‘Hakk’ın Özellikleri

Hamd; El-Hakk olan, hakkı kullarına kitap olarak indiren, Rasûl olarak insanlığa gönderen, sözü hak, kendi hak, O’na taalluk edenin hak olduğu Allah’adır.

Salât ve selam; hakkın taşıyıcısı ve öğreticisi, hak ehlini müjdeleyen, insanlığı hakka destek olmaya çağıran Muhamed Mustafa’yadır.

‘Hak’ kavramı Müslümanların en fazla kullandığı kavramlardan biridir. Bir şeyin doğruluğunu, rıza-ı ilahiye uygunluğunu ve vahiy kaynaklı olduğunu ifade etmek için ‘haktır’ deriz. Bunun karşılığında ‘batıl’ kavramını kullanırız. İslam ile şirk, iman ile küfür, sünnet ile bidatin mücadelesini hak-batıl mücadelesi şeklinde ifade ederiz.

Bu kavramın bu denli geniş anlamda ve fazlaca kullanılıyor olmasının nedeni vahiydir elbet. Rabbimiz doğru ve yanlış karşılaştırmasında mutlaka bu kavramı kullanır kitabında. Buna binaen Kur’an ve Sünnet merkezli düşünen ve kendini vahye nispet edenler kendilerine ehl-i hak, yollarına hak yol, mücadelelerine hak ve batıl mücadelesi derler.

Hak ehli olmak her birimizin nihai hedefi ve mücadele gerekçesidir. Ancak bir şeyi istemek ayrı ona muvafakat etmek ayrı şeydir. Bu yazımızda Kur’an’da ‘hak’ kavramı ile ilgili verilen ölçüleri ele almaya gayret edeceğiz. Ta ki müminler nefislerini, inançlarını, menhec ve ahlaklarını Allah’ın subhanehu ve teâlâ kitabına arz edip, sağlama yapabilsinler. Allah’ın subhanehu ve teâlâ ‘hak’ için zikrettiği ölçülere uydukları oranda hakkın ehli olmuş olduklarını, bu ölçülerden uzaklık nispetinde haktan uzak olacaklarını bilsinler.

1. Hakkın Kaynağı Vahiydir.

Hakkın en önemli sıfatı kaynağının ne olduğudur. İnsanın taşıdığı inanç ya da ahlakın hak olabilmesi için hakkın kaynağından alınmış olması gerekir. Aksi hâlde zahiri/sureten hakka benzese de ona hak denmez, hak olamaz.

“De ki: Hak sizin Rabbinizdendir…” (18/Kehf, 29)

İnsanoğlu cennetten kovulup dünyaya gönderildiği anda hak ile batıl mücadelesi İblis ile Ademoğlu arasında başlamıştır. İnsanın bu mücadeleye dair Rabbinden ilk duyduğu ayetler konumuz açısından önemlidir. Adem’in aleyhisselam şahsında tüm insanlığa seslenen Rabbimiz, onlara hak yolun ilk ve önemli kandilini bu niyetlerle yakmıştır.

“Hepiniz oradan inin” dedik. “Şayet Benden size bir hidâyet gelir de kim Benim hidâyetime uyarsa, onlar için korku yoktur ve onlar asla üzülmezler de.” (2/Bakara, 38)

“Buyurdu ki: “Hepiniz oradan inin. Kiminiz kiminize düşman olacaktır. Benden size bir hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa o, hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz.” ” (20/Taha, 123)

Bu ayetler bir hüküm ortaya koyarken, zımmen bazı hükümleri nefy etmekte, yine zımmen (mefhum’ul muhalifle) bu hükme uymayanların akıbetini beyan etmektedirler.

İki ayetin ortak noktası ‘… Benden size bir hidayet gelecek’ şeklindedir. Bir şeyin hidayet yani hak olmasının ölçüsü de belirlenmiştir. Bir şeyin hak/hidayet olması onun Allah’tan subhanehu ve teâlâ olmasına bağlıdır. Bu da inanç ve amellerde kaynak meselesinin önemine vurgu yapar.

Okuduğumuz veya bize öğretilen itikad ve eyleme dair her şeyde bu ölçü temelimiz olmalıdır. Bilgiyi bize sunan tarafa ‘Bunun delili nedir?’ diyerek kaynağını sormalı Allah’tan olup olmadığına yani hidayet/hak olup olmadığına bakmalıyız.

Batıl ehlinin temel özelliklerinden biri kaynak bilincine sahip olmamaları, inancı ve ameli belirleyen bilgi konusunda gevşek davranmalarıdır. Kur’an-ı Kerim bu duruma ‘zanna tabi olma’ der.

“Onların çoğu sadece zanna tabi olur. Zan ise haktan bir şey ifade etmez. Allah onların yaptıklarını bilendir.” (10/Yunus, 36)

Mekkeli müşrikler inanç ve amellerine kaynaklık teşkil eden bilgi hususunda duyduklarıyla yetiniyor, bunun İbrahim aleyhisselam öğretisi olduğuna inanıyor ve tabi oluyorlardı. Allah subhanehu ve teâlâ onların kaynak problemli bilgi anlayışını ‘zanna tabi olma’ olduğundan kınıyor ve hakkı ifade etmeyeceği, onun yerini alamayacağı noktasında Müslümanları uyarıyordu.

Benzer şirk ve cahiliye toplumlarında durum bundan farklı değildir. İnsanların bilgileri sohbet meclislerinde duyulan, taziye vaazlarında anlatılan, yaşlı amcaların geçmişten naklettikleri hikayelere dayalı, senaryosu neye göre yazıldığı belli olmaya görsel yayınlara dayanmaktadır. Daha tehlikelisi ise zamanımızda hızla yayılan sanal bilgilerdir. Kim olduğu belli olmayan kullanıcılar, neye dayandıklarını belirtmeden, parantez içine uydurma kaynaklar yazarak bilgiler paylaşıyorlar. Bu bilginin hazır alıcısı mevcut. Almakla yetinmeyen, buna itikad bina eden, bu bilgiyle insanlarla tartışıp konum belirleyenler dahi var.

Müslüman bu noktada bilinçli davranmalı ve bilginin kaynağını araştırmalıdır. Hurafe ve zanna dayalı bilgiden kaçındığı gibi, sanal ortamların bilgisinden de kaçınmalı, kaynağından emin olmadığı bilgiyi kalp ve zihnine almamalıdır.

2. Hak Apaçık Olandır

Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“O gün Allah onların hak ettiklerinin karşılığını verecektir. Ve onlar Allah’ın El-Hakk-ı mubin/apaçık hak olduğunu bileceklerdir.” (24/Nur, 25)

Allah subhanehu ve teâlâ El-Hakk-ı mubin olduğu gibi, O’nun subhanehu ve teâlâ kitabı da gönderdiği Rasûller de apaçık mesajlarla gelmiştir.

“Ta, Sin, Mim. Bu apaçk kitabın ayetleridir.” (28/Kasas, 1-2)

“Rasûller yalnızca apaçık bir tebliğle yükümlüdür.” (29/Ankebut, 18)

Hak, içinde kapalılık olmayan, her yönüyle apaçık olan şeydir. Muhatabın anlamadığı, süslü kelimeler, zor terkipler ve uzatılmış cümlelerle ‘ne kadar edebî’ dedirten ama hiçbirşey anlaşılmayan şey değildir hak. Hak, insanlar anlasın ve yaşasın diye vardır. Bu nedenle de anlaşılırdır. Bir insanın İslam dairesine girebilmesi için olması gereken inanç esaslarına göz attığımızda, bu çok daha iyi anlaşılacaktır.

“Sizin ilahınız tek bir ilahtır. O Rahman ve Rahim’dir.” (2/Bakara, 163)

“Muhammed Allah’ın Rasûlü’dür.” (48/Fetih, 29)

“Alemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilmiş, içinde şüphe olmayan bir kitaptır.” (32/Secde, 2)

“Ey kavmim Allah’a ibadet edin, sizin için O’ndan başka ilah yoktur.” (23/Müminun, 23)

Ne kadar sade, anlaşılır ve yalın cümleler. Allah’tan olan ve kaynağını vahiyden alan her mesaj böyle olmalıdır. Hak, fıtratlara hitap edip vicdanlarda makes bulduğundan süslenmeye, uzatılmaya, eğip bükülmeye ihtiyacı yoktur.

Batıl ise dayanaksızdır. Fıtrat ve vicdana uyumlu değildir. Bu nedenler uzadıkça uzar, kabul görmek için muhatabı iknaya çalışır.

‘Hakk’ olanı herkes anlar. Seviyesi ve statüsü ne olursa olsun hak, duyulduğu anda muhatap tarafından idrak edilir. Öyle ki ona kulak tıkayan, anlayamadığını söyleyen batıl ehli dahi onu çok iyi anlar, idrak eder. Batıl ise sınırlı insan ve belli zümreler tarafından anlaşılır. Sadece ona gönlünü açan, cahiliye taassubuyla ona taraf olan, sosyal bir çevrede tutunmak isteyen insanlar onu anlayabilir.

Bu noktada hakka tercüman olmayı vazife edinmiş kardeşlerimize bir uyarıda bulunmak istiyoruz:

İnsanlara güzel söz söylemek’, ‘Sözün en güzeline kulak vermek’, ‘Güzel öğütle insanları Allah’a davet’ gibi Rabbani öğütler ayrı bir şey, sözü uzattıkça uzatmak, anlaşılmaz kelimelerle muhatabı sözlüklere yöneltmek, uzayan terkiplerle süsü hakikatin önüne geçirmek ayrı şeydir.

İnsanların ‘hakk’ ile arasına uzun mesafelerin ve kalın perdelerin girdiği şu zamanda; hakk yalın, sade ve anlaşılabilir olmalıdır. Hakkın güzelliği kelimelerde değil, taşıdığı anlamlarda, batılın süsü ise kelime ve uslubundadır.

Hakkın apaçık olması bulandırılmaması İslam nezdinde en önemli konulardandır. Bu nedenle hakkın apaçık oluşu aleyhine tüm faaliyetler en ağır suçlar kapsamında değerlendirilmiş ve sahipleri Kur’an’ın en ağır tehdit ve yergisine muhatap olmuşlardır.

“Muhakkak indirdiğimiz apaçık ayetlerimizi ve hidayeti, insanlara Kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edenler lanet eder.” (2/Bakara, 159)

“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir pahaya değiştirenler (var ya); işte onlar (ahirette) karınlarında ateşten başka bir şey yemezler, Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz, onları temize çıkarmaz, onlar için acıklı bir azap da vardır. Onlar hidayete karşılık sapıklığı, mağfirete karşılık azabı satın alanlardır. Onlara ateşe karşı dayanma gücü veren nedir?” (2/Bakara, 174-175)

Hakkı gizleyenler bu ağır ifadelere muhatap olurken, onu apaçık bir şekilde anlatmayan, hakkı ağzında geveleyen ya da içine batılı karıştıranlar da bu yergi ve kınamadan nasiplerini almışlardır.

“Beraberinizdekileri (Tevrat’ı) doğrulayıcı olarak indirdiğime iman ediniz ve onu inkâr edenlerin ilki olmayınız. Ayetlerimi de az bir pahaya satmayınız ve yalnız benden korkunuz.” (2/Bakara, 41)

3. Hak Tektir

Hakk’ın kaynağı tektir, apaçıktır. Buna bağlı olarak da hakk tektir, birden fazla olamaz. Batıl ise şeytanidir, insanların heva ve arzularına dayanır. Kaynağının çokluğu nedeniyle birden fazladır.

“İşte bu sizin El-Hakk olan Rabbinizdir. Haktan sonrası sapıklıktan başka bir şey değildir. Nereye çevriliyorsunuz.” (10/Yunus, 32)

Rabbimiz, vahyin aydınlığı ve batılın karanlığını karşılaştırdığı yerlerde nur kelimesini müfred/tekil, karanlığı ise cemi/çoğul kullanarak bu hakikate işaret etmiştir.

“Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kafirlerin dostu ise tağuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır…” (2/Bakara, 257)

“Sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için o ve melekleri size salât eder. O müminlere merhametlidir.” (33/Ahzab, 43)

Hak ehli olmak isteyenlerin çok iyi anlaması ve üzerinde sebat etmesi gereken noktalardan biri de budur. Hakkın kesinliği ve keskinliği, sahiplerini dünya ve ahirette sabit kılıcı olma özelliği onun tek oluşu ve çeşitlenmiyor oluşuyla alakalıdır.

Tek olan, yakin hasıl eder. Muteaddid olan ise şüphe ve zan… İnsanın amel ve eylemlerinin kalite ve devamlı oluşu, düşüncenin berraklığı ve kesinliğiyle alakalıdır. İnsanın inandığı tek hakikat kalbini kuşatıp etkilediği için insanın amellerini tek yönde kanalize eder. Bu durumda salih amellerin dünyada meyvelerini verip, sahibinin imanından tat almasına ve yeryüzünde kalıcı olmasını sağlar.

Bu nedenle batıl ehlinin hak ehline yönelik en ciddi hamlesi hakkı sulandırmak ve batılın da bir fikir/inanç/ideoloji olarak meşru olabileceğini kabul ettirme çabasıdır. Bunun için çeşitli yollara başvurur, diyalog ve karşılıklı hoşgörüden başlayarak eziyet, sürgün ve öldürmeye varan farklı yöntemler kullanırlar.

Müşriklerin, Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem ‘Bir müddet sen bizim ilahlarımıza ibadet et, bir müddet biz senin ilahına ibadet edelim’ teklifi hakkı sulandırma ve onu çeşitlendirme çabasından başka bir şey değildir.

Vahyin bu çabalara cevabı şöyledir:

“Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O hâlde ona uyun. Başka yollara uymayın. Sonra sizi O’nun yolundan ayırırlar. İşte sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye etti.” (6/En’am, 153)

Bu ayetin siyak ve sibakı ele alındığında mesele daha iyi anlaşılacaktır. ‘Vasiyet’ ayetleri olarak bilinen önceki üç ayette Allah subhanehu ve teâlâ müminlere tavsiyelerde bulunur. ‘Allah’a ibadet edin, O’na hiçbirşeyi ortak koşmayın’ ilkesiyle başlayıp, Müslümanlara farz olan ebeveyn hakkı, kul hakkı, zinanın, katlin, yetim malı yemenin haram oluşuyla ilgili hükümlerin beyanıyla devam eder. İtikadi, hukuki ve ahlaki öğretilerin mealini verdiğimiz ayetle sonlanması ise önemli bir mesaj içerir. İnane, hukuk ve ahlak olarak tek hak, takip edilecek yol ve uyulacak öğüt İslam’dır. Onun dışındaki tüm yol ve yöntemler insanı sıratı müstakimden koparacak saptırıcı yollardır.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu ayetin ve içerdiği ‘hakkın tek oluşu’ mesajının sahabenin gönlüne ve aklına hece hece nakşolmasını istedi. Ayet-i celileyi şöyle tefsir etti:

‘Allah Rasûlü düz bir çizgi çizdi. ‘Bu Allah’ın yoludur’ dedi. Bu çizginin sağına ve soluna çizgiler çizdi. ‘Bu yolların her birinin üzerinde şeytan vardır, ona davet eder’ dedi ve bu ayet-i kerimeyi okudu. (6/En’am, 153)’ (Müsned)

Modern meydan okuma ve postmodern aymazlığın insanlığa ‘izafiyetçiliği’ dayattığı zamanımızda bu hakikatlerin daha da belirginleşmesi gerekiyor. Her şeyin izafi olduğu, herkesin doğrusunun sadece kendini bağladığı ve her düşünceye hoşgörülü olmamız gerektiği yönünde telkinler; hakkı sulandırma ve batılı meşrulaştırma çabasından başka bir şey değildir. Aynı zamanda hak ehlinin uğruna yaşayıp uğruna öldüğü ve tüm benliklerini kuşatan hakkın tekliği ilkesini, buna bağlı olarak da mücadele azim ve iradelerini ellerinden almaktır.

İslami camianın içinde bu rüzgarın etkilerini müşahade ediyoruz maalesef. Bir grup tamamen bu görüşe taraftar olmuş durumda. Demokrasi ve fikir hürriyeti adı altında süzme demokratlara taş çıkartacak şekilde paralıyorlar kendilerini. Bir başka grup tarihin çöplüğünde nakil antikacılığı yapıyor. Tarihte konuşulmuş ve ortaya atılmış ne kadar fikir varsa bunları itinayla topluyor, geçmişe ait olması hasebiyle kutsuyor ve ilgili-ilgisiz birçok konuya iliştirip, sonuç olarak meselenin ihtilaflı olduğu kanısına varıyor. Böylece hakkın tek olmadığı, birden fazla doğru olabileceği çıkarımıyla hak çeşitlendirilmiş oluyor.

Buna mukabil hakkın tek oluşu ilkesini savunanlar aşırılık, bölücülük ve fitne yapmakla suçlanıyor. Hakka taraftar olmak isteyenlerin bu mahalle baskısı karşısında sabır ve yakinde direnmesi, vahyin öğretileriyle teselli olup, hakkın ve ehlinin azlığı gerçeğiyle yollarına devam etmeleri gerekiyor.

4. Hak Batıl ile Mücadele Eder

Hak, tabiatı itibariyle batıla düşmandır ve onunla mücadele eder. Çünkü hak, insanların dünya ve ahiret saadeti için vardır. Birey ve toplumun dünya ya da ahirette bedbaht olmasına sebebiyet verecek şeylere engel olur. Bu düşmanlık ve mücadele beşeri olana benzemez. Irk, toprak, grupçuluk ve çıkar düşmanlıkları gibi geçici değildir. Hak, batıl ve taraftarları arasındaki bu çekişme El-Hakem olan Allah onların arasında hükmedip, nihai hükmünü beyan edene dek sürecektir.

“Allah’a ibadet etmeye davet etsin diye Semud’a kardeşleri Salih’i gönderdik. Aniden birbiriyle husumet/düşmanlık eden iki grup oluverdiler.” (27/Neml, 45)

Ayeti kerimede geçen aniden/fec’eten ifadesi önemlidir. Hak ve batıl karşı karşıya geldikleri anda vakit geçmeksizin aralarında düşmanlık belirmiştir. Birdenbire aralarında baş gösteren bu düşmanlığın açıklanması kolaydır. Hak, batılı ezip yeryüzünden silmedikçe, kaynağını aldığı El-Aziz ve El-Kahhar olan Allah subhanehu ve teâlâ gibi karşısında duran şeylere üstün gelip zuhur etmedikçe tamamlanmış olmaz. Bu nedenle batılı istemez, ona düşmanlık eder ve mücadele içinde olur. Batıl ise hak karşısında tutunamayacağını bilir. İnsanları özlerinde/fıtratta var olana davet eden, onları asıllarına döndürecek ve kalplere hitap eden bu çağrının, varlığını tehdit ettiğini düşünür. Var olabilmek için varlık mücadelesi verir.

Batıl karşısında bu kutlu mücadeleyi verecek olanlar hak ehlidir. Bu mücadelenin ruhunu, imamlarını, mücadele için gerekli olan azığı ve mücadelenin değişmez seyrini/sünnetullahı bilmek zorundadırlar. Zikredilenleri bilmeyen ve amel etmeyenler hakkın taraftarı değil, hak ehli olduğunu düşünenlerden olur. Çünkü; hakkın kendisi Allah’tan olup vahye dayandığı gibi, batılla mücadele metodu da Allah’tan olup vahye dayanmalıdır. Tarih boyunca kendilerini hakka nispet edip bu nisbetleri iddiadan öteye geçmeyenler, ya kaynağında ya da mücadele metodunda haktan uzaklaşanlardır.

Bu saydıklarımız için en önemli ve özlü kaynak Allah’ın kitabıdır. Hak ehlinin kıssalarıyla kalplere sebat veren, hak ehlinin kesin galibiyetiyle korku ve endişeleri sonlandıran Kur’an kıssaları bu mücadelenin temel kaynağı ve azığıdır.

“Sana Peygamberlerin haberlerine dair neyi anlatırsak, onunla kalbine sebat verelim diye anlatıyoruz. Bunda da sana hak, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” (11/Hud, 120)

Nuh’un aleyhisselam her nesle, içinde sadra şifa öğütler barındıran ve zorlu imtihanlarda muvahhidleri teselli eden kıssasının ardından şöyle buyurur Rabbimiz:

“Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan evvel ne sen biliyordun ne de kavmin. O hâlde sabret. Akıbet hiç şüphesiz takva sahiplerinindir.” (11/Hud, 49)

Asrımızın muvahhidlerinin çetin imtihanlarından olan ‘Esaret’ fıkhını da barındıran Yusuf’un aleyhisselam kıssası ardından da şöyle der Rabbimiz:

“Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır. O (Kur’an) uydurulan bir söz değildir. Fakat kendisinden önce olanları doğrulayıcı, (insanlara) gerekli herşeyin açıklayıcısı, iman edecek bir topluluk için de hidayet ve rahmettir.” (12/Yusuf, 111)

Hakk’a gönül vermiş ve bu mücadelede hak saflarında yer alan yiğitlerin Kur’an kıssaları üzerinde dikkatle durması gerekmektedir. Sadece bilgi/malumat olarak bu kıssaları bilmek yetmez. Onları ders yapmak, ayetlerin üzerinde durup tefekkür etmek, yaşanılan vakıaya uyarlamak ve gerekli dersleri çıkarıp mücadele yolunu aydınlatan birer kandil kılmak gerekir.

5. Hak Batıla Galip Gelendir

Hak ehli olmak, El-Hakk olan Allah’a asker/taraftar olmaktır. Allah subhanehu ve teâlâ emrinde galip olduğu gibi, O’na subhanehu ve teâlâ taraftar olan ve O’nun subhanehu ve teâlâ askerlerinden olan ehl-i hak da galip gelecektir.

Allah’ın subhanehu ve teâlâ yer, gök ve içindekileri yaratmasındaki hikmetlerden biri de budur.

“Biz göklerle yeri ve aralarında olanları oyalanalım diye yaratmadık. Eğer biz eğlence edinmek isteseydik elbette onu kendi katımızdan edinirdik. Fakat Biz (bunu) yapanlar değiliz. Bilakis Biz, hakkı bâtıl üzerine bırakırız da hak onun beynini darmadağın eder; o da derhal çekişerek can verir. (Allah’ı) nitelendirmenizden ötürü vay size!” (21/Enbiya, 16-18)

Müslümanın bu mücadele esnasında kesin olarak bilmesi gerekir ki; hak-batıl kavgası düz bir çizgide değil dairesel bir döngüde gerçekleşir. Yani bu kavganın seyri değişken, akıbeti ise değişmezdir. Seyir esnasında sadık olanlarla olmayanları açığa çıkarmak, pis ile temizi ayırt etmek ve müminler arasında şehitler edinmek için Allah müminleri imtihan edebilir.

“Eğer size (Uhud’da) bir yara dokunduysa o topluluğa da (Bedir’de) öylece bir yara dokunmuştur. O günleri; biz insanlar arasında döndürür dururuz. Ta ki Allah müminleri ayırt etsin. Aranızdan şahidler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” (3/Âl-i İmran, 140)

“Allah müminleri üzerinde bulunduğunuz bu hâlde asla terk etmez. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır. Allah, size gaybı bildirecek de değildir. Fakat, Allah Peygamberlerinden kimi dilerse seçer. O hâlde Allah’a ve Rasûllerine iman edin. Eğer iman eder ve sakınırsanız sizin için pek büyük bir mükafat vardır.” (3/Âl-i İmran, 179)

Bu imtihan çok çetin olup, müminlerin sarsılmasına, zorlanıp yüzlerini semaya dönmelerine neden olabilir. Anlık tereddütler, yılgınlıklar ve yenilmişlik yorgunluğu hissedilebilir.

“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin hâli (musibetlerinin benzeri) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar gelip çattı ve öyle sarsıldılar ki, hatta Peygamber kendisine iman edenlerle birlikte: “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” derlerdi. Haberiniz olsun ki Allah’ın yardımı yakındır.” (2/Bakara, 214)

“Nihayet o Peygamberler (kendilerini yalanlayanların imanlarından) ümitlerini kesip de (kafirler de) yalan söylediklerinin ortaya çıktığını sandıkları bir sırada, onlara yardımımız gelmiş de dilediğimiz kurtuluşa erdirilmişti. Ama kafirler güruhundan azabımız asla geri çevrilemez.” (12/Yusuf, 110)

“Hani onlar size hem üstünüzden hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. O vakit gözler yerinden kaymış, yürekler de gırtlaklara varmıştı. Allah hakkında da türlü zanlarda bulunuyordunuz. İşte orada müminler imtihan edilmiş ve şiddetli şekilde sarsılmışlardı.” (33/Ahzab, 10-11)

Bunlar insanın tabiatında var olan zayıflık ve acziyetin, unutkanlık ve cehaletin sonucudur. Ancak, bunlar geçici olmak zorundadır ve kalbi istila etmemelidir. Çünkü nihai zafer, mutlak akibet muttakilerindir. Bu, Allah’ın subhanehu ve teâlâ ilk muvahhid nesilden bu yana tüm müminleri kendisiyle müjdelediği hakikattir.

“Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesi yapanlar işte onlar, şüphe yok ki en zelil olanların arasındadırlar. (Çünkü) Allah: “Andolsun ki Ben ve Peygamberlerim mutlaka galip geleceğim” diye yazmıştır. Muhakkak ki Allah yegane güç sahibidir. Emrine karşı konulamayandır.” (58/Mücadele, 20-21)

“Andolsun ki biz senden önce kavimlerine Rasûller gönderdik. Onlar da kavimlerine açık açık delillerle geldiler. Biz de günahkarlardan intikam aldık. Müminlere yardım etmek ise zaten üzerimize bir haktır.” (30/Rum, 47)

“… Allah işinde galip/üstün olandır. Lakin insanların çoğu bilmezler.” (12/Yusuf, 21)

“Biz ise o arzda mustazaflara lütuf etmek, onları önderler yapmak ve onları vârisler kılmak istiyorduk. Ve onlara arzda güç ve imkan (iktidar) verelim; Firavun’a, Hâmân’a ve ordularına da onlardan korka geldiklerini gösterelim (istiyorduk).” (28/Kasas, 5-6)

“Musa kavmine: “Allah’tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır, kullarından dilediğine onu miras verir. İyi akibet ise, takva sahiplerinin olacaktır” dedi.” (7/Araf, 128)

Göklerden gelen bu ilahi fermanlar kalpleri öyle bir kuşatmalı ve tesiri altına almalıdır ki, tüm korkuları, endişeleri ve yılgınlıkları kaldırıp yerini yakinin ve güvenin esenliğine bırakmalıdır.

Bunca ilahi müjdeye rağmen kalplerde korku ve yılgınlık süreklilik arz ediyor ve insanı bu duygular yönlendiriyorsa nifaktan ve kalp hastalığının müzmin bir hâl almasından korkulur.

“De ki: “Hak geldi, batıl da çekişe çekişe can verdi. Çünkü batıl can çekişe çekişe yok olucudur.” ” (17/İsra, 81)

“De ki: “Hak geldi. Batıl ne yeniden bir şey var edebilir, ne de geri getirebilir.” ” (34/Sebe, 49)

“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki Allah kendi nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı değildir. Kafirler hoş görmese de. Dini (İslam’ı) bütün dinlere üstün kılmak için, Rasûlü’nü hidâyetle ve hak din ile gönderen O’dur. Müşrikler hoş görmese de.” (9/Tevbe, 32-33)

6. Hak Kalıcı Olandır

Kur’an-ı Kerim insanların çok iyi anlamasını istediği meseleleri misaller vererek anlatır. Soyut olan anlamları bu misaller aracılığıyla somutlaştırır ve muhatabın kalbine ilmek ilmek dokur. Bu özlü ve derin anlamlar barındıran misallerden biri hak ve batıla dair Ra’d suresinde verilen misaldir.

“O, gökten bir su indirdi de dereler kendi miktarlarınca sel dolup taşar. Sel de yüze çıkan bir köpük yüklenip götürür. Bir süs veya bir fayda elde etmek için ateşte erittikleri şeylerden de bunun gibi bir köpük çıkar. İşte Allah, hakk ile batılı böyle örneklendirir. Ancak köpük atılır gider. İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince, işte bu, yerde kalır. Allah örnekleri işte böyle verir.” (13/Rad, 17)

Batıl suyun üzerindeki köpük ya da kullanıma hazır gelmesi için ateşte şekil verilen madenin üzerinde açığa çıkan köpük gibidir. Kendisi asıl değildir. Belli bir durum nedeniyle ortaya çıkmıştır. Kendisini ortaya çıkaran şartlar son bulduğunda –ki arızi olması nedeniyle buna mahkumdur- o da yok olacak ve ondan geriye eser kalmayacaktır.

Hak ise asıldır. Hayatın idamesi için varlığı zorunludur. Üstünü köpük kaplayıp görünmesine engel olsa da, köpük tabakası yok olacak ve altında yatan hakikat açığa çıkacaktır. İnsanlar onunla muamele ettikçe köpüğün sadece göze hitap ettiğini, hayatın zaruri ihtiyaçlarını karşılamadığını, insanın rahatını da sağlamadığını görecek, faydalı olana yani suyun ve madenin bizzat kendisine yönelecektir.

Evet, batıl köpük gibidir. Bazı zamanlarda debdebesi, ihtişamı ve etrafında topladığı hevasını ilah edinmiş kalabalıklarla göz boyayabilir, kulakları büyüleyip hisleri yanıltabilir. Firavun sihirbazlarının gözleri boyadığı, cahiliye şairlerinin duyguları yanılttığı, İsa’nın aleyhisselam kavminin tıpçılarının bilimle insanları etkiledikleri gibi.

Bunlar karşısında hak ehli gevşekliğe kapılmamalıdır. Batıl debdebe ve ihtişamıyla arz ediyorsa bu Musa’nın henüz asasını atmadığından, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın ayetlerini okumaya başlamadığından ve İsa’nın çamurlaşmış fıtratlara hayat verecek nefhasını üflemediğindendir. Yani batılı ihtişamlı kılan gücü ve sağlamlığı değil, hak ehlinin vazifesini hakkıyla yerine getirmemesidir.

İnsanlık tarihi boyunca batıl farklı suretlerde ortaya çıkmıştır. Bu iddialı çıkışlar hüsranla sonuçlanmış ve ortaya çıkan batılın bir öncekini yemesiyle nihayete ermiştir. Putperestlik, kahinlik, şiir, sihir, mistizm, Marksizm, Kapitalizm, Liberalizm, Modernizm… Ve tüm zamanların en fazla taraftar toplayan dini olan Demokrasi…

Hak ise hep aynıdır ve her nesilde hakkın taraftarları bir sonraki nesle örnek olup, mücadele azmi ve tecrübesiyle onları daha ileriye taşımıştır. Adem’den aleyhisselam Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem tüm Rasûller, insanları bir tek şeye/hakk’a davet etmişlerdir. O da İslam’dır.

Bizden önce nice batıl ve taraftarları büyüklendiler, hiç silinmeyeceklerini düşünüp yeryüzünü ifsad ettiler. Bugün sadece onları birer ibret vesikası olarak hatırlıyor ve lanetliyoruz. Öyle ki sadece bizler değil, onlardan sonra gelmiş ve batılın yeni suretini temsil edenler dahi seleflerini lanetliyor.

Hakk’a gönül vermiş olanlar bilmelidir ki; öncekiler yeryüzünden silinip birer ibret vesikası oldukları gibi, bugünün ihtişamlı batıl ehli de aynı akibete uğrayacak ve silineceklerdir. Kalıcılık, asıl olanın; zeval ise, köpük olanın kaderidir.

Sözün özü;

Hak, Allah’tan subhanehu ve teâlâ olandır.

Hak, içinde hiçbir kapalılık olmayan ve her tabakadan insanın zorlanmadan anladığı hakikattir.

Hak, tektir ve çeşitlenmez. Bir olan hakkın dışındaki tüm yollar üzerinde şeytanlar vardır ve bu yollar sırat-ı mustakimden insanları saptıran yollardır.

Batılla mücadele etmeyen, sureten hakka benzese de, hak değildir. Batıl hakkın karşısında zeval bulmaya mahkumdur.

Batıl köpük misalidir, sonu kesiktir. Hak, El-Hakk olan insanlar arasında hükmedinceye dek faydalı ve kalıcıdır.

İlahi, bizlere hakkı hak olarak gösterip ona ittibayı, batılı batıl olarak gösterip ondan içtinab etmeyi müyesser kıl.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver