Kâbe’nin İnşası

 

Geçen yazımızda Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem evliliğinden ve ticari hayatından bahsetmiştik. Risalet öncesi dönemi anlattığımız hemen hemen her yazıda vurguladığımız bir nokta orada da karşımıza çıkmıştı. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem yaşantısı ile Mekke toplumu içerisinde örnek bir insan olmuştu. Buna Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ailesinin durumu ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ onun doğumu öncesinde ve sonrasında gösterdiği bazı hadiseleri de ekleyince, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem farklı bir kişi olarak tanımlanmaya ve tanınmaya başlamıştı. Elbette bu, risalet görevi verildiğinde insanların daha kolay bir şekilde hakka tâbi olmaları için Allah’ın subhanehu ve teâlâ kullarına rahmetinin bir sonucuydu.

Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem insanlar tarafından farklı bir gözle bakılmasının, ona değer verilmesinin en büyük sebebi ise Allah Rasûlü’nün güvenilir olmasıydı. Mekkeliler onu ‘El-Emin’ diye çağırıyorlardı.

Aslında bu sıfat sadece Allah Rasûlü’ne has değildi. Bilakis tüm Rasûller bu sıfat ile sıfatlanmışlar, kavimleri onları böyle tanımıştı. O kutlu elçilerin her birisinin ağzından şu sözler dökülmüştür:

“Şüphesiz ki bizler, sizler için güvenilir bir elçiyiz.” (7/Araf, 68)

Risalet öncesi dönemde El-Emin sıfatını Kâbe’nin inşası sırasında Mekkelilerin ağzından duymaktayız.

Mekkeliler kendileri için çok değerli olan Kâbe’yi yeniden inşa etme kararı almışlardı. Bu karara yol açan etkenlerin art arda gelmesi kararlarını hayata geçirme hususunda onlara adım attırdı. Bu etkenleri şöyle sıralayabiliriz:

Kabe’nin kutsal bir yapı olmasına rağmen içindeki değerli eşyalar birkaç defa çalınmıştı. Kâbe’nin duvarlarının kısa olması, üstünün de açık olmasının buna neden olduğu düşünülüyordu. Her ne kadar bu hırsızlığı yapanların yakalanmaları ve ağır bir şekilde cezalandırılmaları gerçekleşmişse de aynı fiilin bir kez daha tekrarlanmayacağının bir garantisi yoktu.

Daha da önemlisi Kureyşliler bu tür hırsızlık olaylarının diğer Arapların gözünde Kureyş’i itibarsızlaştıracağı endişesini taşıyorlardı. Çünkü Kâbe’de bulunmak onlara bir prestij sağlıyordu. Ve tüm Araplar bu onuru taşımak için doğal adaydılar.

Kâbe’ye güzel koku yayan tütsüler nedeniyle yangın çıkmış ve Kâbe’nin içindeki eşyalar yanmıştı. Yangın nedeniyle Kâbe’nin duvarları yarılmıştı.

Mekke’yi vuran büyük bir sel Kâbe’yi de etkilemiş, ciddi bir onarım kaçınılmaz hale gelmişti.

Bu ve benzeri sebeplerden ötürü Mekke eşrafı Kâbe’yi yeniden inşa etme kararı aldılar. Bu iş için bütün Mekkelilerden yardımda bulunmalarını talep ettiler. Ancak bu isteklerini ilan ederken söyledikleri sözler gerçekten çok dikkat çekiciydi. 

Velid bin Muğire, Mekke halkına şöyle hitap etti:

“Ey Kureyş topluluğu! Beyt’in onarımı için herkes imkanı dahilinde bağışta bulunsun. Fakat bağışlar faiz, kumar, fuhuş ve zorbalıkla elde edilen gelirlerden olmasın. Bu tür kazançlar Beyt’in onarım masrafına bulaştırılmasın. Bağışlarınızı hanımlarınızın mehirlerinden ve babalarınızdan kalan miraslardan yapın. Çünkü sizin kazançlarınız şaibelidir.” (İbni Hişam)

Şeytanın insana sağdan yaklaşarak onu kandırmasının en güzel örneği bu olsa gerek! Masiyetlerin kötü olduğunu bilmelerine rağmen nefislerinin hoşuna gittiği için onları yapıyorlar ama aynı zamanda kendilerini rahatlatacak şekilde bazı ameller peşinde koşuyorlar.

Bu çağrıdan sonra Kâbe’nin inşası için herkes elinden geldiği kadarıyla yardımda bulunmaya başladı. Bu sırada Yemen’e inşaat malzemesi taşıyan bir gemi fırtına nedeniyle yolculuğunu yarıda kesmek zorunda kalınca Mekkeliler oradan malzemeleri satın alıp Mekke’ye getirdiler.

Artık işin en zor kısmına gelinmişti. Kâbe’yi yıkmak…

Mekkelilerden hiçbiri böyle bir işe yanaşmıyordu. Kâbe’yi yıktıklarında kendilerinde bir zarar dokunacak diye endişe ediyorlardı. Bu şekilde biraz vakit geçtikten sonra Kâbe’nin onarım işini idare eden Velid bin Muğire: ‘Kendisinin yaşlı olduğunu ve bir belaya uğrasa da şu yaştan sonra bir zarar olmayacağını’ söyleyerek yıkıma başladı.

İki gün boyunca Velid’e birşey olmadığını gören Kureyşliler yıkım işine hep birden iştirak etmeye başladılar.

Kâbe yeniden inşa edildiğinde eskisinden daha farklı bir yapı ortaya çıkmıştı. Kâbe’nin alanı daraltılmış, duvarları iki katına çıkmış, üstü kapatılmıştı. Ayrıca kapının girişi birkaç basamakla çıkılacak yükseklikte yapılmıştı. Bunun sebebi olarak sel sularının Kâbe’nin içine girmesini engellemek olarak söyleseler de Allah Rasûlü bunun hikmetini farklı bir şekilde izah etmiştir.

“Ey Aişe! Mekkelilerin Kâbe’nin kapısını niçin yüksekten yaptıklarını biliyor musun? Bunu yapmalarının nedeni istediklerini içeriye almak, istemediklerine de engel olmaktı. Güya bununla da Kâbe’nin şerefini gözetmiş oluyorlardı. Bazen istemedikleri birisi içeriyi girmek istediğinde, onu merdivenden aşağı itiverirlerdi.” (Abdurrezzak, El Musannef)

Kâbe’nin inşası sırasında kırılma noktası ise Haceru’l Esved’in taşınması idi. Kâbe’nin inşası için herkes bir şekilde yardımcı olmuş, bu şereften pay alabilmek için çabalamışlardı. Ama Haceru’l Esved taşının yerine konulmasına gelince ipler koptu. Herkes kendi soyunun bu şerefe nail olmasını istiyordu. Bir çözüm bulamayınca sinirler gerildi. Hatta bazıları kan dolu bir kaba parmaklarını daldırıp gerekirse bu uğurda savaşacaklarına dair ant içtiler.

Durumun vahametini gören Mekkenin ileri gelenleri Daru’n Nedve de toplandılar ve şöyle bir karar aldılar:

“Safa tepesi tarafından Kâbe’ye giren ilk kişi her kim olursa olsun onun kararına uyulacak, itiraz edilmeyecekti.”

Kararı verenler Kâbe’nin avlusunu gözlerken Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem içeri girdiğini gördüler. Sevinçle:

“Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem emin birisidir, onun kararına uyulur, onun her türlü kararına razıyız” dediler.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bunun üzerine bir örtü istedi, örtünün üzerine Haceru’l Esved’i yerleştirdi. Ve her bir kavim örtünün bir ucundan tutmalarını istedi. Bu şekilde Haceru’l Esved elbirliğiyle taşınmış ve yerine konmuş oldu.

Mekkelileri büyük bir savaştan kurtaran sadece Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem pratik çözümü değildi. Aksine bunun öncesinde Mekke ehline kendini El-Emin olarak kabul ettirmesiydi.

Kendi toplumlarının karşısına davetçi olarak çıkan her bir Müslüman ’emin’ sıfatını üzerinde taşımakla yükümlüdür. Çünkü anlattığımız din, insanların hoşuna gitmeyecek emirler ve yasaklarla doludur.  O  yüzden bu çağrıdan yüz çevirmek için çeşitli mazeretler arayacaklardır. En önemli mazeret alanı ise davetçinin kişiliğidir. Anlatıcı posizyonunda olan kişiyi eleştirerek, anlatılan şeyin değerini düşürmeye çalışmak ya da akıllarda soru işaretlerine yol açmak bahaneciler için vazgeçilmez bir yöntemdir.

El-Emin olan bir Peygambere dahi inanmamak için ‘uyduruyor’ denilebiliyorsa, emin sıfatının yanından bile geçmeyen davetçilere acaba neler söylenir…

Davetçiler sözlerinin karşı tarafta etkili olabilmesinin yolunun emin sıfatını kuşanmaktan geçtiğini anladıktan sonra bu hususta yapılması gerekenleri araştırmalı ve adım atmalıdırlar. Peygamberlerin hayatlarının her bir karesi, onların güzide ashabının yaşantıları bu sıfatın yansımaları ile doludur. O hayatlar okunmalı ve gerekli dersler çıkartılmalıdır.

Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver