Tağutların Kıskacında Tasavvuf

Allah’ın Adıyla…

Âlemlerin Rabbi olan, insanları ve cinleri sadece kendisine ibadet etsinler diye yaratan, her kavme

‘Allah’a kulluk edin, tağuttan uzak durun’

diye elçi gönderen Allah’a hamd olsun.

‘Allah’a ibadet edilsin, O’na şirk koşulmasın’ diye kıyametten önce kılıçla gönderilen, yeryüzünü, ekini ve nesli ifsad eden mütekebbir tağutların korkusu, mustazafların ve mazlumların umudu olan Rasûl’e salât ve selam olsun.

Allah subhanehu ve teâlâ insanı sadece kendisine kulluk etsin diye yaratmıştır. Bunun gerekliliğini insanın özüne/fıtratına kodlamış ve insanı bu bilgi üzere yeryüzüne göndermiştir. Fıtratın sesine kulak veren ve fıtratı destekleyen semavi çağrıyı takip eden muvahhidler yeryüzünü tevhid ve salih amelle imar etmişlerdir. Ancak bunların azınlıkta olduğu da bir hakikattir. Çoğunluk, fıtratlarında var olan imanı küfürle örtmüş, teslimiyet duygusunu şirkle kirletmiş, zan ve hurafenin peşinde arzularını/hevasını tatmin ederek yeryüzünü şirk ve masiyetle harap etmiştir.

Hevasını ilah edinen bu insanlar arasından bir zümre bununla yetinmemiş, beşer olmanın tüm sınırlarını çiğneyip, insanların kendilerine kulluk etmesini istemiştir. Haddini aşan bu tağutlar, yeryüzünün otoritesinin kendilerinde olduğunu, mülkün onlara ait olduğunu, gaybın ve insanlara faydalı olan bilginin onlarda olduğunu iddia etmişlerdir. İnsanları akla ve fıtrata ters olan bu duruma inandırmak ve boyun eğdirmek için türlü yollara, hilelere başvurmuşlardır.

Gece-gündüz insanlara tuzaklar kurmuş, (“Za’fa uğratılanlar da büyüklük taslayanlara: ‘Hayır, siz gece ve gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah’ı inkar etmemizi ve O’na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz.’ dediler.” (34/Sebe, 33)) Allah’ın onlara ihsan ettiği mülkü kullanarak insanları aldatmış ve köleleştirmiş, (“Firavun, halkını küçümsedi ve hiçe saydı, onlar da körü körüne ona itaat ettiler. Çünkü günahlarla yoldan bütün bütün çıkmış bir topluluk idiler.” (43/Zuhruf, 54)) insanları Allah’a kulluktan çevirmek için servetlerini harcamış, (“İnkar edenler mallarını, Allah’ın yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu onlar için yürek acısı olacak, sonra yenilecekler ve inkar edenler cehenneme sürüleceklerdir.” (8/Enfal, 36)) sihirbazlar edinip insanları uyuşturmuş, (“(Musa:) ‘Siz atın’ dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular.” (7/Âraf, 116)) onları sınıflara ayırarak güçsüzleştirmiş, (“Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.” (28/Kasas, 4)) onlara asli vazifelerini unutturmuş, boşluk kabul etmeyen tabiatlarına tağutlara kulluk etmeleri yönünde telkinde bulunmuşlardır. Günümüzde ‘Tağutlara kulluğun modern mabedleri’ olan zorunlu eğitim ve medya aracılığıyla yapılan bu telkin, Allah Rasûlü gelinceye kadar farklı suretlerde açığa çıkmış, insanların dünya ve ahiret saadetlerini ifsad etmiştir. Her Peygamberin mücadele ettiği tağutlar, Allah Rasûlü’yle beraber en korkulu dönemlerini yaşamışlardır. Belli bir kavme gönderilen Peygamberlerin mücadelesi kendi toplumlarıyla sınırlıyken tüm insanlığa gönderilen Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber tevhidi mücadele âlemşümul bir boyut kazanmıştır. Mekke’den yükselen çağrı sadece Mekke’nin dağlarında değil, Bizans ve Kisra saraylarında, Afrika kabilelerinde, Himalaya’da, Horosan’da, Çin seddinde yankılanmıştır.

Dinî ve dünyevi tüm tuğyanın karşısında duran Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Rabbinin şu vaadiyle müjdelenmiştir:

“Müşrikler istemese de O dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O’dur.” (9/Tevbe, 33)

Yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede bu müjde tahakkuk etmiş, raşid halifeler döneminde tevhid dünyanın gündemine mührünü vurmuştur. Yeryüzünün tüm mütekebbir ve tağutları İslam ordularının topraklarına gireceği günün kabusuyla yaşamaya başlamıştır. Mazlumlar için yeni bir umut belirmişti. Yöneticilerin beş vakit namazda halkla saf tuttuğu, dileyenin yöneticiye derdini anlatabildiği, yöneticilerin İslam kadılarına şikayet edilebildiği, zekat dışında kimsenin malının alınamadığı, zekat mallarının bölgeden çıkarılmadan o bölgenin fakirlerine dağıtıldığı, Halife Ömer’in radıyallahu anh oğlunun dahi işlediği suçtan dolay cezalandırıldığı, işlerin bir aileye değil ehil olana tevdi edildiği, İslam’ı kabul edenlerle kan davası güdülmeden kardeş olunduğu, kabul etmeyenin zimmi hukukuna bağlı kaldığı sürece can, mal, namus ve din emniyeti İslam devleti tarafından korunan bir güneş doğuyordu dünyaya.

İnsanlar bunca güzellik karşısında kendilerinden hiçbir ücret istemeyen, sadece ‘İnsanları kula kulluktan kurtarıp insanların Rabbine kul yapmaya, dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine, dünyanın darlığından ahretin genişliğine’ çağıran İslam davetçilerine icabet ettiler. Tağutların sanat, spor, felsefe, eğlence, sihir ve çeşitli saptırma yolları İslam’ın kutlu çağrısı ve orduları karşısında hükümsüz kalmıştı.

Tarihin seyrini değiştiren bu kutlu davet, ilginç gelişmelerin yaşanmasına da sebep oluyordu. Farklı dinlere müntesip toplumlar İslami yönetimlere haber yollayıp, dindaşlarının zulmünden kurtarılmayı ve İslam hakimiyeti altında yaşamayı talep ediyordu.

İslam’ın saadet asırları böyle devam ederken, övülen ilk üç kuşağın sonlanmasıyla yeni bir akım başladı. İslam’ın içinden çıkan, İslami kavramları kullanan ancak elde ettiği neticelerle İslam’la hiçbir ilgisi bulunmayan mistik bir yöneliş, insi ve cinni şeytanların da etkisiyle kısa sürede yayıldı.

Ahiretin dünyadan daha önemli olduğunu, Müslümanın ahiret merkezli bir hayat yaşamasını savunuyorlardı. Söyledikleri haktı. İslam’ın dünya-ahirete dair öğretilerini topluma hatırlatıyorlardı. Allah’ın subhanehu ve teâlâ elçileri de aynısını yapmıştı. Tevhid davetiyle beraber en fazla dillendirdikleri konu ahiretin dünya hayatının merkezine alınmasıydı.

“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik) Böylece dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin ve ahiret gününü umud edin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın.’ ” (29/Ankebut, 36)

Önemli bir sorun vardı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ümmetini bu hakikatlere davet ediyor ve bu ahlak üzere onları terbiye ediyordu. Ashab bu öğretilerden sonra İslam’ı yaymak için dünyanın dört bir yanına dağılıyor, cepheden cepheye at koşturuyor, göz kamaştıran servetleri Allah yolunda infak ediyorlardı. Ashab bu öğretilerle İslam’ın izzetine izzet katıyor, ‘gecenin abidleri gündüzün süvarileri’ namıyla zalimlerin kalbine korku salıyordu. Tasavvuf ehliyse bu öğretilerden sonra cumayı ve vakit namazlarını terk ediyor, mağaralarda inzivaya çekiliyor, açlığın ve yalnızlığın doğal sonucu olan halüsinasyon aleminde keşfe ve keramete eriyordu(!)

İslam ümmetinin ilme ihtiyacının olmadığını, ilmin toplumu hakikatten uzaklaştırdığını söylüyorlardı. ‘Eğer Allah bir kul için hayır dilerse onu fakihlerin ilminden korur, sufilerin meclislerine sevk eder’ diyorlardı (Tabakatu’l Kubra, 1/84). Hızını alamayanlar hocalardan öğrenilen ilmin ilim olmadığını, asıl ilmin vasıtasız bir şekilde Allah’tan alındığını söylüyordu. ‘Bizim nezdimizde bir insanın ilim makamında kemale ermesi, ilmini nakil ve şeyh olmadan Allah’tan almasıyla mümkündür. İlmini nakil ve şeytandan alanın ilmi Allah ehlinin yanında ma’luldur…’ (Tabakatu’l Kubra, 1/5)

İlim ehlini küçümsemek için ‘Sizin ilminiz ölülerden, bizimkiyse hiç ölmeyen El-Hayy olandandır’ ya da ‘Size falan falancadan haber verdi. Bizeyse kalbimiz Rabbimizden’ diyerek tasavvuf repliğini tekrarlıyorlardı.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ashabını ilme teşvik ediyor, ( “Kim ilim öğrenmek için bir yola çıkarsa, Allah ona bu sebeple cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler, hoşnutluklarından dolayı ilim öğrenmek isteyenlere kanatlarını gerer (serer)ler. Sudaki balıklara varıncaya kadar yer ve gök ehli, alim kişinin bağışlanması için Allah’a yalvarırlar. Alimlerin, abide (ibadet edene) üstünlüğü, (parlaklık, görünürlük ve güzellik bakımından) ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz alimler Peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onların bıraktıkları yegâne miras ilimdir. Dolaysıyla kim onu (ilmi) alırsa büyük bir pay almış olur.” (Ebu Davud, 3641; Tirmizi, 2682.)

“Kim benim şu mescidime sadece ilim öğrenmek veya öğretmek için gelirse Allah yolunda cihad eden mertebesindedir.” (İbni Mace, 227)) Müslümanların bulunduğu yerlerde mescid inşa edip, hocalar tayin ediyor ve bu mekanları medreseye dönüştürüyordu. Kendisini ziyarete gelenlere hususen hatırlatıyordu ‘Bu söylediklerimi ezberleyin ve geride olanlara öğretin…’ (Buhari, 53; Müslim, 17.)

Onlar ise Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem faydalı ilimle medeniyetler sahnesine çıkardığı ümmeti, cehalete çekiyor, açlık ve yalnızlık ürünü olan şeytani fısıltıların peşinde sürüklüyorlardı.

Bir önceki yazımızda örnekleriyle anlattığımız gibi, putperestlikten kurtulmuş bir ümmetin kalbini kabirlere, bezlere bağlıyor; kendine faydası olmayan ölülerin sıkıntı anında ümmete fayda vereceğini iddia ediyorlardı.

Nefisle mücadele büyük, Allah yolunda kıtal küçük cihaddır diyorlardı. (Bir sefer sonrasında Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ‘Şimdi küçük cihaddan büyük cihada döndük. Büyük cihad nefisle yapılan cihaddır’ dediğine inanır sofiler. Bu söz teknik açıdan incelendiğinde hadis olmadığı anlaşılır.

— Molla Aliyu’l Kari ‘Esrau’l Merfua fi’l Esbabi’l Mevdua’ adlı eserinde şöyle der: ‘Hafız bin Hacer el-Askalani derki: Bu, insanların dilinde meşhur olmuştur. İbrahim İbni Uble’nin sözüdür… Derim ki (Molla Aliyyu’l Kari:) bu hadisi İhya kitabında zikredilmiştir. Iraki hadisi Beyhaki’ye nispet eder ve isnadının zayıf olduğunu söyler. (1/206)

— İmam Zeylai ‘Tahricu’l Ehadisi’l Keşşaf’ adlı eserinde: Gerçekten ‘Ğarib’ bir rivayettir. (2/395)

— İbni Teymiyye ‘Mecmuu’l Fetava’ eserinde: Aslı yoktur. Allah Rasûlü’nün sözleri hakkında marifet sahibi olanlardan kimse bu sözü Allah Rasûlü’nün sözü ve fiili olarak nakil etmemiştir. Kafirlerle cihad en büyük amellerdendir. (11/197)

— Muhammed bin Tahir el-Fetteni ‘Tezkiretu’l Mevduat’ eserinde şöyle der: Zayıftır. (1/191)

— İbni Receb el-Hanbeli ‘Camiu’l Ulumi ve’l Hikem’ eserinde: İbrahim bin Uble’ye ait olan bu söz Cabir’den zayıf bir senetle merfu olarak da nakledilir. (1/489)) Allah ve Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ‘Allah katında en büyük derece’ dediği cihadı ( İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimselere Allah katında en büyük dereceler vardır. İşte kurtulanlar onlardır. (9/Tevbe, 20)

“Ey Allah’ın Rasûlü! Allah yolunda yapılan cihada hangi amel denk olur? diye sordular. ‘Ona güç getiremezsiniz dedi!’ Soruyu soranlar ikinci ve hatta üçüncü sefer tekrar sordular. Rasûlullah her seferinde aynı cevabı verip sonra şöyle dedi:
‘Allah yolundaki mücahidin misâli (gündüzleri ve geceleri hiç ara vermeden oruç tutup, namaz kılan, Allah’ın ayetlerine de itaatkâr olan ve Allah yolundaki mücahid, cihaddan dönünceye kadar namaz ve oruçtan hiç gevşemeyen kimse gibidir.’ ” (Buhari, 2785))
ümmetin gözünde basitleştiriyor, beldeleri istila etmiş namusa, mala ve cana el uzatmış düşman karşısında halvet ve inzivayla zafer kazanacaklarını düşünüyorlardı. Bu inanış biçimi mücahid bir ümmeti düşmanları karşısında pasifleştirmiş, tüm insanlığa rahmet ve kurtuluş olarak gönderilmiş, Allah’ın yeryüzünde şahidleri olan bir topluluğu kendi nefisleriyle uğraşan psikolojik birer vakıa hâline getirmişti. Nefsini ıslah etmek için bu yapılara giren insanlar vesveseli, olmayan sesleri işiten, rüyaların peşinde ömür tüketen hastalıklı meczuplara dönüşüyordu.

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ‘Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir’ dediği uyku, yemek ve evlilikten el çekmeyi murid için olmazsa olmazlardan kabul etmiş, bu sünnetleri icra edenin kalbinde Allah’tan subhanehu ve teâlâ gayrısına taalluk olacağından bunu kınamışlardır. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem oluşturmak istediği fıtrata uygun yaşayan bu mutedil ümmeti, Budizm ve ruhbanlığın sapmışlığına mahkum etmişlerdi.

İnsanı kader ve şeriat dengesiyle yeryüzünün vârisi kılan, yine bu dengeyle elde ettikleriyle şımarmasına, kaybettikleriyle üzülüp ümitsizliğe düşmesine engel olan İslam’ın karşısına, putperest kavimlerden aldıkları şeriatsız kader anlayışını yerleştirmişlerdir. ‘Başımıza gelen her şey Allah’ın dilemesidir’ diyerek sureten haktan söz söylemiş ‘Buna razı olmalıyız’ diyerek Allah’a yapılacak en büyük iftirayı yapmışlardır. Oysa başımıza gelenlerin Allah’tan olduğu bir hakikattir. Ancak başa gelen her durum için şeriatın bir kanunu vardır. Kimisi için sabrı kimi için şükrü, kimi zaman karşı koyup cihad etmeyi, kimisinde hakkın dili olup hakka şahitlik etmeyi emreder. Sadece kadere razı olup oturmayı ve öylece beklemeyi değil.

Şeriatsız kadercilik projesiyle, iradesiz, çaresiz, tükenmiş ve ümitsizlik içinde bir toplum oluşturmuşlardır.

Bu hâliyle İslam ümmetini uyuşturan tasavvufi hareketler, tağutların yeni oyunu hâline gelmişlerdir. İslam’a ve Müslümanlara karşı düşmanca tutum içinde olan ve yüzyılların intikamıyla tutuşan Haçlılar ve insanlık tarihinin en ciddi krizlerinden olan Moğollar yeryüzünü ifsad ederken tasavvufu bir hile olarak kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar. Uyuşturma, iradesizleştirme ve teslimiyetçi ruhuyla tasavvuf; ya İslam topraklarını işgale zemin hazırlamış ya da hilafeti saltana çeviren zalim yöneticilerin elinde siyasi bir oyuncak hâline gelmiştir. (Asırlarca tasavvufi hareketlerin icra ettiği bu olumsuz vazifeyi son bir asırda Suud-i Arabistan güdümündeki hakikati Cehmiyye, ismi Selefiyye olan hareketler icra ediyorlar. Haçlı marabası yöneticilerin meşru Ulu’l Emr olduğunu savunan, yöneticilere sabır ve itaati emreden nasları laik/basçı/demokrat yönetimlere tatbik eden, haçlı işgallerini ‘meşru yöneticiyle antlaşma kapsamında İslam topraklarını koruma(!)’ olarak lanse eden ve Muhammed İbni Abdulvahhab’ın ıslahçı ve cihadi hareketini içerden zehirleyen bu akım da dikkatle izlenmesi gereken hareketlerdendir. Tasavvufi hareketlerin dahi kabul etmedikleri ve şiddetle karşı çıktıkları ‘işbirlikçilik’ konusunda bu akım açıkça ‘işbirlikçi’ olmanın gerekli olduğunu savunur. Çünkü mevcut yönetimleri İslami kabul eder ve bu yönetimlerin yanında yer almayı Müslümanın vazifeleri aralarında sayar.)

Hicri 6. asır itibariyle İslam alemini işgal eden Moğol/Tatar musibetinde İslam ümmetinin hâli akıl alır gibi değildi. Cihad ve davet ümmeti oluşuyla dünyanın en ücra köşelerine ulaşan İslam toplumu, Tatar saldırıları karşısında ölünün ğassala teslim oluşu gibi teslim olmuştu. Bu teslimiyeti İbnu’l Esir’den dinleyelim:

‘… 618 yılında Azerbaycan’ı ele geçirdiler. Kadın, çocuk, yaşlı demeden insanları kıyımdan geçirdiler. Öyle ki hamile kadınların karınlarını deşiyor ve cenin hâlindeki çocukları öldürüyorlardı. Onlardan biri, içinde bir topluluk olan yere giriyor, o topluluğu son adama kadar öldürüyordu. İçlerinden biri dahi elini uzatmıyordu.’ (el-Kamil fi’t Tarih, 9/339)

‘…Bana ulaştı ki; Tatarlardan bir kadın içinde erkekler topluluğunun bulunduğu bir eve girdi. Onlar kadını erkek zannettiler. İnsanları kıyıma tabi tuttu. Sonra kadın olduğu anlaşıldı. Esir aldığı erkeklerden biri onu öldürdü. Yine oranın ahalisinden işittiğime göre Tatarlardan bir adam içinde yüz erkeğin bulunduğu bir yere girdi. Sonlarını getirinceye kadar hepsini öldürdü. Orada bulunanların hiçbiri elini kötülükle o adama uzatmadı.’ (A.g.e.)

‘…Bir adam bana anlattı. Bir gün atlı bir tatar geldi. on yedi kişilik bir topluluktuk. Omuz omuza sıraya girmemizi istedi. Arkadaşlarım istediğini yapmaya başladı. Ben dedim ki: ‘Bu tek bir adamdır. Neden bunu öldürüp kaçmıyoruz?’ dediler: ‘Korkuyoruz…’ Ben bıçağı aldım ve adamı öldürdüm. Kaçtık ve kurtulduk.’ (A.g.e 9/337)

Bu ümmet nasıl mı bu hâle geldi?

‘Ey korkanlar Tatardan

Sığının Ebu Amr’in kabrine

Korusun sizi zarardan’ (el-Keşf 2/780, Ebu Hasan en-Nedvi’nin Ricalu’l fikri ve’l Da’va fi’l İslam 2/176’dan naklen)

Beldeleri istilaya uğramış, namus, can ve mal hakları gasp edilmiş insanlar kabirlerden yardım istemeye teşvik ediliyorlardı.

Ümmet bu hâldeyken kimleri örnek alıp, Allah dostu olarak kabul ediyordu diye sorduğumuzda daha vahim bir durumla karşılaşıyoruz:

‘…657 yılında Yusuf el-Kumiyni vefat etti. Zehebi’nin el-İber’de aktardığına göre: ‘Halk bu adamın Allah dostu olduğuna inanırdı. Dayanakları keşf ve zihin/iç konuşmalardı. Oysa bu kahin, rahip ve cini olan deliler için de vaki olur. Allah yardımcımız olsun bu asrımızda çoğaldı. Bu zat sidiğini elbisesine bular, çıplak ayakla yürür, Nureddin hamamı kümbetinde geceler, namaz kılmazdı’. İbnu Şehbenin ‘Tarihu’l İslam’da’ naklettiğine göre bu zat, ‘Kümbet ve çöplüklerde gecelerdi… Yeri süpüren uzun elbiseler giyer ve kimseye iltifat etmezdi. İnsanlar onun salih bir zat olduğuna inanırdı. Az bir grup dışında toplumun tamamı cenazesine iştirak etti.’ (A.g.e 2/776-777)

Hâli bu olan ve tasavvufi saçmalıklarla İslam dışı hâlleri kutsayan bir toplumun Tatarlar eliyle yaşadıklarını garipsememek gerekiyor.

Bu durumun bir diğer nedeni tasavvuf eliyle yayılan sapkın kadercilik ve tevekkül anlayışıdır. Yukarıda kaydettiğimiz örnekler için Mahmud Abdurrauf Kasım şöyle der:

‘Öldürmenin kesin olduğu ve nefsi müdafaa etmenin kurtuluş imkanı verdiği hâlde kişilerin kaçmayıp teslim olmasını tek sebebi korku olamaz. Öyle olsa insanlar nefislerini müdafaa etmeseler dahi kaçarlardı. Olayı iyice tetkik ettiğimizde asıl sebebin tasavvuf eliyle insanlara bulaşan ‘tevekkül, teslim ve itiraz etmeme’ makamları olduğu görülür. Hususen o dönemde yaygınlaşan ve şiş batırma, ateşin içinde geçme, yılan yeme gibi şeylerle bilinen Rufaiyye tarikatı vardı…’ (A.g.e 2/779)

Bu dönemde yaşayan, genel olarak tasavvufa özelde de Rufai tarikatına şiddetli itirazlar yönelten İbni Teymiye’yi anımsayalım:

İbni Teymiyye’nin rahimehullah tasavvufi sapkınlıklara karşı verdiği mücadeleyi ‘Bidat ve hurafelerle uğraşmak’ olarak algılayan ve basitleştirenler kendi basitliklerini ifşa etmektedirler. İbni Teymiyye, Tatar istilasına karşı ümmeti uyandıran ve Tatar zulmüne karşı başlatılan kıyam hareketinin öncülerindendi. Sadece Tatarlarla askerî mücadelenin yetersiz olduğunu, onları İslam alemine musallat eden sebeplerin de izale edilmesi gerektiğine inanıyordu. Yerinde bir okuma yapmış, ilmi kimliğinin yanında siyasi derinliğini ortaya koymuştu. Tatarlar güç ve kuvvetle İslam ümmetini alt etmemiş, şirk, bidat ve masiyetlerle gücünü yitirmiş ve hayallerle yaşayan bir ümmete son darbeyi vurmuştu. Günümüz için de aynı şeyler geçerlidir. Sadece güç ve kuvvetle ya da şirk ve bidatlerle mücadeleyle mevcut işgal projelerini püskürtmek ve İslam’ın izzetli günlerine dönmek mümkün değildir. Bu işgale karşı mücadele azminin yanında, işgale zemin hazırlayan sebeplerin de izale edilmesi gerekiyor. Özellikle onun fetvalarını okuyanlar bir noktaya çokça vurgu yaptığını ve okuyucunun bazen sıkıcı bulabileceği oranda uzun uzun anlattığı görülecektir. Eski mutasavvıfların teslimiyet ve tevekkül anlayışının sonradan ortaya çıkan anlayışlarla aynı olmadığını, lafızlar benzese de kast edilenin ve ortaya çıkan sonucun tamamen farklı olduğunu anlatır. Eskiler şeriatın tüm emirlerini yerine getirip, sonuç ne olursa olsun buna teslim olmanın gerekli olduğuna inanırlardı. Sonuç Allah’ın razı olmadığı fakr, zillet vb. durumlar olursa bunları ortadan kaldırmak için hayatlarının sonuna kadar imkanları dahilinde mücadele ederlerdi. Sonradan gelenler şer ve kötülüğün yayılmasına sessiz kalıp ortaya çıkan ifsada kader demeye başladı. Şeriatın kabul etmediği zillet ve düşman istilasına göz yumup, zilleti kabullenmeye de teslimiyet ve tevekkül olarak baktılar. Ve bu duruşlarını geçmişte yaşamış gönül ehli abidlerin sözlerine dayandırdılar. Bu sapkın anlayış zındık taifesinin masiyetlerini ve şeriata muhalif hâllerini de meşrulaştırıyordu. İçinde bulundukları durumu kader/Allah’ın takdiri olarak kabul ediyorlardı. Hem Allah düşmanları karşısındaki zilletlerini hem de günahkarlıklarını sapkın kader anlayışıyla masumlaştırmış oluyorlardı. (İbni Teymiyye’nin konu hakkında tespitleri için bknz; Mecmuu’l Feteva 10/490)

Bu açığın farkına varan Tatarlar, tasavvuf öncülerine değer vermiş ve onların öğretilerinin yaygınlaşması için ellerinden geleni yapmışlardı.

Tatarlar İslam alemini talan ederken ümmet içinde bir musibet olarak Mevlana rüzgarı esiyordu. Halka sürekli tevazuyu, teslimiyeti, sonuçlara rızayı öğütleyen bu adam bir yandan da İslam ahlakına vurgu yapıyordu. Kendisi sokak ağzıyla konuşacak kadar küfürbaz, en müstehcen fıkraları ve benzetmeleri hikmet diye anlatan hâyâ yoksunu bu zatın İslam ahlakına dair öğütlerde bulunması ilginçti. İslam düşmanı bu işgalcileri severek ve hoşgörü göstererek kazanacaklarını topluma anlatan Mevlana, kendine muhalif olan dindaşlarına öyle şiddetli muhalefet gösterip hakaret ediyordu ki bu yaman çelişkiyi anlamak mümkün değildi.

O gün Mevlana’nın sözlerinin İslam aleminin dört bir yanına yayılmasına göz yumanlar, İslam alimlerinden tarihçi olanların ‘Anam beni doğurmasaydı da şahitlik etmeseydim, unutulup gitseydim de anlatmak zorunda kalmasaydım’ (el-Kamil fit Tarih 9/324) dediği Tatarlardı.

Niye mi? Çünkü Mevlana, Moğolların Allah’ın takdiri olarak İslam alemini ele geçirdiklerini söylüyor ve insanları Moğol’a yani Allah’ın kaderine itaate çağırıyordu:

‘(Birisi) dedi ki: Moğollar, bu ile ilk geldikleri vakit çıplaktılar. Binekleri öküzdü, silâhları tahtadandı. Şimdiyse ululandılar, doydular. En iyi Arap atları, en güzel silâhlar onların. (Mevlânâ) buyurdu ki: Gönülleri kırık, kendileri arık, güçsüz-kuvvetsiz bir hâldeyken Tanrı onlara yardım etti, yalvarışlarını kabul etti. Şimdiyse ululandılar, kuvvetlendiler; onların, kendi güçleriyle-kendi kuvvetleriyle değil, Tanrı yardımıyla üst olduklarını, dünyayı o yüzden zaptettiklerini bilsinler diye Ulu Tanrı, halk zayıf bile olsa gene de onları kahreder.

Buyurdu ki: Onlar, ilkin bir ovadaydılar. Halktan uzak, azıksız, yoksul, çırılçıplaktılar. İhtiyaç içindeydiler. Ancak içlerinden bazıları alış-veriş için Hârezmşâh’ın iline gelirler, alımda-satımda bulunurlar, kendilerine elbise yapmak için kaba keten kumaşlar alırlardı. Hârezmşâh onları men’etti; tacirlerinin öldürülmesini buyurdu; onlardan vergi alınmasını da emretti. Tacirlerinin, ülkesine girmesini de men’etti. Tatarlar, padişahlarının kapısına gidip öldük diye yalvardılar. Padişahları, onlardan on gün mühlet istedi. Gitti, bir karanlık mağaraya girdi. Oruç tuttu, yalvarıp yakarmaya koyuldu. Ulu Tanrı’dan, yalvarışını duydum, duânı kabul ettim, dışarı çık, nereye gidersen üst olacaksın diye ses geldi. İşte sebep buydu, dışarı çıkınca Tanrı buyruğuyla üst oldular, dünyayı zaptettiler.’ (Fihimafihi, 25)

Moğol gibi insan tarihinin gördüğü en çirkin zulmü Allah’ın takdiri olarak kabul eden Mevlana’nın bu hizmeti karşılıksız kalmadı elbet.

‘Moğolların hâkimiyeti altındaki Selçuklu devleti 1262 yılında bir ferman yayınlayarak, Türkmenlerin ve Ahilerin ellerindeki tüm zaviyeleri, tekkeleri, mülkleri, vakıfları müsadere yoluyla el koydu. Bu fermanda ‘Mevlana’yı şeyh olarak tanıyanlar hariç’ ilavesi vardır. Yani Moğollar bu mana sultanının hâkimiyetini iyice perçinleştirdiler. Mevlana’ya intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler.’ (Murat Kayacan, Prof. Dr. Mikail Bayram ile Mevlana’nın Moğollarla ve Moğol yanlılarıyla ilişkileri üzerine bir söyleşi, http: //www. muratkayacan. net/content/view/30735)

Mevalana’nın hocası Şemsi Tebrizi aynı şekilde Moğolların Allah’ın kaderiyle üstün geldiklerinin propagandasını yapıyor, onlara karşı mücadele veren Türkmenler, Ahiler vb. teşkilatlar ve bunların öncülerine şiddetli husumet güdüyordu.

Mevlana’dan sonra da bu aile Moğol’a sadakatle bağlılığını sürdürmüş ve aynı sapkın kader anlayışlarını işgalcilerle işbirliği yapmaya kılıf yapmışlardır. Torunlarından biri Moğollara verdiği desteği şöyle izah eder:

‘Yine Konya’nın Karamanlıların elinde bulunduğu dönemde Çelebi hazretleri Moğol askerîni istediği için Karamanlıların canı sıkılıyor ve daima ‘Biz sizinle komşu ve sizi sevenlerden olduğumuz hâlde, bizi istemiyorsunuz da yabancı Moğolları istiyorsunuz’ diyorlardı. Bunun üzerine Çelebi şöyle dedi: ‘Biz dervişleriz. Bizim nazarımız Allah’ın iradesine bağlıdır. O kimi ister ve iktidarı kime verirse biz de onun tarafında olur ve onu isteriz. Şimdi Tanrı sizi değil, Moğol askerlerini istiyor. Ülkeyi Selçukluların elinden alıp Cengizhanlılara verdi. Tanrı mülkünü dilediğine verir. Biz de Tanrı’nın istediğini istiyoruz.’ ‘ (Ariflerin Menkıbeleri, Kabalcı yay. 675.)

Bugün ise Mevlana’ya Haçlılar sahip çıkıyor. Mevlana yılı ilan ediyor, eserlerini ve yaşadığı bölgeleri dünya kültür mirasına dahil ediyor, konuşmalarını onun özlü(!) sözleriyle süslüyor, turist kafileleri akın-akın onun türbesini ziyaret ediyorlar. İslam aleminin her karışına bomba yağdıran, peş peşe ülkeleri postallarıyla çiğneyen, baş örtüsünü dahi ‘pasif terör’ olarak kabul eden haçlıların (Amerika Hava Kuvvetlerinin yayınladığı son raporlardan birinde tesettür ‘pasif terör’ olarak kaydedilmiştir.) Tatarlar gibi Mevlana ve Tasavvufu sahiplenmesi ne ilginç değil mi?

Birde onlara gönüllü marabalık yapanların sürekli ‘Biz Mevlanaların, Yunusların irfanına sahibiz’ demeleri yok mu? Adım-adım sınırları işgal edilirken batılılara yaranmak için ‘Sövene dilsiz, vurana elsiz’cilerin torunları olduklarını söyleyenler yakında gerçekle yüzleşecekler. O gün yaymaya çalıştıkları bu irfanın(!) sadece haçlıları azgınlaştırdığını ve halkı zillete mahkum ettiğini görecekler. Allah subhanehu ve teâlâ hidayet ve akıl ihsan etsin.

Fransızlar yani modern haçlılar Cezair ve Mağribi işgal ettiklerinde o bölgenin en yaygın tasavvufi hareketlerinden biri Ticaniyye tarikatıydı. Fransızlar on binlerce insanı katledip, ekini, nesli, namusu ifsad ettikten sonra emellerine ulaşmış, bölgenin büyük çoğunluğunda hakimiyet sağlamışlardı. Fransız generaller şerefine bir ziyafet verilmişti. Ziyafet Ticanilerin büyüğü ve temsilcisi Şeyh Seyyid Muhammed el-Kebir tarafından verilmişti. Çay içme esnasında Husni Ahmed bin Talip ayağa kalktı ve Şeyh adına bir konuşma yaptı. Bu konuşma Kahire’de yayınlanan el-Fetih gazetesi 16 sefer 1350 tarihli nüshada ve La Perese Lipre isimli Fransız gazetesinde yayınlandı. Ticani tarikatının Fransız işgalinde haçlılara takdim ettikleri hizmetlerin vesikası ve karnesi olan bu utanç hutbesinin bazı bölümlerini terceme ediyoruz:

‘…Kalplerimizin maddi, siyasi ve edebi yönden sevgilisi olan Fransızlara yardım etmek vacip olan şeylerdendir. Bunu (yardım etmiş olmalarını) minnet etmek ve övünmek için söylemiyorum. Bilakis şeref duyduğum ve ecir umduğum için söylüyorum. 1838 yılında dedem Seyyid Muhammed es-Sağir –ki o zamanlar Ticani tarikatının temsilcisiydi- Fransa’nın en büyük düşmanı olan Emir Abdulkadir el-Cezairi’yle mücadelede nadir görülebilecek bir cesaret sergiledi… Yine amcam Seyyid Ahmed –o zaman tarikat temsilcisiydi- Fransız ordusuna yol açtı Baskre şehrini işgal etmelerine yardım etti. 1870 yılında Seyyid Ahmed Fransızlara olan samimi ve sarsılmaz dostluğunu göstermek ve bizim için çok değerli Fransız hükümetinin varsa kalplerinden su-i zannı defetmek için Fransız bir hanımefendi olan Orelli Beykar ile evlendi… 1881 yılında bizim öncülerimizden Abdulkadir bin Hamide Fransız bir komutanla beraber çölün bazı kısımlarının ihtilaline yardım ederken şehid oldu… 1894 yılında Fransızlar tavsiye mektupları yazmamızı istediler. Sudan Tevrak bölgesindeki dostlarımıza bu istek üzere mektup yolladık. Fransızların o bölgelere saldıracağını ve onları işitip itaat etmelerini bildirdik. İşgal konusunda Fransızlara yardımcı olmalarını ve beldede afiyetin yayılmasına vesile olmalarını istedik… 1906-1907 yıllarında Mağribin Merakiş beldesine aynı içerikte mektuplar yolladık… Birinci dünya savaşında Afrika’nın farklı beldelerine mektuplar yolladık. Türklerin Fransa aleyhine savaşa dahil olmalarını inkar eden ve dostlarımızın Fransa’nın zimmet ve dostluğunda kalmasını tavsiye eden mektuplardı… Sonuç olarak Fransa Ticaniyye tarikatından ne zaman yardım istemişse sevinç ve canlılık içinde onların isteklerine icabet etmişizdir.’ (Dirasat fi’l Tasavvuf, syf. 291-296 özetle)

Biz bu anlatılanlara yabancı değiliz. ABD’nin Irak işgalinde Nakşilerin Saddam taraftarı olarak kısa bir direnişi olsa da –ki bu direniş tasavvufi değil, aşiret kimliğiyle alakalıydı- zamanla işgal güçlerine teslim oldular. İşi bir adım ileri taşıyarak Sahve birlikleri olarak ABD’nin menfaatlerine hizmet ettiler. Yine Kafkasya’nın sofileri geleneksel olarak direnişe destek olsalar da, mücahidlerin tasavvufa karşı olduğunu öğrenince kendisi de bir sofi olan Kadirov’la beraber Putin’in sadık askerlerine dönüşmüşlerdir.

T.C. için de tasavvufi hareketlerin durumu pek farklı değildir. İslami uyanışın başladığı bölgelerde tasavvuf hareketlerinin özellikle palazlandırıldığı biliniyor. Kendisi Nakşi bir ailenin çocuğu olup ve bir müddet şeyhlik yapmış olan daha sonra yaptığı araştırmalarla tasavvufun şirk ve bidat yönünü fark edip tevbeyle tevhide yönelen, tasavvufu teorik ve pratik açıdan en iyi tanıyanlardan Ferid Aydın hocadan dinleyelim:

‘Bu kampın oluşmasında (Adıyaman menzili kastediyor Ferid Hoca) güdülmüş olan amaç şöyle özetlenebilir: 1950’den sonra ‘Doğu’da ve ‘Güneydoğu’da yerli halkın düşünce yapısında değişim rüzgarlarının estiği sezinleniyordu. Bu gelişme iki farklı kutup olarak gittikçe belirginleşiyordu. Bunlardan biri ayrılıkçı-şövenist bilinçlenme, diğer ise İslami uyanıştı. Her ikisinin de ortaya çıkış nedeni aynıdır. O da, yönetimlerin başından beri bu iki bölgede yaşayan Kürt, Zaza ve Arap topluluklara uyguladığı baskı ve asimilasyondur. Buna, karşı tepki olarak ortaya çıkan bu iki düşüncenin gittikçe gelişme kaydetmesi üzerine yönetimler bir devlet politikası olarak son kırk beş yıldır çeşitli stratejiler belirlemiş bulunmakta ve bu stratejilere göre hareket etmektedirler. Bunların arasında en az askerî yöntemler kadar önemli bir strateji daha vardır ki o da, ‘Doğulu’ Nakşibendilerin, yönlendirilmesi tasarısıdır. Bu olay, henüz büyük ölçüde deşifre olmamış çok önemli bir siyasi plandır.

Bu konuda şimdilik ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki: 1958’de bütün bölge halkını bir tek Nakşi şeyhi etrafında toplayabilmek için gizli ve geniş bir araştırma yapılmış, ondan sonra seyyid olduğu ileri sürülen bir şahıs belirlenmiştir. Neden bu şahsın seçildiği ise son derece ilginçtir ve elbette ki zamanla bu konuya ilişkin önemli bilgiler ortaya çıkacaktır. Görevli bir istihbarat örgütünün denetiminde, profesyonel bir ajan ekibi tarafından yıllarca bu şahsın propagandası yaptırılarak Siirt’le Bitlis arasındaki tekkesi, on binlerce insanın akın ettiği mistik bir mabed hâline getirilmek suretiyle nihayet İslami uyanış Doğu’da çökertildi. Müslümanların eritilmesine daha fazla ağırlık verildiği için şövenist faaliyetler gittikçe güç kazandı. Sözü edilen şeyh ve cemaati, İslami uyanışın çökertilmesinde kullanıldığı kadar Kürtler’in siyasal açıdan bilinçlenmesine karşı da bir engel oluşturuyorlardı. Bu nedenle yer altı örgütlerinin herhangi bir saldırısına karşı bu şeyh ve tekkesi daha sonra ‘Güneydoğu’nun’ kritik alandan uzak bir noktasına taşındı.’ (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, syf. 240, 274 nolu dipnot)

Menzil Nakşibendi cemaatinin kısa tarihine bakılırsa Ferid Hoca’nın anlattıkları daha iyi anlaşılacaktır. Bir çok alanda şirketleşen ve tarikat merkezindeki bir çok ritüelin psikolojik bir bağlanma aracına dönüştüğü devasa bir endüstri vardır. Her geçen gün büyüyen bu yapının ‘ümmete faydası nedir?’ diye sorduğumuzda maalesef cevap koca bir hiçtir. Ümmet kan ağlarken ellerinde sigara ve çay ile şeyhlerinin her geçen gün kapsama alanını nasıl genişlettiğine, insanların içinden geçenleri harf harf okuduğuna, Botan çayında yıkanan kadınların saçına takılan tarağı nasıl çıkardığını, (Gavs (k.s.a) bir seferinde sohbet etti, buyurdu ki: ‘Gavs-ı Hizani (k.s.a) tesbihat yaparken tebessüm etmişti. Orada kendisiyle serbest konuşabilenlerden birisi vardı. Sordu: ‘Kurban, dedi. Senin hiç böyle adetin yoktu. Tebessüm etmenin sebebi acaba ne olabilr?’ Gavs şöyle buyurdu: ‘Bir müride kadın, Botan Çayı’nda yıkanıyordu. Saçını tararken tarak saçlarına takılıp kaldı. Canı acıdı. Benden istimdat etti. İşte ben de ondan dolayı tebessüm ettim.’ ‘ (Sohbetler, Şeyh Seyyid AbdulHakim El-Huseyni, sf. 73)) sadece şeyhe değil tüm aile bireylerine köle olmanın zaruretine, (https://www.youtube.com/watch?v=9tWMnr5rUyA) her an ve durumda şeyhten meded ummanın gerekliliğine dair menkıbelerle ömür tüketen bir kurbanlar topluluğu. Onlar birbirlerine ‘kurban’ diye hitap ediyorlar. Keşke kavmimiz şirk ve bidatin ve tağutlar eliyle insanları uyuşturmakla görevli bir şebekenin kurbanları olduklarını bilseler!

Dünyada yaygın olarak bulunan tarikatların geneli için durum zikrettiğimizden farklı değildir. Ya küresel tuğyanın İslam alemine yönelik başlattığı Haçlı seferlerine direkt katkı sunmakta ya yerel tuğyan karşısında halkı asıl vazifeleri olan tevhidden saptırıp tağutlara ve sisteme köleleştirmede ve ümmetin içinde bulunduğu durumu yokmuş gibi gösterip tarikatı büyüklerinin kendinden menkul kerametleriyle meşgul etmekteler. Bu nedenle muvahhidler tasavvufa sadece şirk ve bidat nazarıyla bakmamalı, küresel ve yerel tuğyanın elinde insanları sistemlere ve tağutlara kullaştırma projesi olarak görmelidirler. Onların ağına düşmüş insanların uyanması için çabalamalıdırlar. Birileri bu kalabalıkların uyanmasını istemediği için bu denli çabalıyorlarsa, İslam ümmetine açılmış bu kirli ve büyük savaşta mücadelenin bir parçası da bu çabayı boşa çıkarmak olmalıdır.

•••

Tasavvuf hareketlerini konumuz açısından araştıranlar arasında farklı tespitleri olan ve bizim savunduğumuz tezin zıddına bir teze sahip olanlar vardır.

Bu teze göre tasavvufi hareketler özünde mücadeleci bir ruh barındırır. Batılıların İslam alemini sömürgeleştirmek için başlattıkları işgal faaliyetleri ve hilafetin kaldırılması olayında direnişi tasavvufi hareketler örgütledi. Kıyamları başlatan ve halkın desteğini sağlayan tasavvuf şeyhleriydi. Dünya istikbarı tasavvufun işgal projesinin önündeki en ciddi engel olduğuna kanaat etti. Tasavvufi hareketlerin genleriyle oynayacak projeler geliştirildi. Bir yandan da laboratuvar ortamında üretilmiş yeni hareketler piyasaya sürüldü ve bunların önleri açıldı. Yüzyıllık bir çabanın neticesi olarak tasavvuf bugünkü hâlini aldı.

Bu teze dayanak olarak Senusiler, Şeyh Said vb. tasavvuf yolunu benimsemiş hareketler gösterilir. Senusiler başta İtalya olmak üzere batılıların Afrikaya yönelik işgallerine karşı en ciddi mücadeleyi vermiş olan, Ömer Muhtar’ın da müntesibi olduğu bir harekettir. Senusilerin mücadelelerinde başarıya ulaşamamalarının başat nedenlerinden biri bölgede yaygın olan diğer tarikatların işgalcilerin yanında yer almasıdır. Ticanilerin bu anlamda yaptıklarına dair örnekler yazı içinde zikredildi.

Senusiliğin Mekke’de doğmuş olması, tasavvuf içinde yer alan vahdet-i vucud gibi sapkınlıklara şiddetle karşı çıkması, sünnete ittiba konusunda verdikleri mücadele, siyasi ve askerî olarak geliştirdikleri projeler ve örgütlenme biçimleri nedeniyle Vahhabi olmakla suçlanmışlardır. Aleyhlerinde propaganda yapan –başta Ticaniyye ve Şazeliyye tarikatları olmak üzere- tarikatlar onların gizli vahhabiler olduğunu söyleyerek onları karalarlar.

Ancak bu hakikati yansıtmaz. Tarikatın kurucusu olan Şeyh Muhammed Ali es-Senusi’nin kitapları tasavvufun itikadi ve ameli şirkleriyle doludur. Bu konuda ben de Muhammed Sallabi’nin Senusiler hakkında yazdıklarından etkilenmiştim. Onları Tevhid ve Sünnet ehli bir yapı olarak tanıyordum. Son cezaevi sürecinde tarikat kurucusu Muhammed Ali es-Senusi’nin es-Selsebil ve İykazu’l Vesenan kitaplarını okuma fırsatım oldu. Hüsn-ü zannımda yanıldığımı anladım. Senusileri diğer tarikatlardan ayıran ve farklı bir veçhe kazandıran onların teşkilatlanma biçimleri ve davetlerine icabet eden insanlara İslami çalışma alanında kazandırdıkları şuurdur. ( Senusilik hareketinin yakından tanımak için bknz:

— Muhammed Senusi Hayatı, Eserleri, Hareketi, Kadir Öz Köse, İnsan Yayınları.

— Tasavvuf ve Siyaset Hareketi Senusilik, Risale Yayınları.)

Şeyh Said için de benzer şeyler söylenebilir. Şeyh Said hareketi tasavvufun genel rengini yansıtmaz. Şeyh Said şeriatı ilga eden Cumhuriyet kadrolarına karşı kıyam ederken, birçok şeyh rejimin yanında yer almış, hareketi desteksiz bırakmıştır. Çoğu tarikat şeyhi M. Kemal’e bağlılıklarını bildirmiş ve günümüze kadar süregelen ‘bulundukları bölgede rejimin din adına sigortası olma’ vazifesini üstlenmişlerdir.

Şeyh Said’in, tasavvufta bulunan şirk akidesine sahip olup olmadığına dair elimizde bir vesika yok; ancak Şeyh’in çocukları ve torunlarını görmüş, gizli meclislerde onlardan vaaz ve nasihat dinlemiş bölge yaşlılarından duyduklarımız kadarıyla Şeyh, bu şirklerden uzaktır. Şeyhin hayatında ameli noktada tasavvufun sünnete aykırı bidatleri mevcut olsa da, itikadi olarak tasavvufun içerdiği şirk inancına zıt, tevhidi öğeler barındıran mesajları vardır. Ancak bunlar kesin bilgiler olmayıp, şahsi merakıma binaen sorup işittiklerim ve hüsn-ü zannımdır. Allah en doğrusunu bilir. Çünkü genel ifadelere bakıldığında Senusiler’in de tevhidi mesajlar içeren, Kuran ve Sünnete sarılmaya dair öğretileri vardır. Ancak kitaplarında bu genel kaideleri şerh ederken Tevhid ve Sünnet çizgisinden sapma göstermişlerdir.

Sonuç olarak; Senusiler ve Şeyh Said gibi kıyamlar, zamanlarında yaşayan mutasavvıfları temsil etmez. Çünkü yaptıklarıyla tasavvuf tarihinde istisna olma durumundadırlar. Bu hareketlerin mücadele verdikleri dönemlerde kendileri dışında kalan yüzlerce farklı tarikat, karşı cephenin yanında saf tutmuş ya da tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir. ‘Hüküm galibe göre verilir’ kaidesince her biri bulunduğu bölgede istisna olan hareketlere bakarak tasavvufi hareketler hakkında tez oluşturmak ve teze bu istisnaları dayanak yapmak pek makul olmasa gerektir.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver