Alamet-i Kıyamet

__ Sultan, Sultaan!

Namazını henüz bitirmiş olan Sultan bütün uhrevî huzurunu dağıtan bir telaşla kocasını karşılamak üzere kapıya yöneldi.

__ Geldim, geldim…

Macit, kaşları öfkeyle çatık ve yüzü asık bir şekilde hışımla içeri girdi. Sultan, kocasının bu halinden ürkmüştü biraz.

__ Hayırdır inşallah…

__ Hayır mı, şer mi bende bir bilseydim!

Kocasının davranışlarındaki tuhaflığa hiç bir mana veremiyordu.

__ Canını sıkan bir şey mi oldu, Macit?

__ Şimdi sorgu sual eylemeyi bırak da içecek bir şeyler getir bana.

Kızgın bir tonda söylemişti bunu Macit. Kızgınlığının kendisine yönelik olmamasından memnun bir şekilde mutfağa doğru giderken kocasının tesbih çeker gibi ‘La havle…’ çektiğini duyuyordu Sultan. Neredeyse bir ömür boyu yetecek kadar ‘La havle…’ çekmişti kısa sürede.

__ Kıyamet…

__ Ne?

__ Kıyamet diyorum kadın, kıyamet!

__ Buda nereden çıktı Allah aşkına.

__ Ee… Nedir peki o zaman ‘kıyamet’ dediğin şey?

__ Daha ne olsun. Ahir zamanda yaşadığımızı biliyordum ama alametlerden birine rastlayacağımı hiç beklemiyordum.

__ Aman ya Rabbiim! Yoksa kıyamet alameti mi zahir oldu sana? Nerede gördün, nasıl bir şeydi?

__ Hem de cami çıkışında görüştük.

Kocasının gerginliği ve kızgınlığı olmasa kendisiyle alay ettiğini düşünebilirdi Sultan.

__ Alametle mi?

__ He.

__ Cami çıkışında kıyamet alameti, öyle mi?

__ Kıyamet alameti dediysem gökteki azap bulutlarıyla değil. İzzet Hoca’nın sakallı oğlu var ya, Hamza.

__ Evet.

__ Onunla görüştük. Daha doğrusu bir anda yanıbaşımda bitiverdi. Beni gözlüyormuş muydu ne?

Sultan yine şaşırmıştı. Cami çıkışı bir görüşme ve İzzet Hoca’nın oğlu! Nasıl oluyor da kocası tüm bunları kıyametin bir alameti olarak görüyordu? Kafası şimdi daha çok karışmaya başlamıştı.

__ Allah’ım sen aklıma mukayyet ol. Senin şu anlattıklarından hiç bir şey anlamadım. Macit, Hamza’dan dinlediklerini anlatmalıydı. Beynini zonklatan ve kalbini daraltan bu ‘dikenli yükü’ üzerinden atmalıydı. Ancak böyle sakinleşebilir ve huzura erebilirdi.

__ Hamza var ya Hamza, yeni bir din icat etmiş.

__ Tövbe tövbe. Her bir şeyin yenisini duyduk da böyle bir şeyi ilk defa duyuyorum. Hem Hamza gibi okumuş, akıllı, ağırbaşlı bir çocuk nasıl böyle bir şey yapar ki?

__ Ben sana anlatırım. Dinle de dünkü bacaksızın kendinden büyük lafları alamet miymiş, değil miymiş öğren.

__ Neymiş haşa o yeni din, tövbe tövbe!

__ ‘Macit abi. Siz gerçekten iyi bir insan ve iyi bir komşusunuz. Aslında daha da sayabileceğim güzel vasıflarınız var. Ben de düşündüm ki hem komşuluk hakkı, hem davet sorumluluğum hem de bir büyüğüm olarak size hakkı tavsiye etmek benim için mühim bir görevdir…’

Macit, on dokuz yirmi yaşlarındaki genç Hamza’nın kendisine anlatmaya başladığı şeyleri ilk an da kavrayamadı.

‘Çocuk, senin yaşın kaç başın kaç? Daha düne kadar evimizin bahçesinde kısa donla geziyordun. Şimdi de gelmiş bana komşuluk hakkından davet sorumluluğumdan bahsediyorsun?

Ne davetiyesi?

Ne sorumluluğu?

Kim istedi böyle bir şeyi senden?

Ben ki günün dört vaktini camide cemaatle kılıyorum.

Allah bilir ya, sen sabah namazlarını bile kuşluk vaktinde kılıyorsundur. La havle …’

__ Söyle bakalım Hamza’cığım. Ne anlatacaksın bana?

__ Allah’a kulluk ve bunun gerekleriyle ilgili bir şeyler söyleyeceğim. Tevhid akidesiyle ilgili. Yani, dinin direği olan namazın dahi üzerine bina edildiği Tevhid akidesi.

__ O son dediğin neydi, neyle ilgili dedin?

__ Tevhid akidesiyle, La ilahe illallah ile ilgili yani…

__ Ha, tamam. Anlat yeğenim, dinliyorum.

__ Macit abi. Biz kelime-i tevhidi dile getirirken aynı anda bir takım yükümlülüklerin de altına giriyoruz. “La ilahe illallah” dedikten sonra aslında görev, sorumluluk ve haklarımız da yeni başlıyor. Yapmamız ya da kaçınmamız gereken amellerimiz daha da netleşmiş oluyor. Maalesef bugünkü durum bu açıdan içler acısıdır. İnsanlar ‘La ilahe illallah’ demeyi tuttukları takıma tezahürat gibi anlıyorlar. Müslüman olmak ile her hangi bir parti__dernek üyesi olmak arasında fark görmüyorlar. Neticede hak ile batılı tam olarak tanıyamıyorlar, anlamıyorlar. Böyle olunca tevhid akidesinin gereği olan amellerin yerini şirk unsurları ve sayısız bidatler aldı. Dostlar ve düşmanlar menfaatlere hevaya ve dünyevî emellere göre belirlenmeye başladı. Oysa Müslümanın dostu da düşmanı da bellidir. Bunun tanımını ve sınırlarını da Rabbimiz belirlemiştir.

__ Yeğenim din dediğimiz Allah ile kul arasındayken güzel(!). Diyorsun ki insanlar arasındaki sevgi ve buğz için dini kullanalım, öyle mi? Oysa benim bildiğim şudur ki: Din birleştirici ve bütünleştiricidir. Sen ise dini, insanlar arasında ayrıştırıcılığın ve bölücülüğün vasıtası yapmaya gayret ediyorsun. E öyle olur mu? Fesubhanallah!

__ Abi. Allah’ın dini ile ilgili temel meselelerde mantığa göre değil, Kur’an ve Sünnet’e göre davranmamız gerekir. Allah subhanehu ve teâlâ Kur’an-ı Kerim’de insanlara hitap ederken bir çok farklı sıfatlar kullanmaktadır.

“Ey insanlar! “

“Ey müminler!”

“Ey kafirler!”

“Ey münafıklar”

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de Hristiyanlara, Yahudiler ve müşriklerle münasebetlerde aynı sıfatları kullanmıştır. Sizin dediğiniz gibi bu durum bölücülüğe, ayrıştırıcılığa değil bilakis büyük bir rahmete ve hikmete vesile olur. Evet İslam muvahhidlerin dışındaki tüm insanları ötekileştirir. Bu, Tevhid akidesinin tabii sonucudur. İslam’ın dışındaki din ve ideolojilerde de benzer tutumlar vardır. Hatta belli bir coğrafî bölgeyi tanımlamak için dahi yeryüzünde yüz seksen bilmem kaç tane ülke ismi vardır. Bir halk, bir topluluk kendisini milliyetine göre ya da kabul ettikleri ortak değerlere göre tanımlar, kendi dışındakileri de farklı sıfatlarla ötekileştirir. Müslümanlar için de bu böyledir. Tevhid akidesine göre yerimizi ve konumumuzu netleştirdikten sonra diğer insanlarla ilişkilerimizi de sağlam bir temele oturtmamız gerekecektir. Buna, dostluk ve düşmanlık edeceğimiz, etmemiz gereken kimseler ve ülkeler de dahildir.

__ Senin anlattıklarına bakılırsa Amerika ile savaş ilan etmemiz gerekiyor!

__ Amerika’ya gitmeden önce Amerika ve içimizdeki Amerikalıları tanımalıyız. Nasıl ki şeytan, insanın damarlarındaki kan gibi vücudumuzda dolaşıyorsa dünya küfrünün önderi konumundaki Amerika’da her ülkedeki yerli işbirlikçileri vasıtasıyla hem yer yüzüne hem batıl ideolojileri hem de zulümlerini yaymıştır. Amerika ve onun gibi dünyanın diğer küfür güçleri ile işbirliği yapan yerli tağutların İslam’a ve Müslümanlara yaptıkları ihanetleri görmemiz gerekir. Bunları görelim ve bilelim ki sonu cehennemin gayya kuyularında biten duble yollara sapmadan sırat-ı mustakim üzere sebat edebilelim. Hakikatte kimin dost kimin düşman olduğunu da açıkça görelim. Biz Müslümanların dostu Allah’tır subhanehu ve teâlâ, Rasûlullah’tır sallallahu aleyhi ve sellem ve müminlerdir.

__ Ben de Müslümanım elhamdulillah. Fakat şu söylediklerinden sonra ‘düşmanlarımız da bütün yeryüzü halkıdır’ demezsin diye temennide bulunacaktım neredeyse, yeğenim.

__ Yanılıyorsunuz Macit abi. İslam’ın bizden istediği şudur. Allah’a şirk koşan beşeri ideolojilerin ve sistemlerin başındaki müşriklerin heva ve heveslerine uymamak. Bu kafirlere itaat etmemek. ‘Müslüman’ kisvesiyle arz-ı endam eyleyen zalim ve kafirlere asla meyletmemek. Allah’ın adını dillerinden düşürmedikleri halde demokratik (şirk) sistemini ayakta tutan Allah düşmanlarına sevgi beslememek. Şeytana, göbeğini çatlatırcasına şuh kahkahalar attıran çağdaş bidatler icat etmemek. Söz ve amellerinde kafirlere benzememek. Hepimiz aynı hamurla yoğrulmuşuz diye kafir, müşrik ve gizli-açık İslam düşmanlarına velayetimizi, yani sevgi ve dostluğumuzu vermemek. İşte biz bunlarla emrolunmuşuz. Tüm bunları yeri geldiğinde dilimizle de, davranışlarımızla da açık bir şekilde ortaya koymamız gerekir.

Bir kimse, içinde bulunduğu küfür toplumu arasında dinini açığa vuramıyorsa dinini de yaşayamıyor demektir. Çünkü kendisinin küfrüne sebep olabilecek şeylerden korunabilmek için onlara karşı düşmanlığını net olarak açığa vurup onlardan uzaklaşmalıdır.

Tam da bu nedenlerden ötürü Mekke müşrikleri Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem için: “Bizim akıllarımızla alay ediyor, dinimizi ayıplıyor ve ilahlarımıza dil uzatıyor” diyorlardı. Şüphesiz ki en mustakim yol Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem rehberlik ettiği yoldur. Allah’ın vadettikleriyle müjdelenmenin yegane yolu da budur.

Bunları duymaktan rahatsız olmuştu Macit. Bu anlatılanları Hamza gibi bir ‘çocuk’tan dinlemek ona daha sevimsiz gelmişti. Konu da keyfini kaçırmıştı.

Çocukluğunda oturdukları mahalledeki Hristiyan komşularını hatırladı. Çok da iyi bir komşulukları vardı onlarla. Macit şu an onları dahi ‘kafir’ olarak isimlendiremeyecek naiflikteydi.

‘Ya , zaten kitapta onların vasıfları belirtilmiş. Alimlerimiz de bunları biliyor. Ne gereği var bir de ben onları böyle aşağılayıcı(!) sıfatlarla anayım.’

Durum böyleyken bu çocuk, evet bu çok bilmiş Hamza efendi gelmiş, ‘Allah’ diyen, namaz kılan, hayır hasenat yapan insanlara karşı tavır göstermemi salık veriyor. Olacak şey mi bu? Cık… cık… cık.

Bazı İslam beldelerine asker göndermiş olan batılı ülkelerin liderleriyle dostluk kuran alnı secdeli, ağzı dualı ve elleri tespihteki yöneticilerimizden yüz çevirmek niye? Vardır mutlaka büyüklerimizin bir bildiği. Yani Müslüman olmak için illa da ‘kahrolsun filan feşmekan!’ demek mi lazım.

Yok efendim anayasa ve kanunlar İslam’a aykırıymış. Sana ne koçum! Sen önce okulunu bitirmeye bak. Ne uğraşıyorsun anlamadığın kanunlarla.

Kredilerde alışverişlerde faiz helal kılınmışmış, zina yasalarla serbest hale getirilmişmiş… İyi de aslanım bunda yöneticilerimizin ne günahı var, Allah aşkına. Onlar şu an yanımızda hazır değiller diye gıybetlerini yapıp da günaha mı gireyim, tövbe estağfurullah. Demek istediğim şu ki bugün bütün dünyada işler bu minvalde yürüyor. Dünyadan kopuk mu yaşayalım? Böyle bir şekilde millet olarak, ülke olarak yaşamamız mümkün mü? Allah’ın kitabı başımız gözümüz üstüne. Hayatın gerçeklerini de göz ardı etmemek gerek elbette.

Ben ki şu yaşıma geldim abdestsiz olarak Kur’an’a dokumuş veya toprağa basmış değilim.

La ilahe illallah başımızın tacıdır. Ama yeğenim bunu camide, namazlarda söylemek beni daha çok rahatlatıyor.

La ilahe illallah’ın sokaklarda, çarşılarda, fabrikalarda, kışlada, evde, devlet kurumlarında ne işi var? Öyle değil mi ama?

Allah’a şükür, ibadetlerimizi yapıyoruz, zikirlerimize devam ediyoruz, hamd olsun(!) artık gönül rahatlığıyla oyumuzu da vereceğiz… Ee… ufak tefek günahlarımız olsa da Allah affetsin. Ne diyelim. Kusur bizden, mağfiret Allah’tan.

Bugüne kadar dostça, kardeşçe, beraberce yaşadığımız her dinden, her ideolojiden insanlarla şu saatten sonra düşman mı olayım? Hayır, hayır. Böyle bir şey mümkün değil.

Bu çocuk, bu çocuk kesinlikle çıldırmış olmalı. Onun söylediklerini bugüne kadar hiçbir hoca bu şekilde anlatmadı. Cami cemaatinden arkadaşlarımdan da böyle düşünen kimse yok.

Buğz edip düşman bellediğim; malımı gasp edendir, bana yan bakandır, canıma kast edendir, vatanıma göz dikendir, namusuma el uzatandır…

Düşman dediğin bunlar olur. Başkada düşman var mıymış ki durduk yerde türlü türlü düşmanlar üretelim.

Bu söylenenler dost ve düşman tanımı değil. Olsa olsa yeni bir din icadıdır.

Evet. Kesinlikle doğru. Yeni bir din! Biz böyle bir dini ilk kez duyuyoruz. Çocukluğumuzda büyüklerimizden de böyle bir şey işitmedik, okuldaki öğretmenlerimizden de.

Hatta… Ahh, vallahülazim dilimde varmıyor ki söyleyeyim. Bu, belki de kıyamet alametlerindendir. Alametlerin büyüklerinin ilki de olabilir. Aman Allah’ım! Bari diğer alametleri zuhur etmeden çocuklarımın mürüvvetini göreydim. O vakte kadar işleri de yola koyuverirdim.

Hamza.

Nasıl da düşman gibi bakıyordu bana. Kendisi farkettirmemeye çalışıyordu ama, benden kaçar mı? Kıyamet alameti!

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver