Genel Olarak Arapların Durumu, Cahiliye -1

Davetin merkezi konumundaki Arap yarımadası, çöllerle kaplı bir coğrafyaya sahipti. Bu çöller sayesinde doğal bir koruma çemberine alınmış, sağlam bir kale görünümüne bürünmüştü. Etrafında Pers ve Roma gibi büyük imparatorluklar bulunmasına rağmen, işgale uğramamış ya da işgale teşebbüs edilse de tam olarak başarıya ulaşılmamış olmasının tek sebebi de buydu zaten. Bu devletlerin yapabildikleri en fazla şey, sınırlarındaki Arap toplumlarının efendilerine taç giydirip, onları vali atamaları, böylece egemenliklerini sağlamaya çalışmaları olmuştu. Bunun dışındaki bölgelerde ise Arap yarımadasına has olan kabile ve aşiret şeflerinin mutlak hakimiyeti vardı.

Ekonomik olarak en büyük geçim kaynakları ticaretti. Bu ticareti de ancak haram aylarda gerçekleştirebiliyorlardı. Sanat yok denecek kadar azdı. Ticaretin dışında birçok meslek köleler tarafından yerine getiriliyordu.

Araplardaki genel siyasi ve idari yapı, yukarıda da söylediğimiz gibi ya valiler ya da kabile başkanları tarafından şekillendiriliyordu. Ancak davetin merkezi olan Mekke, kendine özgü koşulları nedeniyle daha yakından incelenmeyi gerektiriyor. Kabe’nin bulunması ve bununla beraber ticari ve dini yönden merkez olarak görülmesi, birçok insanın haram aylarda Mekke’ye akın etmesine neden oluyordu. Bu durum, Mekke idarecilerini daha ayrıntılı bir idari yapıyı korumaya sevketti.

Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem dedelerinden Kusayy, onun doğumundan yaklaşık yüz otuz sene önce Mekke’yi istila etmiş, kabilesi Kureyş’in dağınık fertlerini bir araya getirmiştir. Hayattayken, dinin ve ticari hayatın sekteye uğramaması için bir çok yeni kurum oluşturmuştur. Ölümünden sonra ihtiyaç duyuldukça yeni yeni birimler Mekke’deki idari sisteme dahil oluyordu. Bu birimlerden en dikkat çekicileri; Dar’un-Nedve, Sikaye, Rifade, Aşnak ve Sifareydi.

Dar’un Nedve: Siyer okumalarında birçok defa karşımıza çıkacak olan bu kurum, Mekke’nin toplumsal hayatına yön veren, kararların çıkarıldığı bir toplumdu. Bu meclis kararlarının, mutlak bir bağlayıcılığı vardı.

Sikaye ve Rifade: Hacılara su ve yemek dağıtma işlerinin kurumsal adıydı. Araplar için bu göreve gelmek büyük bir şerefti. Peygamberimizin dedesi Abdulmuttalip, amcaları Ebu Talip ve Abbas bu görevleri yürüten kimselerdi.

Aşnak: Adli vakaların çözümü için kurulmuş bir birimdi. Bir nevi Adalet bakanlığı görevi görüyordu. İslam’a girmeden önce Ebu Bekir radıyallahu anh bu görevi yürütenler arasındaydı.

Sifare: Kureyş’in başka kabilelerle arasındaki ilişkileri düzenleyen birim. Dışişleri bakanlığına benzeyen bu birimin başında da Ömer radıyallahu anh vardı.

Bunlar gibi daha sayılabilecek birçok askeri, dini, mali birim mevcuttur.

NOTLAR

1. Davetçi, davet yapacağı alanı her yönden araştırmaya tabi tutmalıdır. İncelenmesi gereken yönlerden bir tanesi de coğrafi koşullardır. Yaşanılan coğrafyanın, davet için doğal bir koruma alanı oluşturuyor olması, davetin ömrünü uzatacaktır. Mesela: Mekke ve Arap yarımadasının etrafındaki iki büyük imparatorluğun İslam’a; Müslümanların neredeyse Arap yarımadasının hepsini hakimiyetleri altına alacak kadar saldıramamış olması, Allah’ın yardımı ile beraber bu doğal korumanın bir sonucudur.

Yine coğrafi koşullar incelenirken, göz önünde bulundurulması gereken diğer bir hususta; Yaşanan yerin insan karakteri üzerindeki etkisidir. Örneğin; çöllerle kapalı bir alanda yaşayan Araplar, aynı çöl gibi en ufak bir rüzgarda bile değişebilen yapıya sahiptiler. Hemen kızar, öfkelenir, asla sakinleşmeyecek denilirken, bir anda sessizliğe bürünürlerdi. Çok basit meseleler yüzünden tartışır, sadece kabilelerini değil koca bir Arap yarımadasını savaş alanına çevirecek çatışmalara bu meseleleri dayanak yaparlardı.

Dolayısıyla muhatabını dünya ve ahiret saadetine çağırıp, uzaklaştırmayı kendine görev bilen Müslüman fert, karşısındaki insanın karakterini iyi tahlil etmeden gelişi güzel bir davet yapması düşünülemez. Bu tahlilin kişinin İslama girmesi ile biteceğini düşünmemek gerekir. Davetçi bir cerrah titizliği ile cahiliye pislikleri ile şekillenmiş bu hasta karakteri, temiz olan fıtrata döndürmek için çabalamalıdır.

Burada coğrafi koşulların karakter üzerindeki etkisinden bahsetmemiz, kişiliği etkileyen tek şeyin bu olduğu kanısına bizi götürmemeli. Bilakis bunun dışında siyasi, sosyal, iktisadi ve fıtri gerçeklerle, şahsın ailevi ve öğrenim durumunu hesaba katarak, bir analiz yapmak bizim için portreyi netleştirecektir.

Coğrafi koşullar ile alakalı söyleyeceğimiz son şey ise şudur; çöl ve üzerinde apaçık gökyüzü, insan zihnin berraklaşmasını ve keskinleşmesini sağlar. Bu yüzden Araplar bir duyuşda onlarca hatta yüzlerce beyitlik şiirleri ezberlemekte ve birbirlerine aktarabilmektedirler. Aslında bu ezber kuvvetinin onların arasında bir övünç meselesi olmadığını görmemiz bile, meselenin ne kadar da olağan birşey olduğunu bize fark ettiriyor. İşte onların zihinlerinin bilgiyi almaya bu kadar elverişli olması dinin en önemli ikinci kaynağı olan sünnetin sağlam bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamıştır. Burada Kur’an’ı zikretmiyoruz. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ onu lafzen koruyacağını açıkça beyan etmiştir. Sünnetin korunması için ise çeşitli vesileler kılmıştır. Allah-u Alem.

2. Müşriklerin asıl dinleri, heva ve heveslerine tabi olmaktır. Bağlı olduklarını iddia ettikleri dinin, kendi nefislerine hoş gelen kısımlarını alır, geri kalanlarını ya arkalarına atar ya da hevalarına uydurmaya çalışırlar. Siyer okumaya devam ettikçe bunun sayısız örnekleri ile karşılaşacağız. Ancak burada onların haram aylara olan hürmetlerini(!) anlatmakla yetineceğiz.

Mekkeliler için ticaret herşey demekti. Ticaretlerinin bitmesi hayat damarlarının kesilmesi anlamına geleceği için, işlerinin sağlıklı yürümesini sağlayacak her türlü tedbirlerini alıyorlardı. Bunlardan bir tanesi de haram aylardı. Normalde haram ayların zamanı belli idi. Ancak Mekkeli müşrikler haram ayları düzenlemekle görevlendirdikleri bir görevliye, o seneki ticari ve askeri duruma göre haram aylar değiştirme yetkisi veriyorlardı. Böylelikle haram aylarla çakışan bir savaş varsa o ayı değiştiriyor ya da erteliyorlardı.

Günümüz cahiliyesinde de durumun farklı olduğunu söylemek zor. Nedense din, rejimin aklına vergi zamanlarında ya da kaçak elektrik kullanımı arttığı zamanlarda geliyor. Veya bir grup, ırkçılık bayrağını açıp, rejime karşı savaşa başladığında bir anda din kardeşi oldukları, İslam’da ise ırkıçılığın yeri olmadığını, minberdeki ‘sahibinin sesi’ kölelerin dillerinden dökülmeye başlıyor! Sanki yıllardır ırkçılığı besleyen kendileri değilmiş gibi.

Tablo pek de şaşırtıcı değil! Ama asıl insanı hayrete düşüren kendilerine Müslüman diyen kitlelerin, resmen dinle dalga geçmek diye tabir edilebilecek bu tablo karşısında sus pus kalmaları! Cahiliye aynı cahiliye! O zaman verilecek mücadele de, Mekke cahiliyesine karşı yükseltilen tevhidi dirilişin tıpatıp aynısı olmalı! Bu menheçten ufacık bir sapma bizi çıkmaz sokaklara götürecek, bir cahiliyeyi yıkmaya çalışırken yeni bir cahiliyenin temellerini farkında olmadan atmamıza neden olacaktır. İmam Malik rahimehullah bunu çok güzel ifade etmektedir: ‘Bu ümmetin başı ne ile ıslah oldu ise, sonu da aynı şeyle ıslah olur.’

3. Mekke’deki idari yapı bize, bugünün sapık parlamentolarını ve bakanlar kurulunu anımsatmakta diyoruz, çünkü iki yapı arasında birebir benzerlik beklemek hayal olur. Her dönemin kendine has koşulları nedeni ile farklı ve yeni bir yapı gerektirdiği ise bir gerçektir. Bu durumda şirk meclislerini karşılaştırmak ve hüküm vermek için şekile takılmak, insanları aldatabilir. Önemli olan şekil değil işlevdir. O günün Daru’n Nedve’si insanların hayatlarına yön veren kanunlar çıkartıyor muydu? Mesela yukarıda verdiğimiz örnekte olduğu gibi istedikleri zaman haram ayları değiştirebiliyorlar mıydı? Peki Allah subhanehu ve teâlâ buna Tevbe Suresi 37. Ayette küfür hükmünü veriyor mu? Mesele budur! Bugünün parlementoları ister 55 isterse de 555 kişiden oluşsun! Yeryüzü ilahlığına soyunmuş olanlar ister Daru’n Nedve de olduğu gibi yastıklara yaslansın, isterse de günümüzde olduğu gibi ceylan derisi koltuklarında pineklesin! Fark etmez! Allah’ın kanunları dışında kanunlar ile hayatımıza nizam vermeye çalıştıkları anda çağdaş Daru’n Nedve konumuna yükselmiş demektirler.

Aslında dini heva ve hevese göre yontmak bir ahlaktır. Dolayısı ile bu sadece müşriklerde olacak diye bir kaide yok. Kimi Müslümanlarda da farklı farklı şekillerde bugün su yüzüne çıkabilir. Özellikle belli bir sayıya ulaştıktan ve bir güç elde ettikten sonra bu durumun tadını alanlar, cezaevlerini ve cihad meydanlarını sadece rüyalarında görmeyi temenni etmeye başlayabilirler. Elbette Allah’tan bela, imtihan ve ağır sorumluluk istenmez. Ancak bunlarla yüz yüze gelmemek için ‘Aslında üslûbu biraz daha yumuşatmak lazım’, ‘Sistem içerisinde bu davet çalışmasını yapsak ne kaybederiz ki?’ gibi söylemleri hafiften hafiften dillendirmeye başlarlar. Söylenti aşamasındayken bunun önünü çok net bir şekilde kapatmalı ve bu kardeşlere içerisinde hiçbir kapalılık bulunmayan Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem davet menhecini hatırlatmak gerekir.

“Artık onun (Peygamber) emrine muhalefet edenler kendilerine bir fitne veya acılı bir azabın isabet etmesinden çekinsinler.” (24/Nur, 63)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver