Ümmeti Bölünmüşlüğe ve Kuşatılmışlığa Mahkûm Eden Yıkım Modeli: Ulus Devlet

2006 yılında İlk sivil kadın astronot olarak uzaya çıkan İran asıllı Amerikalı kadın bir beyanatında şöyle demişti:

“Uzayda on bir gün kaldım. Oradan bakınca her şey küçük ve önemsiz görünüyor… Harita üzerinde çizilen ve adına sınır denilen şeylerin gerçekte var olmadığını görüyorsunuz.”

Bir Alman astronot da kendisiyle yapılan röportajda şunları söylemişti:

“… Dünyayı bütün olarak gördüğünüzde anlıyorsunuz ki aslında ulusların sınırları yok. Google’a girin haritaya bakın sınırlar göreceksiniz. Almanya, Türkiye, Yunanistan… Hepsinin arasında sınırlar var. Fakat uzaydan bakınca öyle bir şey yok. Bütün bu sınırlar insanların zihninde olan ama gerçekte var olmayan şeyler…”

Bin yıl önce Batı Avrupa’daki Endülüs İslam Devleti’nin en parlak dönemi olan miladî onuncu yüzyılda veya altı yüzyıl önce, Osmanlı’nın gücünün zirvesinde olduğu on beşinci asırda yaşıyor olsaydık muhtemelen bu devletlerin sonsuza dek hüküm süreceğine dair güçlü bir kanaata sahip olurduk. Muazzam bir ordunun gölgesinde uçsuz bucaksız topraklarda dünyayı ışıtan yüksek medeniyetin büyüleyici atmosferini soluyan halk arasında da böyle bir devletin zevale uğrayabileceği düşüncesi oldukça uzak olan bir şeydi muhtemelen. Fakat her iki büyük devlet gibi daha nice kudretli imparatorluklar ilk başlarda yaşadıkları ekonomik ve askerî gerileme döneminin ardından zevale uğrayıp dağılarak tarih sahnesinden çekildiler.

Yaşadığımız çağın insanları olarak bizler de “vatan” veya “ülke” ismiyle, kendimizi içinde doğup büyümüş olarak gördüğümüz bir hayat modelinin “ebedî” ve “dokunulmaz” olarak gösterilen bir hayal dünyası içerisindeyiz.

Başta demokrasiler ve diktatörlükler olmak üzere akıl ve heva eseri envai yönetim türleri var. Fakat günümüzde hemen hemen tüm dünya ülkeleri “Ulus Devlet” modelinin esareti altındadır.

“Ulus Devlet” terkibinden de anlaşıldığı üzere ulus devletin unsurları bir “ulus”[1] ve “devlet”[2]ten müteşekkildir. Ulus Devlet bir başka deyişle; toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal örgütlü bir ulusun (veya kâğıt üzerinde de olsa, uluslar topluluğunun) oluşturmuş olduğu tüzel varlık olarak tanımlanır.

Yeryüzünde keşfedilebilmiş en örgütlü yapı devlettir. Fakat “Ulus Devlet” tanımına uygun bir devlet yapısı 1776 yılındaki Amerikan ve 1789 Fransız devriminden sonra daha görünür ve etkin bir surette ortaya çıkmaya başladı. Söz konusu devrimler genel olarak “ulusal çıkar” diye tanımlanan ve ulus devlet modelinin dünyaya hızla yayılmasına yol açan fikrin ortaya çıkışını kolaylaştırdı. Bununla beraber “ulusun ortak dili, kültürü ve kimliği” gibi olguları kullanarak iletişimi güçlendirdi. Öyle ki yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde İslam coğrafyası da dahil olmak üzere artık “Ulus Devlet” olmayan bir ülke kalmadı. Bunun son örneğini Siyonist çete devleti İsrail Meclisi’nde 19 Temmuz 2018 Perşembe günü “Yahudi Ulus Devlet Yasası” adındaki yasanın kabul edilmesiyle gördük.

Her Ulus Devlet yapısının özünde var olan faşist karakter, esas itibariyle yeryüzündeki ırkçılığın mızrak başı olan siyonist yahudilerin son uygulamalarıyla bu aşağılık kulvarda da yine en önde olduklarını göstermiş oldu. Söz konusu yasaya göz attığımızda bazı maddelerin biz bir başka “Ulus Devlet” vatandaşları için ne kadar da aşina olduğunu görebilmekteyiz. İşte o yasadan bazı başlıklar:

• Ülkenin tek resmi dili İbranice olacak.

• Ülkede kendi kaderini tayin etme hakkı sadece Yahudilere aittir.

• İsrail bir Yahudi devletidir.

• İsrail dünyadaki tüm Yahudilerin tarihi anavatanıdır.

• Hukukta bir boşluk olduğunda Yahudi şeriatı referans alınacaktır.

• Dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail’e dönme hakkı vardır.

• Yahudilerin dinî günleri resmî tatil olacak.

• İsrail’in başkenti Kudüs’tür.

• Yahudi yerleşimlerinin inşasına devam edilmesi ulusal bir çıkardır.

Esasen “Devlet”in olmadığı bir dünyada güven, huzur, özgürlük ve refahtan söz edilemez. Vatandaşlık bağıyla kurulan münasebet kişinin görevleri, hakları ve sorumlulukları itibariyle hep vatandaşı olduğu “Devlet” üzerinden bir anlam kazanır. Bugün BM’ye üye olanlar ile Vatikan dahil uluslararası ortamda tanınan 193 ülke vardır. Birleşmiş Milletler’e üye olmayan veya uluslararası ortamda tanınmayanlarla birlikte bu ülkelerin sayısı 206’yı bulmaktadır.

Yeryüzünde tam olarak dine dayalı iki devletten söz edilebilir. İlki Katolik Hristiyanların şehir devleti Vatikan. Vatikan ekümenik özelliğe sahiptir, yani tamamen dinî özelliklidir. İkincisi de hem muharref yahudi şeriatini referans alan hem de ırkçılık temelinde ulusal bir “devlet” olan siyonist İsrail’dir. Vatikan’ı saymazsak bugün itibariyle yeryüzünde tam 192 ülke “Ulus Devlet” modelini esas alarak hüküm sürmektedir. Bununla beraber ulus devlet modeli, sınırlarıyla, farklı yönetim biçimleri ve merkezi hükümetleriyle, bu sınırlar içerisinde yaşayan halklarıyla ve çoğu bağımsız (gibi görünen) otoritesiyle günümüz dünyasının gereklerine ayak uydurmakta gün geçtikçe daha da zorlanmaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde her geçen gün artma eğiliminde olan kavimler ile kavimler ve kavimler ile devletler çatışmasının en önemli sebeplerinden birinin de ulus devlet yapısından kaynaklı sorunlar olduğunu söylemek mümkündür.

 Gün geçtikçe sınırlar anlamını yitirmeye başladı. Ulus devletlerden çok önce var olan şehir devletlerin en eskilerinden olan Mekke şehir devletinde günümüzdeki gibi bir “vatandaşlık” hukuku olmasa da Abdul-Uzza’lar veya Abdul-Lat’lar için bağlayıcılığı olan iptidaî bir sistem bulunmaktaydı.

 Özgürlükçü ilkeler üzerine inşa edilmiş bir teknoloji olan internet sansürsüz, merkezi olmayan, sınırları ortadan kaldıran ve şimdi de aynı anda her yerde mevcut olan bir teknoloji olarak kendi çağını yaşatmaktadır. Bugün internet çağında anlamını yitirmeye başlayan ülke hudutları içerisinde özgürlüğün sınırlarını zorlayarak kimliksiz ve kayıp bir geleceğe yelken açan Abdul-İnt ve Abdul-Cep nesli artık herhangi bir ulus devletin kontrol etmekte zorlanabileceği bir istikamete evrilmektedir. Bunu dışında internet bugün bütün dünyada yeni değer yargılarının ortaya çıkıp yaygınlaşmasına sebep olmaktadır. Bunların da hemen hemen tamamı “Ulus Devlet” sisteminin öngördüğü ulusal yapıda değildir. Mesela özellikle gençler başta olmak üzere birçok insan günümüzde kendisini kimlik kartında yazılı olan uyrukla değil “dünya vatandaşı” olarak tanımlamaktadır.

Zulüm, işgal ve talanın her zamankinden daha profesyonel bir şekilde artarak yaygınlaşıp küreselleşmesiyle gasıp ve tağutî güçler bu durumun kendileri açısından trajik geri dönüşüyle yüzleşmek zorunda kaldılar. Bilhassa İslam coğrafyasında yerli ve millî unsurlar da örgütleşerek yer yer küresel hüviyete bürünen direnişler sergiledi. Küreselleşmenin diğer sivri ucu da ulus devletlerin ellerinde tuttukları gücün yavaş da olsa zayıflamaya başlaması ve değişim için sistemler üzerinde baskı oluşturmasıdır. Çünkü ulus devlet sistemi uluslararası problemleri çözmekte yetersiz ve yerel sorunları halletmekte de çok hantal kalmaktadır.

Esas itibariyle Newaqidu’l İslam’dan (yani İslam’ı bozan unsurlardan) olan demokratik seçimlere katılım ve oy kullanımı dahi, bu süreçte kısmî de olsa terk edilmeye başlandı. Tabi bu terk ediş bir şirk ameliyesi olan ve aziz İslam’a alternatif olarak dayatılan demokratik seçimlere katılımdan kaçınmak amacıyla değil, ulus devlet dayatmacılığına bir tepki ve özgürlüklerin sınırlarının zorlanmasıyla ortaya çıkan bir durumdur. Meselenin ironik tarafı; kendilerini İslam’a nisbet eden milyon milyon insan demokratik seçimlerde kullanacakları bir oy’u İslam devriminin (!) zaruri ve tamamlayıcı unsuru olduğuna inanmaya başlarken, özellikle Avrupa ve Amerika’da demokratik seçimlere katılım oranı her seçimde giderek düşmektedir. Hatta bazı batı ülkelerinde yapılan demokratik seçimlere katılım oranının düşüklüğü nedeniyle o ülkedeki seçim sonuçlarının meşruiyeti dahi sorgulanmakta ve bu çerçevede uzun ve yorucu münakaşalar yapılmaktadır. Bu durum herhangi bir ulus devlet için süreç içerisinde çok sayıda problemin ortaya çıkacağı anlamına geliyor.

Bütün ulus devletler varlıklarını ve sürdürülebilirliklerini otorite ve kontrol üzerine bina ederler. Eğer herhangi bir ulus devlet, ulusal ekonomiyi, üretimi, bilgiyi, suçu ve suç kaynaklarını, büyük şirketleri, piyasaları, para arzını ve sınırlarını kontrol edemezse o “Ulus Devlet” yapısı vatandaşlarının kendisinden beklediklerini artık yerine getiremez. Eğer bir ulus devlet sınırlarını savunamıyor ve koruyamıyorsa teknik olarak yok olmuş demektir. Laik, batıcı, demokratik veya diktatöryal yönetimlerin hâkim olduğu Libya, Yemen, Suriye ve Irak gibi ulus devletlerin bugün içerisinde bulundukları ve daha başkalarının da sırasını beklediği kaçınılmaz akıbet budur.

Ulus devlet sınırları içerisinde yaşayan vatandaşlar özgürlüklerinden bazılarını, geri kalan kısmı korumak için feda etmek zorundadırlar. Fakat eğer bu karşılıklı münasebet artık işe yaramıyorsa Ulus Devlet hikâyesi de trajik bir sonla nihayete erer. Yukarıda saydığımız ülkeleri de buna örnek olarak verebiliriz. Sayılan ve sayılamayan tüm olumsuzluklarına rağmen ulus devletlerin bir gecede çökmesini beklemek mümkün değildir.

Türkiye’deki ulus devletin mimarı olan Kemalist milliyetçilik, kendi siyasî meşruiyetini Osmanlılık geleneği dışında Türklük/Türkçülük temelinde tanımlarken, diğer yandan dinî kimliği de seküler ulusal kimlik yönünde dönüştürmüştür. Bu bağlamda Kemalizm’in altı okundan birisi olan cumhuriyetçilik “ok”u Osmanlı geleneğine reddiyeyi, laiklik ise tevhidi ve İslam ümmetini reddedişi ifade eder. Osmanlı’dan tevarüs eden İslami kimlik, genel olarak tevhidî bir netliğe sahip olmamasına rağmen rejim bu kimliğe bile tahammül edememiş ve halkın tüm değerlerini Batılı Laik değerlerle değiştirmeye çalışmıştır

Ulus Devlet modeli arızalı olmasına arızalıdır ama batılı talancıların bilhassa İslam coğrafyasındaki sömürge sistemini ve güçlü nüfûzlarını koruyabilmek ve sürdürebilmek için buna ihtiyaçları var. Evet, kendileri için belki de sürdürülemez olarak görmeye başladıkları ulus devlet modelini, bir kısmını zihnen ya da fiilen işgal altında, bir kısmını da işgal tehlikesi altında tuttukları İslam coğrafyasının bütününde sürdürmekte kararlı oldukları anlaşılmaktadır. Bunun en açık ve güncel örneği Suriye’nin kuzey doğusundan kuzey batısına, yani Akdeniz’e açılan bölgesinde laik ve batıcı bir Kürt ulus devleti kurdurma çabalarıdır. Bu çabalarında oldukça büyük mesafe kat ettiler.

Erdoğan’ın uyguladığı ıslahatçı politikalar bir yana Laik Batıcı Kemalist Türk ulus devleti modelinden ümmet bakiyesi şimdiye kadar ne hayır (!) gördüyse Batıcı ve Laik olmayan (Kürtler, Araplar, Türkmenler dahil) Rojava halkı da harıl harıl kurulmaya çalışılan Laik Batıcı Apoist bir Kürt ulus devletinden hemen hemen aynı hayrı (!) görecektir.

Teşebbüsü dahi çok pahalı bir deneyimdir “Ulus Devlet” modeli.

 

[1]       .   Ortak hususiyetleri ve karakteristik özellikleri olan insan grubu 

[2]       .   Tanımlanmış bir toprak parçası üzerinde diğer ulus devletler tarafından kabul edilen sınırları olan egemen siyasi sistem oluşumu 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver