Münzehim Zümrelere Dair

 

Müslümanların tarihinde dönemsel şartlara göre birçok devirde İslami uyanış, diriliş, arınma diriliş vakası hep varolagelmiştir. Kur’an-ı Kerim, vahiy olarak inmeye başladığı ilk günden itibaren, başta Müslümanlar olmak üzere bütün insanlığın zihniyetini ve hayatını değiştirip dönüştürmede etkin bir rol oynamıştır. İslam’ın fert ve toplum üzerindeki etkisi hayatın tüm alanlarına yapıcı ve müsbet müdahalelerle de sınırlı değildir. İslam, aynı zamanda kulun uhrevi (ebedi) hayatının nasıllığını belirleyici bir etki gücüne de sahiptir. Tevhid akidesi ve Nebevi menhecin toplamı olan İslam, aynı zamanda muvahhid ümmetin hukuku (fıkhı) ve kültürüdür de.

İslam coğrafyasında yaşayan halkların toplumsal bünyesinde veya itikadi ve siyasi zeminde devletin idari mekanizmalarında ne zaman bir sapma baş gösterdiyse, o devirdeki bazı dirayetli liderler veya Rabbani âlimler büyük bir sorumluluk üstlenerek bu gidişi düzeltmek için sapmalara sebep olan mevcut kurulu düzene karşı bazen fikrî, bazen de fiilî olarak kendini gösteren şer’i muhalefette bulunmuşlardır.

İnsan neslinin Âdem’den aleyhisselam kıyamete kadar devam eden kesintisiz bir sürekliliğe sahip olması gibi, İslam da son din olarak insanlık üzerindeki gücü ve etkisiyle beraber kesintisiz bir devamlılığa sahiptir. On dört buçuk asırlık bu devamlılık içerisinde İslam ümmetinin tarihi, zafer ve hezimetin, saadet ve felaketin, imar ve tahribatın, yükseliş ve gerilemenin de tarihidir aynı zamanda. Yakın tarihimizdeki gerilemenin dip noktası, Osmanlı Devleti’nin çöküşü ve hilafet müessesesinin ortadan kaldırılmasıdır. Osmanlı’nın son devrinde asli kimliğini yitirmiş ve içeriğinden boşaltılıp sembolik bir makama dönüştürülmüş olan Hilafetin İslam coğrafyasında yaşayan ümmetin siyasal birliğinin sembolik bir temsilcisi olma özelliğini canlı tutma çabaları da yetersiz kaldı. Hilafet müessesesi nihai olarak batıcı-laik kadroların öncülüğünde kurulan cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra kağıt üzerinde de resmen kaldırılmış oldu.

Dünyanın kalbi/Orta Dünya dediğimiz kadim İslam coğrafyasının tarihi aslında tevhid ve şirk mücadelesinin tarihidir. Hak ve batıl arasındaki savaş bu kadim coğrafyada nasıl sonuçlandıysa yeryüzünün diğer bölgelerini de az ya da çok, merkezden çevreye doğru etkilemiştir. Kur’an-ı Kerim’de kıssaları anlatılan peygamberler aleyhimusselam ile muvahhidlerin birçoğunun doğdukları, tevhid davetinde bulundukları ve kendi dönemlerindeki azgın kavimler veya tağutlarla mücadele ettikleri topraklardır buralar. İnsanlığın ikinci atası olarak kabul edilen Nuh’tan muvahhidlerin önderi olan İbrahim’e , Antakyalı Habibi Neccar ‘dan Efesli Ashab-ı Kehf ‘e kadar, yaşadıkları devrin azgın kavimlerine, Firavun’a, Nemrud’a ve diğer tüm tağutlara karşı onurlu ve kararlı bir tevhid mücadelesi veren mümtaz şahsiyetlerin geride bıraktıkları mirası sahiplenen yeni nesillerin de varlıklarını güçlü bir şekilde göstermeye muvaffak oldukları yerdir kadim İslam coğrafyası.

Orta Dünya’daki bu mücadele, özellikle son yüz-yüz elli yıldır genel olarak İslam düşmanlarının lehine olacak şekilde neticelendi. Müslümanlar açısından vehamet arz eden böyle bir tablonun ortaya çıkmasının başlıca üç nedeninden söz edilebilir:

1. Toplumların ve temsil ettikleri uygarlıkların sünnetullah gereği (ve genellikle de başka toplumlar eliyle) güç ve etkinliğinin zayıflaması yahut sonlandırılması.

“Her ümmetin bir eceli vardır. O ecelleri gelince ne bir saat geri bırakılırlar, ne de bir saat ileri alabilirler.” (7/Araf, 34)

2. İslam medeniyetinin bir çeşit duraklama, geçmişe göre yaşama, daha önce ortaya konulanları şerh etme, iktidar çekişmeleri/taht kavgaları, sosyal bünyede ortaya çıkan yozlaşma ve bazı dönemlerde hüküm/iktidar sahiplerinin itikadi-siyasi sapmalarının ortaya çıkması.

3. Yüzyıllardır İslam’a yenilen Haçlı-Siyonist-Mecusi ittifakının İslam ile mücadelede savaş dışında yeni yöntemler keşfederek İslam ümmetini hezimete uğratabileceğine inandığı dinî söylemler dışında ‘Gri Mücadele Alanları’ üretmesi. Böylelikle bizzat kendilerinin ürettiği felsefî ideolojiler vb. gibi gri mücadele alanlarına müslümanları da çekmiş olmaları.

Sömürgeleştirilen İslam coğrafyasında milli kurtuluş savaşlarının sona ermesinden sonra demokratik, laik, milliyetçi, marksist veya sosyalist rejimlerin kurulmasıyla sömürgeciliğin başka bir şekle çevrilmesinin ardından ümmetin zayıf düşürüldüğü çağımızda, kurtuluş mücadelelerinde çok önemli payı olduğu hâlde zaferden sonra horlanıp dışlanmaları sonrasında samimi müslümanların öncülük ettiği yeni bir süreç başlamış oldu. İslami uyanış, diriliş ve direniş süreci olarak tanımlanan bu yeni süreç hem emperyalist haçlı siyonistler ile mecusilere hem de onların yerli marabalarına Tevhid ve Sünnet nizamını esas alan yeni nesil samimi müslümanların süreklilik arz eden büyük bir potansiyele sahip olduklarını geçmişte olduğu gibi yeniden güçlü bir şekilde göstermiştir. Tevhid ve Sünnet ehli mücahid ve/veya müçtehid müslümanların dile getirdiği gibi, üçüncü bin yılın başlarında resmen ilan edilmiş olan Üçüncü Haçlı Seferi’nin asıl amaçlarından birisi de ümmet coğrafyasında yeniden hayat bulan diriliş ve cihad ruhunu tamamen söndürmeye çalışmaktır.

Tevhid ve Sünnet Davetine Yöneltilmiş Tehdit ve Tehlikeler

Tevhid ve Sünnet nizamına gönül verip baş koymuş Müslümanlar, içinde bulunduğumuz şu yüzyılın başlarından itibaren batılı-doğulu, Haçlı-Siyonist ve Mecusi saldırılarının yeniden açık hedefi haline gelmiştir. Müslümanlar, kendilerine yönelik tehdit ve saldırılarda İslam coğrafyasında yönetimde bulunan mürted ve hain yöneticilerin söz konusu Haçlı-Siyonist-Mecusi işgal güçlerine kayıtsız şartsız bir şekilde sağladığı destek ve marabalığa da tanıklık etmektedir.

Yeryüzünde şirk, fesat ve fitne tamamen ortadan kalkıp din/hakimiyet büsbütün Allah’ın subhanehu ve teâlâ oluncaya kadar zamanlarını, emeklerini, mallarını ve canlarını bu uğurda harcamaktan asla geri durmayan mücahidlerin ileri gelenlerinin birçoğu, birleşik küfür güçlerinin orantısızca ve ahlaksızca gerçekleştirdikleri vahşi saldırıların neticesinde ortadan kaldırıldı. Yeryüzünde Allah’ın kelimesi üstün ve hakim olsun diye onurlu bir şekilde direnirken, yerin altını cansız bedenleriyle dolduran muvahhidlerin ardından gelenler de, Tevhid ve Sünnet davetinin sürekliliğini sağlamak ve bu davetin itikadi, menhecî ve fıkhi mirasını korumak yolunda çok ciddi tehdit ve tehlikelerle yüz yüze kalmış bulunmaktadırlar.

Bahse konu olan tehdit ve tehlikeler listesinin ilk sıralamasında ise saray/sultan âlimlerinden oluşan sapkın ve saptırıcı münafıklar zümresi bulunmaktadır. İslamcı hareketler bünyesindeki belamlar ve saptırıcı liderlerin yenilgi psikolojisiyle Tevhid ve Sünnet’e aykırı ideolojilere ve metodlara yönelerek kendilerine tabî olan kitleleri saptırmaları yüzünden İslam coğrafyasında şu devirde fikri ve şer’i anlamda ciddi bir gerileme hâli yaşanmaktadır. Samimi müslümanların gönlünü daraltan esef verici bu durum, uyanış ve diriliş sürecini hem akidevi ilkeler hem de bu temel ilkelere muhatap olan kitleler itibariyle bir tehlike çemberinin içine yuvarlamaktadır. Öyle ki tevhid ümmetinin asli kimliğine ve varlığına yönelik olarak da bir tehdit oluşturmaktadır.

Yeri gelmişken günümüzde tanıklık edilen ve İslam’ın nezafetine dair zihinlerde bazı istifhamların oluşturulmasına neden olabilen suni/sonradan üretilmiş başka bir tehlikeye de işaret etmek gerekir. Özellikle cihad bölgelerindeki bazı İslami/cihadi hareketlerle beraber ortaya çıkıp varlık gösteren yöntemler yahut cihadi gruplar içerisinde taassuptan, cehaletten ve sıkça yaşanan kargaşadan kaynaklanan birtakım yanlış tepkiler görülmektedir. İşgalci kâfirler ise bu türden hadiseleri adeta ganimet bilerek yurtlarını işgal edip sömürdükleri ve yok etmeye çalıştıkları müslümanların cihadını bunlarla karalamaya çalışmaktadırlar. Batılı-doğulu, Haçlı Siyonistlerle Mecusiler bununla da yetinmeyip küresel şirk ve işgal operasyonlarına karşı direniş ve cihad yoluna baş koyan muvahhid erleri bu istikametten saptırmak ya da geri bıraktırmak için her türlü vasıtayı kullanmaktadır. Buradaki asıl gayeleri ise bu samimi ve dinamik Tevhid ve Sünnet neslini büyük bir umutsuzluğa, eşi görülmemiş parçalanmışlığa ve bozguna mahkum ve mecbur etmektir.

Genel anlamıyla ümmet, bugün tarihte benzerine az rastlanan türden büyük bir zilletle, kahırla, mahrumiyetle, bölük pörçüklükle, açlık, korku, katliam ve tarifsiz bir utançla yüz yüze kalmıştır. Buna mukabil hem Tevhid ve Sünnet’e davet eden, hem de şeri fıkhına uygun bir şekilde Allah yolunda cihad eden muvahhidlerin hacmi, akli ölçülere göre ve müslüman sıfatını kullanan devasa kalabalıklara nisbetle gerçekten ürpertici derecede küçük çaplı ve çok sınırlı bir mahiyettedir. Bunun tek sebebi, işgalci kâfirlerin büyük çaplı ve adeta nefes aldırmadan sıradanlaştırdıkları azgın saldırılar değildir. Diyebiliriz ki: Bunun en önemli sebebi, ümmetin başına, Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem haber verdiği şu hâlin gelmiş olmasıdır: Sevban’ın radiyallahu anh rivayet ettiği ve Ebu Davud’un naklettiği hadis-i şerifte Rasûlullah şöyle buyurmuştur:

” ‘Kavimlerin, çağrışıp sofraya üşüşen oburlar gibi sizin üzerinize üşüşecekleri zamanlar yakındır.’ Birisi:

__ Bu, o gün bizim sayıca azlığımızdan dolayı mı böyle olacak? dedi. Rasûllulah:

__ Bilakis siz o gün çok olacaksınız, fakat selin önüne kattığı çerçöp gibi… Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu çekip çıkaracak ve Allah sizin kalplerinize vehen atacak,  buyurdu. Başka bir adam:

__ Ya Rasûllallah, vehen nedir? diye sordu. Rasûlullah:

__ Dünya sevgisi ve ölümden nefrettir, buyurdu.”

İşte bugün kendilerini İslam’a nisbet eden ‘ümmet’ fertlerinin su üstünde çerçöp misali olmaları, parçalanmışlıkları, kendilerini hem sömürüye hem de bozguna açık bir hâle getirmeleri bu hadis-i şerifin tahakkuk etmiş olduğunu göstermektedir.

Bugün ‘ümmet’ diye vasfolunan kalabalıkların üzerine kara bulutlar gibi çöken felaketlerin vehametini daha fazla arttıran bir başka husus da, sözde Müslüman âlimlerin ve İslamilik iddiasındaki cemaatlerin büyük bir çoğunluğunun saray ve sultanların kapılarının gölgesine sığınmış olmalarıdır. Bunların Seyda, Hoca, Molla, Şeyh vb. sıfatlarla aynı anda hem toplum hem de tağutlar nezdinde muteber ve saygın olmayı becerebiliyor olmaları, tüm Rasûllerin ortak daveti olan Tevhid davetinin aslına ihanetlerinin ve tağutlara sadakatlerinin çirkin neticesidir. Tevhid ve Sünnet davetine ihanet eden sözde âlimler ve İslamilik iddiasındaki cemaatlerin çoğu, tağutların dipçiklerinin ve kelepçelerinin korkusuna ve övgüleriyle ihsanlarının cazibesine kapılmış hâldedirler. İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde örneklerine sıkça rastlanan bu münzehim zümreler, askeri, itikadi ve kültürel işgal güçlerine hizmet etmek, kısmen kendi halklarına, kısmen de hakkın asli esaslarına ihanet edip kendilerine/gruplarına tabî olan her bir ferdi kurşun asker hâline getirmek, devasa bir medeniyetin tarihsel olarak akıp gittiği mecrayı farklı istikametlere yöneltip köklerini kurutmaya çalışmak ve tevhid davetini hezimete uğratmak için (bilerek veya cahilce) tağutlara hizmette kusur etmezler.

Doğrusu söz konusu İslamcı hareketlerin ileri gelen kadroları ve bu cemaatlerin bünyesinde çalışma yapan sair fertlerin tahmini toplamına bakıldığında, bugün İslam dünyasının birçok bölgesinde her bir yerel veya bölgesel cemaatin ayrı ayrı, kemiyet itibariyle/sayısal olarak cidden büyük kitleler oluşturduklarını görmek mümkündür. Misal olarak Pakistan merkezli Tebliğ Cemaati’nin belirli aralıklarla yapılan toplantılarında kendi mescitlerinde bir araya gelenlerin sayısı tek bir şehirde dahi bazen on binleri bulmaktadır. Zaman zaman basına da konu olan bu cemaatin senelik toplantılarında kimi hesaplamalara göre hac mevsiminde Mekke-i Mükerreme’de toplanan hacıların sayısından bile daha fazla insan toplanmaktadır. Arabistan, Mısır, Sudan ve Pakistan gibi ülkeler başta olmak üzere birçok İslam ülkesinde bilhassa ilmî selefi ekole müntesib olan davetçilerin, ilim ehlinin, talebelerin ve internet sayfalarını, gazetelerini, dergilerini ve sair yayınlarını takip edenlerin sayısı en az yüz binlerle ifade edilebilecek çokluktadır.

İhvan ekolüne, İhvan’ın yerel kollarına, onların itikadlarını ve menheclerini esas alan ve değişik isimler altında onların düşüncelerine sahip olan ve birçok ülkede faaliyet gösteren cemaat ve partiler de, halen İslam coğrafyasının büyük kısmında sayısal olarak da etkinlik olarak da İslamcı hareketlerin en geniş ağına sahiptir. İslam coğrafyasında deniz damlaları misali kalabalık ve çok büyük ölçüde insan kaynaklarına sahip olan yüzlerce İslami hareket, cemaat, parti, muhafazakâr teşkilatlar ve örgütler bulunmaktadır. Tasavvufi tarikatların şeyhlerini, efendilerini, müridlerini ve takipçilerini de eklediğimizde sayısal olarak dev kitlelerle karşılaşırız.

Bugün Afganistan, Suriye, Irak, Yemen, Mısır ve Burma/Myanmar’da yaşananlara karşı bu kitlelerin içinden ABD, Rusya, NATO Avrupa’sı, Rafızi İran, Budist putperestler ve Siyonistlere yönelik İslam ve cihad şiarıyla nefret ve mukavemet arzularının depreşip boy verdiği gözlemlenebilmektedir. Fakat buna rağmen esas itibariyle değişmeyen manzara gözler önündedir. Söz konusu bu kitleler maalesef hâlâ selin önüne kattığı çerçöp veya suyun üzerindeki köpük gibidir.

Henüz geçen yıl ülkemizde yaşanan darbe girişiminin (özellikle de) yerli aktörlerine baktığımızda yine bu çerçevede değerlendirilebilecek bir manzara görmekteyiz. Darbeci kadroların çok büyük bir kısmının ortalama muhafazakâr dindar kesimlerden oluştuğu ortaya çıktı. Hepsi de bizim isimlerimize benzer isimler taşıyan ve bizim dilimizde konuşan insanlardı bunlar. Bu ağır cürümü işleyen uşak ruhlu güruh, aslında sadece belirli bir fikir ekolüyle ya da tek bir etnik veya dinî zümreyle sınırlı değildir. Yerli işgalci bu blok içerisinde birçok farklı sloganlar ve değişik kimlikler taşıyan birden fazla grup vardır. Ülkemizdeki son darbe kalkışmasının elebaşı olduğu ortaya çıkan dinî önder kisveli kişiliğin (Batılı kâfirler, birtakım menfaatler karşılığında kendi amaçları doğrultusunda istihdam ettiği bu tipleri Yeşil Cübbe diye kodlar.) temsil ettiği düşünülen fikri siyasi ekol her şeye rağmen ‘İslamcılık’ olarak kabul edilmektedir. Öyle ki özellikle de kendilerini sosyalist filan zanneden kesimler başta olmak üzere tüm gerici cahil laikler, söz konusu darbe teşebbüsünün bir şeriatçı(!) kalkışma olduğu balonunu şişirmekten geri durmadılar.

Bu örnekten hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Günümüzdeki davetçiler açısından belli ölçüde risk barındıran Tevhid ve Sünnet daveti karşısında kendilerini bağlantısız olarak konumlandıran âlimlerin, onlardan daha kötü durumda bulunan sömürge fakihleriyle saray ulemasının, dertsiz risksiz demokrasi limanına demir atmış İslamcı(!) partilerin, Batı işbirlikçisi laik bir sisteme entegre olmaktan memnun olan cemaatlerin, kanaat önderlerinin, liderleriyle ve bilginleriyle birlikte İslamcı hareketlerin büyük bir kısmının aslında Tevhid ve Sünnet nizamı nazarında iflasın eşiğine gelmiş ve harabeye dönmüş bir yapılanmadan ibaret olduğu açıkça ortaya çıkmıştır. Bu hâliyle söz konusu bu yapıların Batılı-Doğulu işgalci kâfirlerin İslam beldelerindeki kesintisiz işgal ve sömürülerine karşı kısmi ve bireysel istisnalar hariç olmak üzere, nitelikli ve sonuç alıcı bir direnç ve direniş gösteremeyecekleri de net bir şekilde görülmektedir.

İşgalci kâfirlerin İslam coğrafyasının farklı merkezlerinde kümelenmiş ve iktidarı gaspetmiş olan yerli işbirlikçi, hain ve mürted yöneticilerin tam desteğini almış olması ve bunlara bel bağlaması tarihte eşi benzeri görülmemiş bu felaketin trajik boyutlarını daha da derinleştirmektedir.

Bu felaketin bir başka yönü de, kâfirlerin elindeki en etkili silahlardan olan medyanın ürettiği bilgi kirliliği ile ahlaksızca saldırılar silsilesinin birçok İslam davetçisini, müslüman âlimleri ve İslami hareketlerin öncüleriyle onlara tabî olan kitlelerin çoğunluğunu bastırıp silikleştirmesidir. Bunun en açık delili de, basın-yayın organlarının gece gündüz demeden gözlerimizin içine soktukları ve Müslümanları elem ve kedere gark eden, insanın azmini kıran, zihinleri bulandıran, kalplere korku ve güvensizlik pompalayan, ruhlarda ümitsizlik fırtınalarının kopmasına sebep olan kesintisiz haberler, yorumlar ve aynı amaçla hazırlanıp yayınlanan farklı programlardır.

Birçok İslam beldesinde sözde demokrasi çatısı altında yürütülebilecek aktiviteler bile artık terör faaliyetleri kapsamında değerlendirilmekte ve amansız takibatlara uğratılmaktadır. Sivil Toplum Kuruluşları, basın-yayın, fikir, kültür, siyaset ve diğer alanlarda yapılan barışçıl faaliyetler dahi, ileriki zamanlarda şirk ve şer düzenlerini tehdit edebilecek bir istikamete evrilebilir korkusuyla hain ve mürted yöneticiler tarafından derhal terör töhmetine maruz bırakılmaktadır. Bu sebeptendir ki, Sivil Toplum Kuruluşları, basın-yayın, siyaset ve davet gibi sivil çalışma alanlarında faaliyet gösteren birçok kimsenin, mutedil olmak veya ılımlılık adı altında ya da bizzat kendisini ve mensubu olduğu camiayı tağutların yöneltebileceği terör ithamından uzak tutup çalışmalarını daha rahat sürdürebilmek namına, Tevhid ve Sünnet davetini, cihadı ve muvahhid direnişçileri karalayıp kötüleme cürümüne gönüllü bir şekilde ortak olmaları da hem ibretlik hem de esef verici bir manzaradır .

İslam coğrafyasının farklı beldelerinde hakim olan tağuti yönetimlerin izin verdiği çerçevede siyasal alanda faaliyet gösterip kendilerince İslami uyanışa dair ciddi hizmetler ürettiklerini zanneden farklı ekoller ve siyasi partilerin de nihai olarak ulaşabildikleri menzil, küresel şirk merkezinin bir parçası olan demokratik parlamentoya girmek ve hatta yeterli çoğunluğu elde ederek hükümeti teşkil etme kaygısıyla harekete koyulmak olarak sınırlan(dırıl)mıştır. Bu sebeple yolun başında veya ortasında bir yerlerde Batıcı-Laik-Demokrat(Mürted) sistemlerde varlığını bulan koyu cahiliye/şirk düzeniyle yüz yüze gelecekleri için kaçınılmaz bir biçimde bu küresel şirk düzeninin çarkına kapılacak ve ister istemez Tevhid ve Sünnet davetçilerine ve mücahidlere düşmanlık eden uluslar arası koalisyonun bir parçası olmaktan geri duramayacaklardır.

Muvahhidlerin Sebatı ve Ümitvarlığı

Ülkemiz de dahil olmak üzere İslam ülkelerinin tamamına yakınında faaliyet gösteren İslami hareketler uzunca bir zamandır izhar ettikleri fikirler, prensipler ve siyasal çalışmalarla fert ve toplum ıslahını amaçlayan programlar ve icraatlar dışında başkaca bir misyon ve amaçlarının olmadığını lisanı hâlleriyle ilan etmiş durumdalar. Bunu açıkça söyleyenler de oluyor bazen. Bu hakikate binaen asli manası itibariyle birçok İslamcı hareketin artık sadece sosyal bir gruptan müteşekkil olduğunu, tabî olduklarını iddia ettikleri itikadi ve menheci esasların içinin boşaltılmış olduğunu ve mevcut halleriyle artık tükenme noktasına geldiğini ileri sürenlerin bu iddialarındaki haklılık payları zaman geçtikçe daha da artmaktadır. İslami hareket kisvesinde görünen birçok cemaat, öncüleri ve onlara tabî olanların yaşam tarzıyla, siyasal alandaki varlık gösterisinde müptela oldukları menheci savrulmalarla, gayri İslami sistemlere intibakıyla ve en önemlisi de ‘İslami Demokrasi’ vb. gibi derin itikadi sapmalarla beraber hakiki manada tükenişin eşiğine gelmiştir. Söz konusu İslamcı hareketler, teorisyenleri ve öncüleriyle beraber ya sapmalardan ötürü veya küresel sistem içerisinde meşruiyet kazanma ve yerel çapta da olsa etkin bir yer ve rol kapma kaygısıyla Tevhid ve Sünnet nizamına düşman cephenin safında yer almaktan kaçınmamaktadırlar. Bu ise, halen üzerinde bulundukları ve ısrar ettikleri fikrî ve menhecî sapmalarla şu dünya hayatında kaçınılmaz olarak ulaşacakları rüsvay edici nihai menzile doğru giden ara bir istasyon hükmündedir. Çünkü, bunun dışındaki bir tercih Tevhid ve Sünnet nizamına baş koymak ve Haçlı–Siyonist ve Mecusi cephe karşısında cehdu gayrette bulunmaktır. Açıkça anlaşılmaktadır ki onlar her hâlükârda böyle bir şeyden geri durmaya azami özen göstermektedirler.

Küfrün, İslam beldelerinde her yönüyle desteklediği ilhad, ifsad ve sap(tır)malara karşı sahte demokrasi çatısı altında barışçıl yollarla icra edilmeye çalışılan faaliyetler ve mücadele, sanılanın aksine hiç de kolay değildir. İslam’ın zirvesi olan cihadla yapılan mücadelenin ise emeğinin daha fazla ve bedelinin oldukça ağır olduğu kuşkusuzdur. İslamî davet ve direnişin bedelinin ağır olmasının bir sebebi de; haçlı siyonistlere karşı direniş göstermesi gereken ümmetin çoğunun içinde bulunduğu gaflet uykusu, yerine çakılmışlığı, dünya sevgisi ve ölüm korkusu nedeniyle ‘vehen’ in onların kalplerine ve damarlarına pompalanmış olmasıdır.

Birbirleriyle dalaşıyor yahut aralarında ciddi düzeyde krizler yaşanıyormuş gibi görünen Batılı kâfir güçler ile yerli hain ve mürted yöneticilerin hiçbir zaman ihtilaf etmedikleri tek mesele, Tevhid ve Sünnet daveti ve davetçilerine karşı kesintisiz bir biçimde gerekli tertip ve önlemleri almaktır. Arslan’ın dişlerini ve pençelerini söker gibi küresel şirk sisteminin çarkları arasında öğütülebilecek kıvama getirilip takdim edilen ‘ılımlı-demokrat Ehli Sünnet’ veya ‘uyumlu-muteber Şia’ İslamı gibi din modelleri, halen yaşanmakta olan savaşlarla ümmetin tüm unsurlarına yegane alternatif olarak sunulmakta ve buna ikna olmak haricinde diğer tüm çıkış/kurtuluş yolları kapatılmaya çalışılmaktadır.

Tevhid ve Sünnet davetçilerinin günümüz itibariyle büyük sıkıntılar yaşadıkları ve zor zamanlardan geçtikleri şüphesizdir. Düşman işbirlikçisi hain ve mürted yöneticiler, tağuta kulluk zilletine düşmüş âlim müsveddesi münafık ve münzehim uşaklar ve isimleri sayılamayacak kadar çok olan ihanet şebekeleri dört bir yanda pusuya yatmış, hain kurtlar gibi tevhid imamlarını ve güzide mücahidleri kapıp götürüyorlar.

Allah subhanehu ve teâlâ dinine ve hak ve hidayet üzere sebat ettikleri müddetçe hizbine yardımcı olacağını vaat etmiştir. Şam beldelerinden başlayıp Roma’nın fethine kadar uzanacak olan fetihler silsilesinin ve zaferlerin müjdesinin mutlaka gerçekleşeceğine inanıyoruz.

“Allah: ‘Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz.’ diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.” (58/Mücadele, 21)

Gürül gürül akan suyun üzerinde bulunan köpük, kibir putu haçlı siyonistlerin ahvalinin hülasasıdır. Haçlı başı Amerika, NATO Avrupası, Siyonistler, Mecusiler, Ortodoks Ruslar ve Budist çeteler… Tevhid düşmanı bu kavimler arasında özellikle de okuyan düşünen ve ülkelerinin politikalarının belirlenmesinde katkısı olan her birinin çok iyi bildiği bir şey var: Onlar, mensubu oldukları şu kokuşmakta olan leş hükmündeki şirk ve şer uygarlıklarının yıldızının sönmekte olduğunu ve İslam medeniyetinin yıldızının yeniden parlamaya başladığını anladılar. Üçüncü bin yılın başlarında başlattıkları Üçüncü Haçlı Seferinin uzamasının ve azgınlıklarının olabildiğince artmış olmasının bir sebebi de budur.

“Allah’ın nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” (9/Tevbe, 32)

Küresel, bölgesel ve yerel çapta tüm şirk ve şer unsurlarıyla mücadelenin hakkıyla sürdürülebilmesi için direniş unsuru tüm muvahhid erlerin asıl/ana karargahı, kalbin selim ve kavi olmasıdır. Fikrî yahut fiilî mücadele için hazırlık ve küresel şirke karşı direniş ise, Tevhid ve Sünnet nizamına baş koymuş, kalbi selim ve salih amellerle kuşanmış, yeryüzündeki tüm müvahhidlerin içinde bulundukları şartların tabii bir neticesi olacaktır.

Aziz ve sözü en yüce olup, kâfir olanların sözlerini alçatarak kuvvetlerini darmadağın eden Allah’a hamd ederiz.

Hidayete ulaştırıcı kitapla gönderilip, kılıçla desteklenen önderimiz Rasûllullah’a salât ve selam olsun.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver