Vahdet mi Kalabalık mı?

Allah subhanehu ve teâlâ yolunda mücadele eden grupların temel meselelerinden biri vahdettir. Küfrün İslam’a karşı tek millet olup, saldırdığı bir savaşta bu kaçınılmazdır da… Farklı çalışmalar, aynı yöne kanalize edilip, tek komuta altında toplanmazsa, gereksiz enerji kaybı olacağı gibi, insi ve cinni şeytanların oyunuyla cemaatler birbirine düşebilir. Bu hikmetten olsa gerek İslam, tek halife ve tek devlet altında toplanmış ümmet anlayışını kabul eder.

Her İslami cemaat, ümmetin parçası olduğu bilinciyle hareket etmeli, ümmet birliğini ve tek halife kontrolünde yaşamı düstur edinmelidir. Bunun için gerekli olan diyalog, içtihadi ihtilafların gündem edilmemesi, bireylere ümmet bilincini aşılama, hedefin tek ümmet olduğu gerçeğine dair sorumluluklar yerine getirilmelidir.

Yaşadığımız vasat, her şeyin ‘light’ olanının makbul olduğu bir dönem. Değişime endeksli modern biçimi; sabit, köklü ve derin şeyleri hoş karşılamıyor. Eşyanın hafif olanı, bedenin ince olanı, elektronik aletin küçük olanı derken; fikir ve akidenin, menhec ve hareketin yüzeysel olanı rağbet görüyor. İslam inanç ve menhec olarak kökleri yerde sabit, dalları semaya ulaşan bir dindir.

“Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkanı) kalmamıştır.” (14/İbrahim, 24-27)

İslam ortaya bir kavram koyduğunda, kendi gibi köklü ve derin algılanmasını, bu kavrama kuvvetle yapışılıp, ciddiyetle amel edilmesini ister. Bunun gerçekleşebilmesi için ona muhatap olanların her alanda İslamca yaşaması şarttır. İslam bir bütündür. Hayatı modern kriterlere göre günübirlik, rahat ve nefsin hazzına endeksli yaşayanların, İslami kavramları doğru anlaması beklenemez…

Ümmetin birliği için vahdet kavramını gündemine alanlar, bunu Müslümanca yapmalıdırlar. Bizden hep beraber Allah’ın subhanehu ve teâlâ ipine sarılmamızı ve ayrılığa düşmememizi isteyen  (3/Âl-i İmran, 103), birbirinize kardeş olun, kin gütmeyin, sırt dönmeyin diye emreden (Müslim), bu uyarıya uymazsak kuvvetimizin dağılacağını ve hezimete uğrayacağımızı (8/Enfal, 46) haber veren, Allah ve Rasûlü’dür. Bize vahdeti kim emrediyorsa, onun esaslarını belirleyecek olan da O’dur. Kavramı İslam’dan alıp içeriğini ondan bağımsız veya ona rağmen(!) doldurmak en basit haliyle samimiyetsizliktir.

Namaz ve zekat kavramını hayatımıza yerleştiren İslam, her bireye ve gruba ‘zamana göre namaz ve zekat’ hakkı tanımamıştır. Her kavramda olduğu gibi, bunların da içini kendi doldurmuştur. Vahdet kavramı da böyledir. Esasları ve dinamikleri İslam tarafından belirlenmiştir, aksi düşünülemez. Her grup kendince bir vahdet anlayışı geliştirdiği takdirde –ki vakıamız öyledir- ‘vahdet kavramında ayrılık ve tefrika’ yaşanması kaçınılmaz olur. Kalabalık ve çoğulculuk değil de, İslami vahdetin tesisi için aşağıdaki zor olan maddeler gözetilmelidir.

1. İslam Ümmetinde Tefrika Vuku Bulacaktır

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem

” ‘Benim ümmetim 72 fırkaya ayrılacak, onların biri hariç hepsi ateştedir.’ buyurdu. Sahabe: ‘Kim o kurtulacak fırka Ey Allah’ın Rasûlü?’ ‘Benim ve sahabemin yolu üzerine olanlardır.’ buyurdu.” (Tirmizi)

Abdullah İbni Mesud radıyallahu anh şöyle rivayet etti:

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ben havuza ilk gelen olacağım. Sonra sizden birileri gelecek, onlardan bazısı çevrilip, çekilecek, bana ulaşamayacaklar. ‘Allah’ım ashabım’ diyeceğim. Bana ‘Sen onların, senden sonra ne yenilikler çıkardıklarını bilmiyorsun’ denilecek.” (Muttefekun Aleyh)

İbni Ebi Muleyke rahimehullah Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi vesellem rivayet etti: “Ben havuzun başında olacağım, kimin havuzun başında yanıma geleceğine bakacağım. Bazı insanlar alıkonacak, ‘Ya Rabbi, benden ve benim ümmetimdendirler’ diyeceğim, ‘Sen onların senden sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun, topuklarının üzerine gerisin geriye döndüler.’ denecek.”(Muttefekun Aleyh)

Ebu Hazım radıyallahu anh şöyle rivayet ediyor:

“Allah Rasûlü: ‘Yazıklar olsun benden sonra değiştirenlere…’ diyeceğim.” (Muttefekun Aleyh)

İrbad Bin Sariye radıyallahu anh şöyle rivayet ediyor:

Allah Rasûlü bize namaz kıldırdı, sonra bize dönüp çok etkileyici bir vaaz da bulundu. Onun etkisinden gözler yaşardı, kalpler titredi. Biri ‘Ey Allah Rasûlü sanki bu veda konuşmasıdır. Bize ne tavsiye ediyorsun’ dedi. Rasûl: “Size Allah’tan korkmanızı, Habeşli bir köle dahi olsa işitip, itaat etmenizi tavsiye ediyorum. Sizden kim yaşarsa çokça ihtilaflar görecektir. Siz benim sünnetime ve Raşid Halifelerimin sünneti üzerine olun. Ona azı dişlerinizle yapışın. Sonradan çıkan şeylerden sakının, sonradan çıkan her şey bidat, her bidat sapıklıktır.” (Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace)

Bu rivayetlerden açıkça anlaşılıyor ki, ihtilaf ve tefrika ümmet arasında vuku bulacaktır. Ayaklarının üzere dönen, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem dahi “Yazıklar olsun” dediği topluluklarla hangi din üzere vahdet kurulabilir.

2. İhtilafa Düşenlerin Bazısı Şirk Ehli Olup, İslam’dan Çıkacaktır

İhtilafa düşenlerin bazısı şirk ehli olup, İslam’dan çıkacaktır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:

“Sizler sizden öncekilerin sünnetine, adım adım (bir rivayette karış karış; başka bir rivayette okun arkasında bulunan tüyler gibi tıpa tıp) tabi olacaksınız. Onlar kelerin deliğine girse siz de gireceksiniz (bir rivayette onlardan biri yolda annesiyle zina yaparsa, sizde yapacaksınız). ‘Kimdir onlar Ey Allah Rasûlü? Yahudi ve Hristiyanlar mı?’ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: Başka kim olacak.” (Buhari, Müslim)

Bu ümmetten birileri adım adım, misli misline Yahudi ve Hristiyanlara tabi olacaklar, onların her yaptığını yapacaktırlar. Biliyoruz ki, onların yaptıklarının çoğu küfür ve şirktir. Bu ümmet onlara küfür ve şirklerinde tabi olacaksa, hali bu olan insanlarla hangi vahdet yapılacak?

Başka bir hadiste:

“Devs kadınları ‘zul-hulase’ putunun etrafında dönmedikçe kıyamet kopmaz. ‘Zul-hulase’ Devs kabilesinin cahiliyede ibadet ettiği puttur.” (Buhari, Müslim)

Bir diğer hadiste:

“Benim ümmetimden bir grup putlara tapmadıkça bir grupta müşriklere katılmadıkça kıyamet kopmaz.” Buyurulmuştur. (Tirmizi)

Putlara tapan, müşriklere katılan insanlarla hangi vahdet(!) yapılacaktır? Bu hadislerde anlatılanları bizzat görüp yaşamadık mı? Onlar gibi giyinen, onların bayramlarını kutlayan, onların törenlerini İslam’a uyarlayıp mübarek gün ve geceler üreten, Allah’ın subhanehu ve teâlâ vasıflarını ölülere ve yöneticilere, Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem vasıflarını şeyh, üstad veya ağabeylerine verenler… Kabirlerde, türbelerde Allah’ın subhanehu ve teâlâ yanında aranması gereken, Allah’tan subhanehu ve teâlâ beklenmesi gerekenleri bu kabir ve türbelerden bekleyen ve arayanlar… Müşriklerin parlâmento ve düzenlerinde izzet arayanlar… Allah’a subhanehu ve teâlâ rağmen ve Allah için(!) kanunlar yapanlar… Sadık ve masduk olan Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem haber verdiği gibi hepsi yaşandı ve yaşanıyor. Vahdet derken bu zümreler de dahil ediliyorsa, bu İslam’ın vahdet anlayışı olamaz, olsa olsa kuru kalabalık olur.

3. Sahabenin Tavrı Bilinmelidir

Sahabe bu dini Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem direkt öğrenmiştir. Allah ve Rasûl’ü, onların dini doğru anladığına, Allah’ın subhanehu ve teâlâ onlardan ve dinlerinden razı olduğu, onların iman ve amelde emsal olduğuna şahitlik etmiştir.

“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır” (9/Tevbe, 100)

“Şayet onlar da, sizin inandığınız gibi inanırlarsa, kuşkusuz doğru yolu bulmuş olurlar.” (2/Bakara, 137)

Sahabe döneminde de ayrılıklar yaşanmıştır. Sonradan gelenler, onların ayrılıklar esnasında gösterdiği tavrı gösterseydiler vahdet meselesi, Allah ve Rasûlü’nün razı olduğu şekilde olacaktı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiği zaman, insanlar irtidat etmiş, yönetimden ayrılmıştı. Kimisi Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem ölümünü fırsat bilmiş, kimi zekatı vermekten imtina etmiş, kimi de yalancı Peygamberlere tabi olmuştu. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem döneminde sağlanan inanç ve siyasi birlik dağılmıştı.

Ebu Hureyre’den radıyallahu anh rivayet edilen: ‘Allah Rasûlü vefat edip, Ebu Bekir halife olduğunda, Araplardan kafir olanlar küfre girdiğinde…’ (Buhari, Müslim) hadis, o anki durumu anlatıyordu.

Enes radıyallahu anh bu durumu ‘Arapların geneli mürted olunca’ (İbni Huzeyme) şeklinde nakletmişti.

Halifeliğin sınırları Mekke, Medine, Taif ve Abdulkaysoğulları yurduyla sınırlı kalmıştı…

Böylesi bir vakıada sahabenin siyasi analiz, vahdet ve komplo teorileri yerine Allah’ın subhanehu ve teâlâ hükmünü araştırdığını ve tatbik ettiğini görüyoruz. Ebu Bekir radıyallahu anh ve onun etrafındaki sahabe, sonuçları ne olursa olsun, Allah’a ve Rasûlü’ne düşmanlık eden, İslam’ın açık hudutlarını çiğneyen insanlara savaş ilan etmişti. Azınlıkta olan onlardı. Yine, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem döneminde savaşılmış ve hezimete uğramış kafirler, bu durumu fırsat bilip Müslümanlara saldırabilirdi. Bu tehlikelerin hiçbiri sahabeyi düşman tehlikesi ve bölünmüşlük korkusu adına vahdet ve tavize, daha doğru bir ifadeyle ‘çoğulculuğa’ sevk etmemişti. Onlar Allah’ın subhanehu ve teâlâ hakkını takdim etmiş ve mücadele yolunu seçmişlerdi. Allah subhanehu ve teâlâ onları aziz kılmış, düşmanlarını yenilgiye uğratmıştı. Vahdet dedikçe bölünen, Müslümanların bütünlüğü diyerek taviz verdikçe parçalanan ve vahdet adına seminer ve bildiri dışında bir ilerleme kaydedemeyenlere ders olur temennisiyle…

Yine şu kıssa ashabın tutumuna örnek olması açısından önemlidir.

Yahya b. Ya’mer anlatıyor: ‘Basra’da kader konusunda ilk konuşan Ma’bed el-Cüheni’ydi. Ben ve Humeyd b. Abdurrahman, hacı ve umreci olarak yola çıktık. Dedik Allah Rasûlü’nün sahabesinden birilerini görsek de, şunların kader hakkında söylediklerini sorsak. Abdullah b. Ömer’le karşılaşmaya muvaffak olduk. Mescidin içinde ben sağına, arkadaşım soluna geçecek şekilde yanında durduk. Ben dedim ki ‘Ey Eba Abdurrahman, bizim tarafmızda bir kavim ortaya çıktı. Kur’an okuyor ve ilim talep ediyorlar. Onlar kaderin olmadığını her şeyin aniden ve kendiliğinden geliştiğine inanıyorlar.’ Abdullah ibni Ömer: ‘Onlarla karşılaşırsan onlara haber ver. Ben onlardan, onlar da benden beridir.’ Abdullah ibni Ömer yemin ediyor; ‘Onlardan biri Uhud kadar altın da infak etse, kadere iman etmeden Allah bu infağı kabul etmez…’. Sonra meşhur Cibril hadisini aktardı.’  (Müslim)

Verilen iki örnek de insanların siyasi ve itikadi olarak bölündüğü bir ortamda yaşanmıştır. Bir diğer ortak nokta; sahabenin Allah’ın subhanehu ve teâlâ hakkını her şeye takdim edip öyle davrandıklarıdır. Vahdet ve bütünlük adına itikadi ve ameli münkere susmayıp, razı olmadıklarını görüyoruz. Allah’tan subhanehu ve teâlâ daha merhametli olup, müşriklere dahi merhametli olan, Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem daha fazla ümmetçi olup herkese ‘gel’ diyen, sahabeden daha müttaki olup dinin bütünlüğü ve mücadelenin selameti açısından vahdeti savunanların bu örnekler üzerinde düşünmesini umut ediyoruz.

Günümüzde vahdet çağrısı yapılan gruplara bir bakın! Hakimiyet hakkını Allah’tan subhanehu ve teâlâ başkasına verenler; ümmet deyince sadece ‘Filistin’i anlayanlar; sair topraklarda Müslümanları vuranlarla kardeşlik(!) ve dostluk(!) yapanlar; Allah’ın subhanehu ve teâlâ hudutlarının çağa uymadığını düşünenler; sünneti inkar edenler; İslami bir yaşam tarzını ‘aşırılık’ görenler; Kur’an’ın değil, evrensel ilkelerin ‘bağlayıcı’ olduğunu savunanlar; şeyhlerine dua edip, onlardan ‘medet’ umanlar; Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem uykusunda, kendine kitap verip de, o kitabın Kur’an’a ‘mukaddem’ olduğunu iddia edenler; Yahudi ve Hristiyanları cennete sokup, Allah’ın subhanehu ve teâlâ misli ve dengi yokken ‘vahdeti vücud’ şenaatiyle onu her şey derekesine indirenler; Mevlana ve Muhyiddin İbni Arabi’leri ‘kutsayanlar’…

Acaba sahabe vahdeti gündeme almamakla yanlış mı yaptı dersiniz! Çünkü cephe aldıkları insanlar bu zikredilenlerin onda biri kadar cürmü olmayanlardır. İçlerinden en şiddetle karşı çıkılanı, yalancı peygamberlere tabi olanlarıdır. Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem inkar etmemekle beraber başka bir şahsa vahiy geldiğini iddia etmişlerdi. Birçoğu da Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem Müseyleme gibilere ‘vahiy geleceğine’ dair haber verdiği söylenerek kandırılmıştı.

Bugün imamlarının masum olduğu, vahiy aldığı, hiçbir Peygamber ve meleğin onların seviyesine ulaşamayacağını iddia edenler… Veya Allah’ın subhanehu ve teâlâ tüm sıfatlarını din büyüklerine verip, Allah subhanehu ve teâlâ adına yemin etmekten korkmayan ancak şeyhi adına yemin etmeye korkanlar, Allah’a subhanehu ve teâlâ ne kadar isyan ederse çarpmasından(!) emin olan, ancak şeyhi ile ilgili olumsuz bir konuşmada şeyhin orada bulunanları çarpacağına inanan ve o tarihten sonra yaşanan tüm olumsuzlukları şeyhin lanetine yoranlar… İnanmasa dahi mürtedlere sessiz kalanları, sahabe düşman edinmişken bugün her platformda müşriklerin yanında yer alan, akan her Müslüman kanında istihbarat paylaşımı, askeri anlaşmalar, ticari ortaklıklar ve uluslararası üyelik ve sorumluluklar(!) gereği ortak olanlar… Bu durumda ya sahabe vahdet meselesini anlamamıştı ya da bugün vahdetçiler başka bir bâtılı vahdet zannediyor.

4. İslam Dairesinde Olanlarla Birlik ‘Sıdk’ Şartıyla Kayıtlıdır

Yukarıda zikrettiğimiz üç madde vahdetin şirk ehliyle olmayacağının, Allah’ın subhanehu ve teâlâ hakkı olan imanın, her şeyin önünde geldiğinin delili mahiyetindedir. Bununla beraber Müslümanların, münafık tabiatlı insanlara karşı dikkatli olması gerekmektedir. Münafıklık batini bir durumdur. Ancak içte gizlenen bu durum hadiselerle kendini belli eder. İslam’ın, münafıkların alametlerini başlık olarak veya yaşanan hadiselerde tutum ve davranış olarak vermesi bundandır. Müslümanlar bu tabiata sahip insanlara karşı dikkatli olsunlar. Bu tabiatta olan insanlar ancak, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem döneminde olduğu gibi kontrol altında olsunlar diye Müslümanların hakim olduğu yerlerde yaşayabilirler. Müslümanlar adına karar alınacak istişari vahdet ortamlarında veya kontrol eden konumunda bulunmaları mümkün değildir. Günümüzde ise bunun aksi yaşanmaktadır.

Bunun için Allah subhanehu ve teâlâ “Sadıklarla beraber olun” (9/Tevbe, 119) demiştir. Sözünde duranlar, inandığı gibi yaşayanlar, rahatlık anında ve zorluk anında safı belli olanlar, saf değiştirmeyenler, zorluk zamanında da rahatlık anında olduğu gibi önde olanlar, her daim Allah’ı subhanehu ve teâlâ ve O’nun beraberliğini hatırlatıp Müslümanları hareket ve hizmete teşvik edenler… Sadık olanlar bunlardır.

“Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve sadıklarla birlikte olun.” (9/Tevbe, 119)

Türkiye’de Vahdetçilik Oyunu

Türkiye, grupların vahdet kelimesini en çok dillerine doladığı ülkelerden biridir. Bu konuyu gündeme alma nedenimiz, kutlu doğum(!) münasebetiyle yapılan etkinlikler ve bu etkinliklerde ‘vahdet’ kavramının tekrar gündeme gelmesidir. Yazımızın girişinde beyan ettiğimiz gibi, ‘Vahdet’ kavramı İslami bir kavramdır ve İslami olan her kavram gibi köklü, içi vahiyle doldurulmuş, sınırları belirlenmiştir. Grupların edebiyatına ve mücadele şekillerinin değişmesine göre şekillenmesi düşünülemez. Dün Çeçen cihadına destek veriyorken farklı bir vahdet portresi çizip, bugün eklemlendiği siyasi partiye göre sınırları biraz daha genişlemiş bir vahdet anlayışı mı veya dün işgal edilmiş İslam toprakları ve müdafaa cihadı söyleminden, bugün insan hakları ve sömürgecilik söylemine dönen ve buna bağlı olarak vahdet meselesini biraz daha sulandıranların vahdet anlayışı mı?

Ya da dün, gizli örgütlenme, açık davet, inkilabi bir mücadele metodu benimsediği için vahdet sınırları ‘cemaate koşulsuz biat edenlerle’ sınırlı olan bu kaydı kağıt üzerinde değil, diğer İslami grupları ‘silahla tasfiye’ye kadar vardıran, ancak ‘STK’ olunca, vahdet olunca(!) milyonları kapsayanların vahdet anlayışı mı!!!

Köklü olmayan vahdet anlayışı böyledir işte… Size ve durduğunuz yere göre şekil değiştirir. Ve her son halini verdiğiniz anlayış en doğru olanıdır. Hatta daha ileri gidip ‘dün şartlar öyleydi öyle gerekiyordu, bugün böyle’ diyecek kadar ipin ucunu kaçırma hakkına sahipsinizdir.

Oysa dün sizler o vahdet anlayışını savunurken başkaları sizin bugün savunduğunuz şekli, aynı gerekçelerle savunuyordu(!).

Vahdet kavramını İslam’ın istediği şekliyle ele almayanlar bu çelişkileri yaşamaya mahkumdur.

Vahdet kavramını hiçbir korku olmadan ele alanlara bakarsanız bazı ortak paydalarda buluştuklarına şahitlik edersiniz.

Tekfir meselesine putçuluktan daha şiddetle karşı olmaları

Tekfir şer’i bir hükümdür… Allah ve Rasûlü’nün vahdet kavramı gibi Müslümanların sahip çıkmasını istediği kavramlardandır. Ayrıca İslam’ın temeli ve aslı olan dostluk ve düşmanlık; Allah için sevip, Allah için buğz etme; hak ile batılın ayrılması; temiz ile pisin ayrışması bu kavrama bağlıdır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ iradesi temiz ile pis olanı, müşriklerle Müslümanın birbirinden ayrılmasını ister. Bunun için Rasûller yollamış, kitaplar indirmiştir, bunun için en sevdiği insanları türlü imtihanlara tabi tutmuştur.

“Bu, Allah’ın murdar olanı temizden ayırt etmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir” (8/Enfal, 37)

“Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırt edinceye kadar müminleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir.” (3/Âl-i İmran, 179)

Bu görevi gördüğü için Kitab’a ‘el-Furkan’ denmiştir… Vahdet kavramıyla oyun oynayıp olabilecek en yüzeysel şekliyle onu gündem edinenlerin böyle bir derdi yoktur. Tek gayeleri merhametleriyle Allah’ı subhanehu ve teâlâ razı etmek(!) olan bu insanlar, nedense Allah’ın subhanehu ve teâlâ iradesiyle çelişirler. Siz onların tekfir kavramında Allah’tan subhanehu ve teâlâ korktuklarını(!), tekfir ahkamının karışık olması(!) insanlara merhameti düstur edinmelerinden(!) dolayı uzak durduklarını ve birinci dereceden düşman edindiklerini mi düşünüyorsunuz? Allah subhanehu ve teâlâ hüsnü zannınızla sizi mükafatlandırsın.

Bu grupların çalışmasından ayrılmış olan insanlara sorun isterseniz, insanlığa rahmet olmak misyonunu rehber edinen ve bu saikle tekfirden uzak duranların, en aşırı tekfirciye rahmet okuttuğunu göreceksiniz! Veya onların çalışma yaptığı ve güçlü(!) olduğu sahada çalışma yapan ve çalışmaya onlardan sonra başlayanlara sorun bakalım(!) Çalışmaya sonradan başlayanların münafıklığı, birilerinin ajanı olduğu, onlara zarar dışında hiçbir gayelerinin olmadığını işiteceksiniz…

Konuşmanın başında ‘kalbini mi yarıp baktın’ hadisini şerh edenlerin, nasıl kalplere muttali olduğuna şahit olursunuz. Küfre giren insanlara, kafir diyenleri, onları ateşin bir derekesine hapsederken (haklı olarak) vahdet ve merhamet ehlinin onları münafıklıkla suçlayıp cehennemin en altına hapsettiklerine şahit olacaksınız.

Korkmak mı? Müslümanların giyim kuşamı ile dalga geçtiklerini, sünneti yaşatan insanları şaka konusu yaptıklarını, en açık kafiri tekfir etmezken çok rahat olduklarını göreceksiniz! Açık haram olan ve bin dört yüz yıldır haramlılığında icma olan birçok meselede şaz ve şüphelerle çok rahat hareket ettiklerini göreceksiniz.. Alimlerin konuşmakta çekindiği birçok meselede en cahil olanlarının dahi pervasızca konuştuğunu kah tarih, kah hadis ilminden konuştuklarını göreceksiniz… Korkularının, sadece Allah’ın subhanehu ve teâlâ emri olan ‘tekfir’ hususunda ortaya çıktığına şahit olursunuz(!)

Ümmet anlayışları kotalıdır

Mevcut düzenin izin verdiği kadar ümmetçidirler. Popülist bir tarafgirlik arayışındadırlar. Örneğin, Filistin meselesini dillerinden düşürmezken; Afganistan, Çeçenistan, Irak, Cezayir vb. yerlere duyarsızdırlar. Belli grupların bayrak ve posterlerini gururla(!) taşırken, belli cemaatlerin adını anmayı dahi tabîlerine yasaklarlar. Çeçenistan bunun en güzel örneğidir: TC. Çeçenlere iyi bakıp, örtülü olarak da olsa destek verdiğinde, Türkiye Çeçen cihadının hamisi, cemaatler Çeçen cihadının Türkiye koluydu! Çeçenistan’da saflar ayrılıp tevhid ön plana çıktı, kavmiyetçiler geride kalıp İslam ve hilafet talepleri yükseldi, Rusya ile Türkiye arasında bir takım anlaşmalar yapıldı, Çeçenler de, Çeçen cihadı da unutuldu. Hatırlamaları için bazı komutanların sokak ortasında şehit edilmesi gerekiyordu galiba!

Afgan cihadına ‘bazı usul hataları’ dolayısıyla mesafeli durduklarını söylerler. Usul hatası dediklerinde ‘akaidi’ dert ettiklerini düşünüp sevinmeyin, şehadet operasyonlarını ve eylemleri kast ediyorlar. Oysa aynısını Hamas yapınca ‘kahramanlık’ olarak duyuruyorlar. Hamas’ın füzeleri iftihar aracı oluyorken, Afgan mücahidlerin askeri eylemleri ‘aşırı’, ‘mefsedet barındıran’ ameliyeler olarak anılıyor.

Hamas ‘Mescid-i Aksa’ davasını savunuyor dediklerinde, mücahidler de ‘Kabe’yi müşriklerden temizlemek ve İslam ümmetine iade etmek istiyorlar’ derseniz; ‘Kem küm, bunlar derin konular, burada kapatalım. Ortak müştereklerde anlaşalım’ (!) derler.

Mücahidler Müslümanları öldürüyor dediklerinde, İran ve Hamas; biri sünnileri, biri demokrasiyi kabul etmeyen tamamen Allah’ın subhanehu ve teâlâ hükümleri isteyenleri ‘Mescitte katlediyor’ derseniz; cevap: ‘…’

Vahdeti, nefsi ve bulunduğu konumu muhafaza üzere anlayanların anlayışı nefisleri gibi ma’lul ve hastalıklıdır. Vahdetten ziyade Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sakındırdığı ve modernizmin gereği olan çoğulculuğu savunduklarına şahit olursunuz… Modernizm, hadiste ifadesini bulan ‘vehen’ hastalığının ‘dünya sevgisi, ölüm korkusu’nun ta kendisidir. Ve buna mübtela olan ümmet, denizin üzerindeki çerçöp kadar fazla olsa da faydasızdır. İlkesiz, yüzeysel vahdetle hedeflenen Rasûl’ün sakındırdığı ‘vehen’ hastalığını yani çoğulculuk ve kalabalığı yaygınlaştırmaktır.

Vahdet Adına Yaptıkları Hiçbir Çalışma Yoktur

Sürekli vahdeti konuşan, bunu dillerine pelesenk edenlere: ‘Kaç grupla birleştiniz’, ‘Tüm imtiyazları terk edip hangi vahdetçi diğer vahdetçiye tabi oldu?’ diye sorarsanız; ‘Utanmıyorsan dilediğini yap’ hadisinin canlı tefsirine şahit olursunuz. Çünkü ortada ne birleşmiş ne de aynı çatı altında toplanan tek bir yapı duymazsınız. Senede iki veya üç defa mutad, bir-iki defa da gelişmelere göre düzenlenen mitinglerde kardeşçe(!) omuz omuza slogan attıklarını duyarsınız. Beraber etkinlik düzenlemeyecek kadar mağrur(!) grupların vahdet anlayışı budur işte… Çoğulculuktan ibaret kimsenin öbürüne ayak bağı olmadığı, hiçbir grubun diğerinin münkerine karışmadığı, herkesin kendi ağabeyi, üstadı, şeyhi ve yöneticilerinin direktifleri doğrultusunda hareket ettiği bir çoğulculuk.

Ortak yayınladıkları ve küfre karşı tek ses(!) oldukları bildirileri vardır, anlata anlata bitiremedikleri… Halleri çelişkilerle doludur. Köksüzlükleri, yüzeysellikleri (ki başkalarını en çok suçladıkları kavramlardır) onları bu çelişkilere düşürmüştür…

“Lakin insanların çoğu bilmezler.” (16/Nahl, 38)

“Lakin insanların çoğu inanmazlar.” (13/Ra’d, 1)

“Lakin insanların çoğu şükretmezler.” (40/Gafir, 61)

“Muhakkak size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmayanlarsınız.” (43/Zuhruf, 78)

Genelde dünya, özelde Türkiye’de taşlar yerinden oynuyor. Üzerine ittifaklar kurulacak yeni alanlar açılıyor. Vahdet kavramı tekrar tekrar gündeme geliyor… Bu yazıyla her daim gündem olan ve gündem olmaya devam edecek bir konuya işaret etmek istedik. Allah subhanehu ve teâlâ Müslümanlara O’nun razı olduğu şekilde vahdeti gerçekleştirmeyi nasip etsin. Çoğulculuk ve menfaate dayalı birliktelik basiretsizliğinden ve çelişkilerinden muhafaza etsin.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver