidayeti ve bunun mümindeki tecellisi anlatılmıştır. Allah’ın (cc) iman, Kur’ân ve ilimle aydınlattığı kalpler böyledir işte… ‘Bu nur ve hidayet nerelerde ve nasıl aranmalıdır?’ sorusuna bir sonraki ayet cevap vermektedir.”
[17]

“(O nur) Allah’ın yüceltilmesine ve içerisinde Allah’ın adının anılmasına izin verdiği evlerde (mescidlerdedir). Orada, gece ve gündüz O’nu tesbih ederler.”
[18]

Mescidler; zulüm altında inleyen müminlerin sığınağı, karargâhı ve mektebidir. Mescidler o kadar önemlidir ki onları inşa edecek imkân yoksa evler mescidlere dönüştürülür:

“Biz Musa’ya ve kardeşine şöyle vahyetmiştik: ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın. Evlerinizi (içinde namaz kılınan) kıblegâh hâline getirin. Namazı dosdoğru kılın. Müminleri de müjdele.’ ”
[19]

Bir namazın ardından bir sonraki namazı beklemek, kalpleri Allah’a bağlamaktır. Yenilen birey ve toplumların en çok ihtiyaç duydukları şey, Allah (cc) ile bağlarının güçlü olmasıdır. Zira yenilen toplumlar yaralıdır. Şayet yaralarını sarmazlarsa ümitsizliğe kapılabilirler. Yüce Allah’a yakınlık onların yaralarını sarar, toparlanmalarını sağlar.

Dikkatinizi çekmiş olmalıdır, ribatla ilgili amellerin ecri büyüktür. Bunun hikmetlerinden biri insanın ayran gönüllü olması, bir işte sebat edememesidir. Çünkü onun hamurunda acelecilik vardır, insan aceleden yaratılmıştır.
[20]
İnsanın aceleciliği onu ayran gönüllü, sürekli farklı bir amele gönül eğen bir tabiata sokmaktadır. Bir insan ribat gösteriyorsa, yani amelinde sürekliyse kendi nefsine karşı mücadele ediyor demektir. Nefsin aceleciliğini sabır, bilinç, irade, olgunluk/hikmet ve teenniyle terbiye ediyor demektir. Allah’a (cc) en sevimli amel, az da olsa sürekli olandır.
[21]
Ribat ahlakı, insanı sürekli amele muvaffak kıldığından ecri büyüktür.

Takva!

Yenilen ümmete Yüce Allah’ın dördüncü emri takvadır. Takva; sakınmak ve korunmak, Yüce Allah’ın gazabı ile kendi aramıza bir kalkan koymaktır. Bu da O’nun istediği gibi inanmak ve O’nun istediği gibi yaşamakla mümkündür. “Takva kalptedir.”
[22]
Bir his, bir duyuş, bir ruh hâlidir. Takva hassasiyettir. Kişinin dikenli bir yolda yürüyormuşçasına dikenler elbisesini yırtmasın diye gösterdiği çaba ve dikkattir:

Ubey ibni Ka’b (ra) takvayı şöyle tarif etmiştir:

“Ömer, Ubey ibni Ka’b’a şöyle sorar: ‘Ey Ubey, takva nedir?’

O da, ‘Ey Emiru’l Müminin, sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü?’ diye soruyla karşılık verir.

Ömer, ‘Evet, yürüdüm.’ deyince Ubey, ‘Ne yaptın?’ diye sorar.

Ömer, ‘Dikenler benim ayağıma batmasın, elbiseme takılmasın diye paçalarımı katladım.’ cevabını verir.

Ubey de, ‘İşte takva, dikenli bir yolda yürüyormuş gibi dikkatli bir şekilde Allah’a kulluk etmendir.’ der.”
[23]

Sabır, musabere ve ribat emrinin takvayla hitama ermesi, önemli iki noktaya işaret eder:

İnsan sabır, musabere ve ribatı birçok nedenle gerçekleştirebilir. Çünkü her üç haslet de birer erdemdir. İslam üzere olsun veya olmasın her insan bu üç haslete sahip olmak ister. Kimisi şan için kimisi kahramanlık için kimisi de dünyevi bir çıkar için bu üç haslete sahip olabilir. Ancak Yüce Allah’ın istediği, kendi zatı için sabır, musabere ve ribat ahlakıdır. Yalnızca O’nun (cc) rızasını elde etmek için mezkûr üç ahlaka sahip olmaktır:

“Onlar ki; Rabblerinin rızasını elde etmek için sabreder, namazı dosdoğru kılar, onlara rızık olarak verdiklerimizden gizli açık (sürekli) infak eder, kötülüğü iyilikle savarlar. Böylelerine (ahiret) yurdunun (güzel) akıbeti vardır.”
[24]

Bu üç hasletin Allah için olması, takvayla mümkündür. Takva kalbin amelidir ve Allah’ın gazabından sakınmak için gösterilen hassasiyettir. Takvalı bir kalbin tüm eylemlerindeki gaye, O’nun rızasını elde etmek ve gazabından korunmaktır.

İslami mücadelenin üç ayağı olan sabır, musabere ve ribat; kulluğumuzdan bağımsız değildir. İslami mücadeleyi sloganikleşmekten, mesleki bir işe dönüşmekten ve intikam aparatına evrilmekten alıkoyan şey takvadır. Şöyle ki; insan, bir nefis taşımaktadır. Nefis namazımızı, infakımızı, ilim talebimizi… bulandırdığı gibi mücadelemizi de bulandırmakta; onu beşerî kavgaya dönüştürmektedir. İnsanı nefsin fücurundan koruyan şey, takva bilincidir. Nefis, mücadeleyi istikametten saptırmaya başladığında devreye takva girer, “Sen, Allah’a (cc) kulsun, mücadelen de namazın gibi O’nun buyruklarına göre ve O’nun elçisinin sünnetine uygun olmalıdır.” der. Örneğin beşerî bir mücadelede mücadelenin şiddet ve yumuşaklığını düşmanın tavrı belirler. İslam’da ise düşmanlar Müslimlerin ölçüsü ve öğretmeni değildir. Onlar haddi aştı diye müminler haddi aşmazlar:

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. (Çünkü) Allah, haddi aşanları sevmez.”
[25]

İslami mücadeleyi akamete uğratan iki temel faktör vardır: İlki insan nefsinin zaafları, diğeri mücadele ortamının duygusallığıdır. İnsani zaaf ve mücadele duygusallığından insanı koruyacak olan takvadır.

Kurtuluşa Ermek

Yukarıda zikredilen dört emrin gayesi kurtuluşa ermektir. Kurtuluş, felah kelimesiyle ifade edilmiştir. Felah kelimesinin kök anlamı, yarıktır/açıklıktır.
[26]
Daha ziyade toprağın çapalanarak yarılmasına felah, bu işi yapan çiftçiye de fellah denmiştir. Gaye, toprağın hava almasını sağlamak ve toprağın altındaki tohumun serpilmesini kolaylaştırmaktır.
[27]

Yenilen bir ümmetin nasıl daraldığı ve utanç yaşadığı izahtan vareste olsa gerektir. Böyle bir ruh hâlindeki toplumun, taşıdığı imani ve amelî potansiyeli gerçekleştirmesi mümkün değildir. Yüce Allah, yenilgiyle gelen o ölü toprağını yarmak ve iman tohumlarının yeniden çatlayıp filiz vermesini istemektedir. Yeniden neşv-u nema bulmanın da sabır, musabere, ribat ve takvayla mümkün olduğunu haber vermektedir.

Okuduğumuz ayeti kandil bilip kulluk güzergâhımıza asabiliriz. Bireysel veya toplumsal yenilgilerimizde ayetteki tavsiyelere uyabilir, yenilgiden sonra toparlanabiliriz… Sahabe de böyle yapmıştır. Onlar Âl-i İmran Suresi’nin 200. ayetini yalnızca savaş yenilgisi için değil, her türlü sıkıntı için rehber bilmişlerdir:

“Ubeyde ibni Cerrah, Ömer ibni Hattab’a mektup yazarak Bizans ordusunun büyük kalabalığından ve onlardan çekindiğinden söz etti. Ömer ona yazdığı mektubunda şöyle cevap verdi: ‘İmdi, mümin herhangi bir kula herhangi bir sıkıntı gelip çatacak olursa mutlaka Allah ondan sonra ona bir kurtuluş yolu açar ve hiç şüphesiz tek bir zorluk iki kolaylığı yenemez. Çünkü Yüce Allah Kitab-ı Kerîm’inde şöyle buyurmaktadır: ‘Ey iman edenler. Sabredin, sebât gösterin, ribat yapın ve Allah’tan korkun ki felah bulasınız.’ ’ ”
[28]

 


[1]. 3/Âl-i İmran, 200

[2]. Tefsîru İbni Ebî Hâtim, 3/903, 5027 No.lu rivayet

[3]. bk. Mu’cemu Mekâyîsi’l Luğa, 3/329-330, s-b-r maddesi

[4]. Fî Zılâl-il Kur’ân, 2/612-613, Âl-i İmran Suresi, 200. ayetin tefsiri

[5]. 14/İbrahîm, 12

[6]. bk. 2/Bakara, 148; 5/Mâide, 48

[7]. bk. Tefsîru Kurtubî, 4/537; Tefhîmu’l Kur’ân, 1/320, Âl-i İmran Suresi, 200. ayetin tefsiri

[8]. Sabrı besleyen kaynakların başında sabırda yarışmak gelir, sonra dua gelir. Allah’ın dostları şu duayı çokça yaparlar:

           “Rabbimiz üzerimize sabır yağdır.” (bk. 2/Bakara, 250; 7/A’râf, 126)

           Bir diğeri namazdır. Namaz, sabrı besleyen kaynaklardan biridir:

           “Ey iman edenler! Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (2/Bakara, 153)

           Bir diğeri de “sabredin” başlığında anlattığımız, sabırda kararlılık sözü vermek ve insanın öz nefsini teşvik etmesidir.

[9]. Mu’cemu Mekâyîsi’l Luğa, 2/478; El-Mufredât, s. 338-339, r-b-t maddeleri

[10]. 8/Enfâl, 60

[11]. Buhari, 2892; Müslim, 1881

[12]. Müslim, 1913

[13]. Müslim, 251

[14]. bk. 3/Âl-i İmran, 140

[15]. 3/Âl-i İmran, 139

[16]. 24/Nûr, 35

[17]. Tevhid Meali, s. 353, Nûr Suresi, 35. ayetin açıklaması

[18]. 24/Nûr, 36

[19]. 10/Yûnus, 87

[20]. bk. 21/Enbiyâ, 37

[21]. bk. Müslim, 783

[22]. bk. Müslim, 2564

[23]. Tefsîru’l Kur’âni’l Azîm, 1/164, Bakara Suresi, 2. ayetin tefsiri; Ez-Zuhdu’l Kebîr li’l Beyhakî, 963

[24]. 13/Ra’d, 22

[25]. 2/Bakara, 190

[26]. bk. Mu’cemu Mekâyîsî’l Luğa, 4/450, f-l-h maddesi

[27]. bk. Tefsîru’ş Şar’âvî, 1/1972, Âl-i İmran Suresi, 200. ayetin tefsiri

[28]. Tefsîru’l Kurtubî, 4/538, Âl-i İmran Suresi, 200. ayetin tefsiri

Önerilen makaleler