Taif Seferi – 2

 

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.

Allah Rasûlü Mekke’de davetin sıkışması nedeniyle yeni merkez arayışlarına girişti ve Taife bu amaçla bir yolculuk başlattı. Yanına evlatlılığı Zeyd’i de alıp Taifteki akrabalarını ziyaret eden Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem orada umduğunu bulamadı. Allah Rasûlü’nün davet için yeni bir soluk olacağını düşündüğü Taif ona kapılarını kapatmakla kalmadı, birçok eziyet ile Allah Rasûlü’nün sıkıntılarını daha da artırdı.

“Peygamber, Taifte aradığı desteği bulamadı. Mekkelilerin durumdan haberdar olmasını istemeyen Peygamber, Taiflilerden şehirlerine gelişini gizli tutmalarını rica etti.

Taifin ileri gelenleri Peygamberden şehirlerini hemen terk etmesini istediler. Sokak çocuklarını ve köleleri kışkırtarak O’nu ve yol arkadaşı Zeyd bin Harise’yi taşlattılar. Resûlullah her adım atışında O’nun ayaklarına taş atarak ezip kanlar içinde bıraktılar. Resûlullah’a taş değdiğinde yere otururdu. Onlar da kolundan tutup ayağa kaldırırlardı. Yürüyünce de gülüşerek taşlamaya devam ederlerdi. Zeyd bin Harise O’na kendini siper ediyordu. Hatta başından ciddi yaralar aldı. Tâiflilerden kurtulduklarında Peygamberin ayaklarından kanlar akıyordu.” [1]

Allah Rasûlü’nün Taif seferinin bu bölümü ile ilgili olarak dikkatimizi çeken ilk husus, Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem propagandadan daveti korumak için gösterdiği çabadır. O sallallahu aleyhi ve sellem Taiflilerin davete yönelik olumsuz tavırlarının Mekkelileri daha da azdıracağını düşündüğü için bunun önüne geçmek amaçlı bir teklifte bulunmuştu.

Daveti olumsuz propagandadan muhafaza İslam davasının gelişimi ve geleceği için gerçekten çok önemli bir husustur. Öncelikli olarak şunun net bir şekilde bilinmesi gerekir. Davanın neferleri davetlerine leke gelmemesi için ne kadar uğraşırsa uğraşsın; kafirler insanların kafalarında soru işaretleri oluşturmak için yalan ve iftiralarla karalama kampanyaları yürüteceklerdir. Elbette bu kara propagandadan en fazla davetin öncüleri etkilenecektir. Bu, sünnetullahın bir gereğidir ve Kur’an’da geçmiş Peygamberlerin kıssalarında açıkça görülmektedir.

“İşte böyle; onlardan öncekiler de bir elçi gelmeyiversin, mutlaka: ‘Büyücü ve cinlenmiş’ demişlerdir. Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, ‘azgın ve taşkın (tağiy)’ bir kavimdirler.” [2]

” ‘Siz ikiniz (Musa ve Harun), bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz’ dediler.” [3]

“Firavun: ‘Ben size izin vermeden önce O’na iman ettiniz, öyle mi? Mutlaka bu, halkı burdan sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde planladığınız bir tuzaktır. Öyleyse siz (buna karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz.’ ” [4]

“Andolsun, Biz Musa’yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik; Firavun’a, Haman’a ve Karun’a. Ama onlar: ‘(Bu,) Yalan söyleyen bir büyücüdür’ dediler.” [5]

” ‘Bu, düzüp uydurulmuş bir büyüden başkası değildir. Biz geçmiş atalarımızdan bunu işitmedik’ dediler. Musa dedi ki: ‘Rabbim, kimin kendisinden bir hidayetle geldiğini ve bu (dünya) yurdun(un) sonucunun kime ait olacağını daha iyi bilir. Gerçekten, zulmedenler, felah bulmazlar.’

Firavun dedi ki: ‘Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın ilahına çıkarım. Çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum.’ ” [6]

“(Firavun) Dedi ki: ‘Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir.’ ” [7]

“Ergelik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz. Evinde kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: ‘İsteklerim senin içindir, gelsene’ dedi. (Yusuf) Dedi ki: ‘Allah’a sığınırım. Çünkü O benim efendimdir, yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez.’ Andolsun kadın onu arzulamıştı, -eğer Rabbinin (zinayı yasaklayan) kesin kanıt (burhan)ını görmeseydi- o da (Yusuf da) onu arzulamıştı. Böylelikle Biz ondan kötülüğü ve fuhşu geri çevirmek için (ona delil gönderdik). Çünkü o, muhlis kullarımızdandı. Kapıya doğru ikisi de koştular. Kadın onun gömleğini arkadan çekip yırttı. (Tam) Kapının yanında kadının efendisiyle karşılaştılar. Kadın dedi ki: ‘Ailene kötülük isteyenin, zindana atılmaktan veya acı bir azaptan başka cezası ne olabilir?’ ” [8]

“(Yusuf) Dedi ki: ‘Rabbim. Zindan, bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha sevimlidir. Kurdukları düzeni benden uzaklaştırmazsan, onlara (korkarım) eğilim gösterir, (böylece) cahillerden olurum.’ Böylece Rabbi, duasını kabul etti ve onların hileli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü O, işitendir, bilendir.” [9]

“Kavminin önde gelenlerinden inkar edenler dediler ki: ‘Gerçekte biz seni ‘aklî bir yetersizlik’ içinde görüyoruz ve doğrusu biz senin yalancılardan olduğunu sanıyoruz.’ (Hud:) ‘Ey kavmim!’ dedi. ‘Bende ‘akıl yetersizliği’ yoktur; ama ben gerçekten alemlerin Rabbinden bir elçiyim’ dedi.’ ” [10]

” ‘O, kendisinde delilik bulunan bir adamdan başkası değildir, onu belli bir süre gözetleyin.’ Rabbim dedi (Nuh). ‘Beni yalanlamalarına karşılık, bana yardım et.’ ” [11]

Kırk yıl boyunca doğru sözlü dedikleri, ağzından hiç şiir duymadıkları, kahinleri asla sevmediğini bildikleri Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Peygamberliğini ilan edince yalancı, şair ve kahin oldu.

“Ya da kendi elçilerini tanımadılar mı ki, şimdi onu inkar ediyorlar? Yahut: ‘Onda bir delilik var’ mı diyorlar? Hayır, o, onlara hak ile gelmiş bulunmaktadır ve onların çoğu hakkı çirkin karşılıyorlar. Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar.” [12]

“Onlar: ‘Ey kendisine kitap indirilen (Muhammed)! Gerçekten sen cinlenmiş (bir deli)sin,’ dediler.” [13]

“Ey Rasûlüm! Sen irşad ve nasihatine devam et! Sen Rabbinin ihsanı sayesinde kâfirlerin iddia ettikleri gibi kâhin de değilsin, deli de değilsin.” [14]

“Çünkü onlara ‘Allah’tan başka ilah yok!’ denildiğinde, kibirlenip kafa tutarlar ve: ‘Deli bir şairin sözüne bakarak biz hiç ilahlarımızı bırakır mıyız, olacak iş mi bu?’ derlerdi. Hayır! O deli değildir. O size gerçeğin ta kendisini getiren ve bütün Peygamberleri tasdik eden bir Rasûldür.” [15]

Dolayısıyla İslam davetçilerinin bu tarz kötü propagandalara maruz kalmaması düşünülemez.

Allah subhanehu ve teâlâ kimseye gücünden fazlasını yüklemez. Müslümanların bu vb. eylemlerin hepsinin önüne geçmek gibi bir sorumluluğu yoktur. Çünkü bu imkanları aşan bir durumdur.

Peki, bir Müslüman davetçi, insanların davetine kulak vermelerinin önüne engel olacak propagandalar karşısında tedbir olarak ne yapabilir?

Öncelikle her Müslüman kendisini ve inandıklarını insanlara doğru bir şekilde tanıtmalı ve anlatmalıdır. Bunun için meşru her yola başvurmalıdır. Bizim kendimizi anlatamadığımız meclislerde elbette insanlar başkalarına kulak verecek ve onlardan etkileneceklerdir. Hiçbir Müslüman ‘Benim anlatmam ne işe yarar ki?’ dememeli ve bereketin Allah’ın elinde olduğunun şuuru ile tüm çabasını ortaya koymalıdır.

İkinci olarak ise; her bir fert temsil ettikleri davanın ne kadar yüce olduğunu akıllarından çıkartmayarak temsilcilik vazifelerinin hakkını vermelidir. İslamın genel ahlak prensiplerine aykırı fiil ve sözleri terketmeli İslamın emrettiği haricinde örfe muhalif davranışlardan sakınmalıdır. Ayrıca İslam’a beraber hizmet edeceği kardeşlerini ve yapıları seçerken özenli davranmalıdır. Böylece davete muhatap kitlelerin zihinlerinde en ufak bir kapalılığa dahi sebebiyet verecek şüphelerin önüne geçmelidir.

Taif seferinin bu bölümü ile alakalı dikkatimizi çeken ikinci bir nokta ise Zeyd Bin Harise’nin pozisyonudur.

İlk Müslümanların arasında sayılan bir sahabedir. Küçük yaşlardan itibaren Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem evinde yetişmiş, orada gördüğü güzel muamelenin neticesinde kendi ailesiyle beraber gitmeyi tercih etmeyip Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem evinde kalmıştır. Sonrasında da İslam ile tanışınca hemen Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem tâbi olmuştur.

Her Müslümanın İslam davasına katabileceği muhakkak bir fayda vardır. Kimi dili, kimi bedeni, kimi de maddi kuvvetiyle hizmete dahil olur. Nasipsiz kimse bu davaya hiçbir şekilde katkısı olmayandır. Zeyd bin Harise buradaki ameli ile hizmetten çeşitli bahaneler ile uzak duranlara bir mesaj vermektedir:

‘Ey kardeşim! Sen çok güzel konuşan bir davetçi olmayabilirsin! Hıfzın ve fehmin tavan yapmış bir ilim talebesi de olamayabilirsin! Allah sana yerin ve göğün hazinelerinden fazla fazla vermemişte olabilir! Ama sen tüm bu vb. amelleri yapanların yardımcısı ol ki ecirden sana düşen paydan mahrum olma!’

Peki insanları davaya hizmete dahil edecek bu yardımcılık pozisyonundan mahrum eden etkenler nelerdir?

En birincil sebep şeytanın insanın gözünde amelleri kategorilere ayırması ve onun gözünü sürekli en tepedeki amellere dikmesini sağlamasıdır. Şeytan Müslümana çok iyi bir alim, mücahit, zengin olmasını söyler durur. Zamanla Müslümanın zihninde davaya hizmet yollarının bunlarla sınırlı olduğu algısı oluşmaya başlar. Bu amelleri beceremeyince de hepten İslami mücadeleden kopar.

Rızıkları kullarına dağıtan Allah subhanehu ve teâlâ amelleri ve yetenekleri de insanlara farklı oranlarda dağıtmıştır. Her insan nasibine düşen oranda bunlardan pay alır. Müslüman imkanlar el vermediği için beceremediği amellere niyet eder, o amellerin sahiplerine gıpta ile bakar ama yerinde saymaz. Kendi gücü nispetinde İslami mücadeleye katkı sağlamak için çaba gösterir. Gıpta ettiği bu kişilerin hayatlarını kolaylaştıracak şekilde onlara yardımcı olmanın da bu katkının bir parçası olduğunu aklından çıkartmaz.

Davaya hizmet edenlere yardımcı olarak mücadeleye katkıda bulunmanın önündeki ikinci büyük engel ise; kişinin ayaklarındaki dünyevi prangalardır.

İslami hareketin neferlerinin baş koydukları bu yolda tek bir endişeleri vardır. O da Allah’ı razı edip edemeyecekleri hususudur. Bunun dışında yaşayacakları mahrumiyetler, ellerinden çekilip alınacak dünyevi nimetler, onları asla endişeye sevk etmez.

Davaya aktif ya da yardımcı olarak katkıda bulunan fertler bazı dünyevi endişeler yaşamaya başladıkları anda geriye doğru meylederler. O yüzden kendisi iyi bir yardımcı olan ve Hızır aleyhisselam ile buluşmasında Musa’ya aleyhisselam eşlik eden Yuşa ibni Nun bir sefere çıkacağı zaman yol arkadaşlarına şöyle seslendi:

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:

“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki: ‘Peygamberlerden (aleyhimusselam) biri, gazveye çıktığında kavmine: ‘Nikahla bağlanıp, gerdeğe girmek istediği hâlde henüz gerdek yapmadığı kadını olan benimle gelmesin. Bina yapıp henüz çatısı atılmamış inşaatı olan da gelmesin. Gebe koyun veya develer satın alıp doğurmalarını bekleyeniniz varsa o da gelmesin’ dedi.

Gazveye çıktı. Derken tam ikindi namazı sırasında veya buna yakın bir zamanda (fethedeceği) beldeye yaklaştı. Güneşe: ‘Sen bir memursun, ancak ben de bir memurum’ dedi ve Allah’a yönelerek: ‘Ey Rabbim!, Şu güneşi bize durdur.’ diye dua etti. Güneş, o yerlerin fethini Allah müyesser kılıncaya kadar durduruldu. Sonra elde edilen ganimetleri topladılar. Toplanan ganimetleri yemek üzere ateş geldi. Fakat ateş tatmadı bile. Bunun üzerine Peygamber:

‘İçimizde ganimetten çalan bir hırsız var, her kabileden bir kişi bana biat etsin!’ dedi. İnsanlar ona biat etmeye başladılar. Derken bir adamın eli Peygamberin eline yapışıp kaldı. ‘Hırsız bu kabilede. Kabilenin her ferdi bana teker teker biat etsin!’ dedi.

Biat etmeye başladılar. İki veya üç kişinin eli onun eline yapıştı kaldı. ‘Ganimet hırsızı sizde.’ dedi. Öküz başı kadar iri bir altın getirdiler. Ganimet yığınının içine o da atıldı. Ateş gelip ganimeti yedi.’

Bilesiniz ki bizden önce hiçbir ümmete ganimet helal kılınmamıştır. Ganimetleri Allah sadece bize helal kıldı. Bu da, bizde gördüğü acizlik ve zaaf sebebiyledir.” [16]

Bu komutanın yol arkadaşlarına söyledikleri, davaya gönül bağlamış herkese yapılan bir çağrıdır aslında. Allah subhanehu ve teâlâ insanın göğsünde iki kalp yaratmamıştır. Kişi hakiki manada tek bir şeyi sevebilir ve ona yönelebilir. Müminin kalbinde bu sevgi sadece Allah’a ve Allah’ın sev dediklerine yönelik olmalıdır. Dolayısıyla İslam davasına hizmetkar olmaya aday herkes kalbini diğer sevgilerden ayıklamakla işe başlamalıdır. Yola çıktıktan sonra kişiyi arkaya baktıracak, zihnini meşgul edecek her türlü dünyevi sevgi davaya hizmetten alıkoyacak bir etkendir.

Davamızın sonu; âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

 

 

 

[1]        .     İbni İshak

 

[2]        .     51/Zariyat, 52-53

 

[3]        .     10/Yunus, 78

 

[4]        .     7/A’raf, 123

 

[5]        .     40/Mümin, 23-24

 

[6]        .     28/Kasas, 36-38

 

[7]        .     26/Şuara, 27

 

[8]        .     12/Yusuf, 22-25

 

[9]        .     12/Yusuf, 33-34

 

[10]       .     7/A’raf, 66-67

 

[11]       .     23/Müminun, 25-26

 

[12]       .     23/Müminun, 69-71

 

[13]       .     15/Hicr, 6

 

[14]       .     52/Tur, 29

 

[15]       .     37/Saffat, 35-37

 

[16]       .     Buhari, Müslim.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver