Allah’ın adıyla
Allah’a hamd, Resûl’e salât ve selam olsun.
Es-selamun aleykum ve rahmetullahi ve beraketuhu
Kıymetli Kardeşlerim!
Rabbim sizleri afiyet içinde kılsın. Sizi sevsin ve sizlerden razı olsun. Aralık ayı sonunda zulme uğrayan, “Rabbim Allah’tır.” dedikleri için tutuklanan kardeşlerime ve ailelerine sabır ihsan eylesin, ayaklarını sabit kılsın. İmtihanı, onlar ve aileleri için dünya ve ahiret hayırlarına vesile kılsın.
Ben, hamd olsun iyiyim. Siz kardeşlerime daima duacıyım, sizlerden de dua beklemekteyim. Kardeşlerimin zulme uğramasına üzülsem de yüce Allah’ın lütuf ve ihsanıyla gelecek yardımı gözlemekteyim. Hasbunallah ve ni’mel vekil ni’mel Mevla ve ni’mel nasir.
Şimdi müsaadenizle sorulara geçmek istiyorum:
Soru: Put veya Putlaştırılmış Resim Bulunan Ortamda Bulunmanın Hükmü Nedir? Böyle Bir Ortamda Dünyevi Sebeplerle Bulunmam (Açık Öğretim Sınavı, Ehliyet Kursu, İngilizce Kursu, Alışveriş vb.) Dinime Zarar Verir mi?
Put, Allah’ın dışında ibadet edilen her şeydir. Canlı veya cansız olması, küçük ya da büyük olması, taş ya da ağaç olması, heykel ya da resim olması arasında fark yoktur.
Asıl olan, muvahhidin puttan, putperestten ve onların tapınmasından teberri etmesi ve uzak olmasıdır.
Allah Resûlü’ne ilk indirilen emirlerin bir kısmında şöyle buyurulur.
“Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar! Ve yalnızca Rabbini tekbir et (yücelt!) Elbiseni temiz tut. Pislikleri (putları, şirki ve müşrikleri) terk et. Daha fazlasını elde etmek isteğiyle iyilik yapma. Rabbin için sabret.”[1]
“… Pislik olan putlardan uzak durun! Yalan sözden de uzak durun!” [2]
Kafirûn Suresi ise tüm bu beraatleri bir araya toplar. Nebi (sav), kendisine bir amel öğretmesini isteyen sahabiye, gece yatağına girince bu sureyi okumasını tavsiye eder. Gerekçesini de şu sözlerle açıklar: “Çünkü o şirkten beraattir.” [3]
Bu surede kâfirlerden, onların ibadet ettikleri putlardan/tağutlardan, ibadetlerinden/şirklerinden ve üzerinde oldukları dinden beraat vardır.
“De ki: ‘Ey Kâfirler! Ben, sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Ben de sizin ibadet ettiklerinize ibadet edecek değilim. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.’ “[4]
Beraat Ne Demektir?
Daha açık bir ifadeyle; ne yaptığımız takdirde bu sayılanlardan teberri etmiş oluruz?
• Yapılanın şirk olduğunu bilmeliyiz. Yapanın müşrik olduğuna kanaat etmeliyiz. Kendine ibadet edilenin “tağut” olduğuna itikad etmeliyiz. Bu eylem ve söylemleri hayatımızdan çıkarmalıyız. Onların dininden uzak durmalıyız. Yapılanların batıl olduğuna inanmalıyız. İşte bu şartlar yerine geldiğinde teberri gerçekleşmiş olur.
Putun olduğu ortamda bulunmaya gelince; bunu iki kısma ayırabiliriz:
a. Tapmak, ibadet ayinine katılmak, saygı duruşunda bulunmak, puta kurban kesmek gibi ibadetlere iştirak etmektir. Bu, Allah’ın dışında bir varlığa ibadet olduğundan sahibini dinden çıkarır.
b. Şirk eylemi ve şirk ayinine katılmadan, putun bulunduğu ortamda bulunmak; put olan ortamda alışveriş yapmak, oturup sohbet etmek, sınava girmek, orada buluşmak ise kişiyi dinden çıkarmaz; dinine zarar da vermez.
Çünkü Kâbe’de üç yüz altmış (360) put olmasına ve putlara ibadet ediliyor olmasına rağmen Allah Resûlü (sav) orada tavaf yapar, oturur, ashabıyla sohbet eder, insanlara din anlatır, alışveriş yapardı. Buna dair hadis ve siyer kitaplarında onlarca örnek vardır. Siyere ilgisi olan –ki siyer farz olan ilim kapsamındadır- kardeşlerim, mezkur örnekleri biliyorlar. Hatta hicretin 6. yılında yapılan Hudeybiye Antlaşması ve Müslimlerin bir yıl sonra yaptığı kaza umresi dahi tek başına yeterli bir örnektir. Zira Kâbe’de putlar dikili olmasına rağmen umre yapılmıştı. Ancak müminler umrelerini ataları İbrahim’in sünnetine uyarak, tevhid üzere ifa etmişlerdi. Mekke’de üç gün kalmışlar ve Medine’ye dönmüşlerdi.
Demek ki itikadı açık olan ve putlardan teberri etmiş birinin putun bulunduğu ortamda olması, dinine zarar vermez.
Burada parantez açıp çocuklarla ilgili bir meseleye temas etmek istiyorum. Çocuk tevhid ile şirki birbirinden ayıramaz. Put nedir, puta tapmak nedir, puta sevgi beslemek nedir, bu kavramları bilemez. Yanlış bir davranışta bulunabilir, puta sevgi duyabilir, kalbi ve fıtratı kirlenir. Bu nedenle çocukları böyle ortamlardan uzak tutmak gerekir. Çocuk mükellef olmasa da, ebeveyn onları korumakla mükelleftir. Sorumluluk ebeveyne aittir. Çocuk, Ali (r.a) gibi, tevhidi ve şirki bir yetişkinden daha iyi anlıyor ve itikadını ortaya koyabiliyorsa yetişkin hükmünde olur, böyle bir ortamda bulunmak –saydığımız şartlar dâhilinde- çocuğa zarar vermez.
Soru: Yıllardır Sürekli Baskıya Maruz Kalıyoruz. Defalarca Evlerimiz Basıldı. Yaşananlar Beni Kuşkulu ve Tedirgin Bir İnsan Yaptı. Zamansız Çalan Her Kapı Beni Korkutuyor. Telaşım ve Korkum Evde ve Eğitim Ortamında Çocuklara Geçiyor. Bana Nasihat Eder misiniz?
Rabbim, korkunuzu emniyete çevirsin. Bizleri, bu zalimlere fitne kılmasın ve rahmetiyle bizi kâfir topluluktan kurtarsın. Allahumme âmin.
Şu an yaşıyor olduklarımız ve hissettikleriniz bize özel değildir. Allah’a ve Resûl’e savaş açmış müstekbirler, her dönemde, muvahhidlere aynı şeyleri yaşatmıştır. İşte bakın, Musa’nın (as) yanında yer alan gençlere, bizlerle aynı duyguları yaşamışlardır.
“Kavminden bir grup genç dışında kimse Musa’ya iman etmedi. (O gençler de) Firavun’un ve ileri gelenlerin kendilerine işkence etmesinden korkarak iman etmişlerdi. Çünkü Firavun, yeryüzünde üstünlük taslayan bir despot ve haddi aşan bir taşkındı.” [5]
Sihirbazlar, tüm güçlerini birleştirip ipleri saldığında, Musa’da (as) aynı duyguları yaşamıştı.
“Demişti ki: ‘(Hayır!) Bilakis, önce siz atın!’ (Birde ne görsün) ipleri ve asaları yaptıkları büyü nedeniyle gerçekten hareket ediyor gibi geldi ona. Musa, içinden bir korku duymaya başlamıştı.”[6]
Allah Resûlü (sav) dahi, bazı geceler endişeleniyor ve: “Ashabımdan salih biri beni korusaydı.” diye temenni ediyordu.[7] Medine’de öyle zamanlar oldu ki, Allah Resûlü (sav) Müslimlerin nüfus sayımını istedi. Sahabi şaşırdı ve: “Bin beş yüz dokuz (1509) kişi olmamıza rağmen bizim için korkuyor musun?”dediler. Nebi: “Bilemezsiniz, belki bir gün imtihan olursunuz.” diye karşılık verdi. Dediği gibi de oldu. Öyle günler oldu ki; namazlarını korkarak ve gizli kılmak durumunda kaldılar.[8]
Hiç düşündünüz mü, neden cennet ehli için “Onlara korku ve hüzün yoktur.” nimeti çokça zikredilir? Çünkü dünyada en çok yaşadıkları duygu, hüzün ve korkudur. Bu sebeple cennette korku ve hüzne yer yoktur ve bu defalarca Kur’an’da tekrar eder.
Bu açıklamadan sonra, önemli bir meseleyi konuşalım:
Evet, kişinin can ve mal emniyetinin olmadığı yerde korkması normaldir. Ancak bu korku duygusu mutlaka yenilmeli ve kalpten sökülüp atılmalıdır. Zira duyguların en tehlikelisi korkudur. Aklı örter, imanı örter, insanlığı örter… Korku galebe çaldı mı, korku sahibi mümin, akıllı ve onur sahibi bir insana yakışmayan davranışlar sergiler.
Kendini küçük düşürür, kardeşlerine zarar verir, itirafçı (daha yerinde bir ifade ile iftiracı) olup dinle tüm bağını kesebilir. Ki kendilerini kurtarmak için yüzlerce insana iftira eden insanlar, korkularını terbiye edememiş, korkuları nedeniyle küçük düşmüş insanlardır.
Korkuyu Nasıl Terbiye Edelim?
a. Allah’a Tevekkül
Musa (as), korkan gençlere iman ve teslimiyetten kaynaklı tevekkülü emrediyordu:
“Musa demişti ki: ‘Ey kavmim! Şayet Allah’a inanıp O’na teslim olduysanız yalnızca O’na tevekkül edin.’ “[9]
Allah’a tevekkül etmek… Allah’ı (cc) vekil kabul edip O’na dayanmak…“Rabbim! İşimi sana havale ettim”deyip O’nun kulunu zayi etmeyeceğine yakinen inanmak…
Allah’a (cc) tevekkül, O’nu hakkıyla tanımanın semeresidir.
O’nu (cc) tanımadan, O’nu vekil edinemeyiz. Şunu diyebilirim ki tevekkül kadar korkuyu silip atan ve kalpleri cesaretle dolduran bir şey yoktur. Sırtınızı Allah’a dayıyor ve karşınıza insanları alıyorsunuz. İbni Mesud’un dediği gibi hissediyorsunuz: “Vallahi, Allah düşmanları hiç bu kadar gözümde küçülmemiştir…” Siz Kur’an okuyorsunuz, onlar sizi dövüyor, vücudunuzda kanamayan yer yok ama onları küçük görüyorsunuz! Niye? Çünkü dayandığınız varlık o kadar büyük ki O’nun karşısındaki her şey küçük kalıyor.
“Çünkü Allah, iman edenlerin velisidir/dostudur. Kâfirlerin ise dostu yoktur.” [10]
b. Korkunun Üstüne Gitmek ve Üstünlük Hissi
Sihirbazlar karşısında korkuya kapılan Musa’ya (as), Allah (cc) bu öğüdü verdi:
“Musa, içinden bir korku duymaya başlamıştı. Buyurduk ki: ‘Korkma! Şüphesiz ki sen, elbette, üstün olansın.’ “[11]
Korkma!
Korkuların üstüne gitmek, onunla yüzleşmek ve ona meydan okumak korkunun panzehiridir. Çünkü korku şeytandandır. Vesvese, zan ve süslü yalanlarla onu büyütür; bir balon misali şişirip kalbi ve aklı esir almasını sağlar. Üstüne gitmek, meydan okumak ve yüzleşmek ise gerçek bir adımdır. Batıl ve boş olan, gerçek ve somut olanın karşısında direnemez. Adım attıkça, korkuların boş ve anlamsız olduğunu anlarız. Cesaretle üstüne gittikçe, bizi korkutan şeylerin bizden korktuğunu, korktukları için bize baskı yaptıklarını fark ederiz. Allah düşmanları karşısında Abdullah b. Mesud’un duygularını yaşarız.
Üstün olan sensin!
Mümin, yüceler yücesi El-Aliy olan Allah’ın kuludur. O’na (cc) imanı oranında üstündür. Çoğumuz bu üstünlüğü hissedemiyoruz maalesef. Böyle olunca da, sayı ve alet çokluğunu üstünlük zannediyoruz. Birini kendinizden üstün görünce, istemeseniz de kalp ona boyun eğiyor, teslim oluyor ve ondan korkmaya başlıyorsunuz.
Uhud yenilgisi yaşanınca, Allah müminleri şöyle teselli etmişti:
“Gevşemeyin, üzülmeyin! Şayet inanıyorsanız üstün olan sizlersiniz.” [12]
Mümin; yense de yenilse de, az da olsa çok da olsa her hâlükârda üstündür. Çünkü mümindir. Üstünlüğün kaynağı olan imana sahiptir. Galiba bunu unutuyoruz. Hatırlamamız ve birbirimize hatırlatmamız lazım.
c. Kadere İman!
Korkuyu yenmenin yollarından biri; her şeyin Allah’ın yanında yazılı olduğunu, O’nun izni ve iradesi olmadan hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğini ve başımıza ancak kaderimizde olanın geleceğini bilmektir.
“Yeryüzünde veya nefislerinizde meydana gelen her musibet, onu yaratmadan önce mutlaka bir Kitap’ta yazılıdır. Şüphesiz ki bu, Allah’a kolaydır. (Her şeyin Levh-i Mahfuz’da yazılı olması) elinizden kaçana üzülmemeniz, size verilenle de şımarmamanız içindir. Allah, kibirli ve böbürlenen kimseleri sevmez.”[13]
Her şeyin yazılı olduğuna ve Allah’ın (cc) ilmi dâhilinde gerçekleştiğine inanırsak rahatlarız. Bize zarar vermeye çalışanın da Allah’ın emrine tabi olduğunu biliriz. Başımıza bir musibet geldi mi, korkmayız ve üzülmeyiz. Elimizden kaçan her neyse, onun bir kader olduğuna, yer ve gök yaratılmadan elli bin yıl önce yazıldığına inanırız.[14] Korksak dahi, o kaderi yazana sığınır, O’nun rahmetine güveniriz. Her şeyi bu denli ince ve detaylı planlayan ilmin, bizi unutmayacağını ve zayi etmeyeceğini düşünürüz. Bu bilinç sayesinde korkunun, hüznün ve şımarıklığın esiri olmayız.
İslam orduları, o günün süper gücü kabul edilen Rumlarla karşılaşınca, bazıları çok korktu. Terbiye edilmemiş korkuları hastalık olup kalplerine, şüphe olup dillerine yansıdı. Şöyle dediler:
“Sana bir güzellik/iyilik isabet etse onların hoşuna gitmez. Başına bir musibet gelecek olsa: ‘Biz önceden tedbirimizi almıştık.’ der ve sevinç içinde arkalarına dönüp giderler.”[15]
Müminler ise şu cevabı verdi:
“De ki: ‘Allah’ın yazdığından/takdir ettiğinden başkası başımıza gelmez. O, bizim Mevlamızdır. (Öyleyse) müminler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.’ ” [16]
Allah’ın takdir ettiği neyse başa gelecek odur. Bizim korkumuz Allah’ın takdirini değiştirmez. Yalnızca bize zarar verir. Bizi küçültür, mümine ve akıllı insana yakışmayan davranışlar sergileriz. Cesur olmamız da Allah’ın kaderini değiştirmez. Ne yazılmışsa onu yaşarız. Ama cesaret bizi onurlu kılar. İmana ve akla yakışan davranışlar sergileriz. Seçim bizimdir!
Allah Resûlü’nün İbni Abbas’a olan tavsiyesini hiç unutmayalım, her korktuğumuzda bu hikmet pınarından içelim. Eminim kalbimizin susuzluğunu giderecektir.
Abdullah bin Abbas’tan şöyle dediği rivayet edildi: “Bir gün Peygamber’in arkasındaydım. Şöyle buyurdu: ‘Ey çocuk sana birkaç kelime öğreteceğim: Sen Allah’ı (dinini) koru ki Allah’ta seni korusun, sen Allah’ı (dinini) koru ki Allah’ı karşında bulasın. İstediğin zaman Allah’tan iste, yardım dilediğin zaman Allah’tan yardım dile. Bil ki ümmet eğer sana bir şeyle fayda vermek üzere toplansa, sana ancak Allah’ın senin lehine yazdığı şey ile fayda verebilirler, ve eğer sana bir şey ile zarar vermek üzere toplansa ancak Allah’ın senin aleyhine yazdığı şeyle sana zarar verebilirler. Kalemler kaldırıldı ve ve sahifeler kurudu.’ ”[17]
d. Allah’tan Korkmak
“İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Ondan korkmayın! Şayet müminler iseniz yalnızca benden korkun.”[18]
Korku şeytandandır. Bunu hiç unutmayalım. Şeytandan olan her şey bir vesveseden, şişirilmiş/süslenmiş batıl sözden ibarettir. Allah’a (cc)sığınana, korkusunu Allah’a yönlendirene, O’ndan yardım isteyene şeytanın vesvesesi zarar vermez.
Korkunun mahalli kalptir. Kalp, boşluk kabul etmez. O, korkma fıtratıyla yaratılmıştır. Allah korkusundan uzaklaştı mı boşluk hisseder. O boşluğu doldurmak için yapay korkular aramaya koyulur. Şeytan burada devreye girer. İnsanı Allah’tan uzaklaştıracak ne kadar yapay korku varsa kalbe üfler. Korku korkuyu besler; İnsan her şeyden korkmaya başlar. Rızkından korkar, dostlarından korkar, ailesinden korkar, devletten korkar, hastalıklardan korkar, vehmedilmiş musibetlerden korkar…
Korku; şeytanın insanı esir aldığı, Allah’tan uzaklaştırıp itikadını ve ahlakını bozduğu tehlikeli bir duygudur. Bundan kurtulmanın yolu, Allah’tan korkmaktır. Onun (cc)emir ve nehiylerini yerine getirmek, O’nun azabından sakınmaktır. Kalp, fıtri korkusunu buldu mu, yapay korkular orada tutunamaz. Bir diğer yolu ise her korku hissettiğimizde şeytandan Allah’a sığınmaktır. Şeytan, Allah’tan korkmayan ve çokça Allah’a sığınmayan korunaksız, sahipsiz insanları korkutur.
Soru: Siz Cezaevindeyken Arkanızdan Konuşan Siz Çıktıktan Sonra Sus Pus Olanlar Hakkında Ne Söylemek İstersiniz?
“Selam”demek isterim.[19]
Soru: Cemaatten Kendiliğinden Ayrılıp Giden ve Cemaat Hakkında Yalan Yanlış Konuşanların Cemaate Ne Gibi Olumsuz Etkileri Olmuştur?
Allah’a hamd olsun ki cemaat tevhid ve sünnet yolunda hizmetlerine devam ediyor. Bahse konu insanlar ise; kimi mürted olup cahiliyeye döndü, kimi kör sancaklara savruldu, kimisi itirafçı oldu (yani mürted), kimisi de kendi gibilerle gönül eğlendiriyor…
Manzara bu! Bu neticeye göre soruda mantık hatası var, onu düzeltelim. Soru şöyle olmalıydı: “… yapanlar ne tür olumsuzluklarla karşılaştılar?”
Hemen belirtelim ki; bir insan itikadi, menheci veya ahlaki sebeplerden ötürü herhangi bir cemaatten ayrılabilir. Bu gayet normaldir. Veya bir cemaat de ıslah edemediği ve Müslimlere zarar veren insanları uzaklaştırabilir.
Bir cemaatten meşru sebeplerle ayrılan veya uzaklaştırılan, buna rağmen istikametini koruyan örnekler vardır. Normal olmayan nedir? Cemaat olsun birey olsun ayrıldıktan sonra yalana ve iftiraya başvurmaktır. Bir insan veya yapı yalan söyleyerek Allah’ı (cc) öfkelendirir. Takdir edelim ki Allah’ın öfkesiyle yola koyulan hayırlı bir menzile ulaşmayacaktır. Zira daha ilk adımda yalan söyleyen, iftirada bulunan, şeytanı ve nefsi kılavuz edinmiş, onun yönlendirmesiyle hareket etmiştir. Kılavuzu şeytan/nefis olan ise hüsrana ve dalalete mahkûmdur.
Bir diğer açıdan şunu söyleyebilirim: Nankörlük bir ahlaktır ve üç kısma ayrılır. Allah’a karşı, insanlara karşı ve nefsine karşı nankörlük… Üç kısım da birbirine bağlıdır, ayrılmaz. Bir insan kardeşlerine karşı nankörse; o, Allah’a karşı da nankördür, nefsine karşı da nankördür. Böyle bir insan nerede olursa olsun, kendine ve çevresine zarar verecektir.
Buradan şöyle bir ders çıkardım: Davet merkezlerine gelen ve geldiği ortam hakkında ileri geri, ölçüsüzce konuşan insanlara dikkat edelim. Böyleleri ile alakalı zihnimize bir soru işareti koyalım. Arkadaşlarımızı durumdan haberdar edelim. Cemaat bu ahlaka sahip insanları uyarır. Şayet hata, bilgisizlikten kaynaklıysa nankörlüğün çirkinliği ve vefanın gerekliliği anlatılır; cehaletten kaynaklı hata şeri bilgiyle giderilir.
Nankörlük, bilgisizlikten değil de ahlaki bir hasletse; böyle insanları davet merkezlerinden uzaklaştıralım. Zira nankörlük ahlakı, pusuda bekleyen düşman gibidir. Fırsat bulduğunda harekete geçer, size de zarar verir.
Soru: Cemal Kaşıkçı Hadisesi, Sarı Yelekliler, AKP-Fetö Kavgası, AKP-MHP İttifakı Gibi Konularda Gündemi Değerlendirebilir misiniz?
Soru: Toplum ve Dünya Gidişatını “Fe Eyne Tezhebun/Bu Gidiş Nereye?” Ayeti Bağlamında Değerlendirebilir misiniz?
Mezkûr başlıkları tek tek ele alıp tafsilatlandırmak yerine, bu olaylara sebep olan arka plana ışık tutmak isterim. Siyasete yön veren arka plan anlaşıldığında; dünyanın tamamında benzer gündemlerin farklı tezahürleri olduğunu görürüz.
a. Toplum ve Dünya Gidişatını En’âm Suresi 44. Ayet Işığında Anlayabiliriz
“Kendilerine hatırlatılan (öğüdü) unuttuklarında üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Kendilerine verilenlerle sevinmeye/şımarmaya başlayınca onları ansızın yakalayıverdik. (Azabı gördüklerinde kurtulmaya dair) tüm ümitlerini yitirenlerden oldular.” [20]
Dünya devletleri (ve toplumlar) şu an ayetin birinci kısmını yaşıyorlar. Şirk ve masiyetten kaynaklı refah/bolluk.
Biliyorsunuz, refah ve bolluk iki sebepten olabilir. İlki; iman ve takvadan kaynaklı bolluktur.
“Şayet o beldenin halkı iman edip (Allah’tan) korkup sakınsalardı, göğün ve yerin bereket (kapılarını) onlara açardık. Fakat yalanladılar. Biz de onları kazandıkları (günahlara) karşılık (azapla) yakalayıverdik.” [21]
Bu bolluk, bereket bolluğudur. Huzur getiren, toplumu kaynaştıran, sevgi bağlarını güçlendiren bolluktur. Allah Resûlü’nün (sav) son dönemlerinde ve Halife-i Raşidin döneminde yaşayan refah ve zenginlik gibi.
İkincisi ise azgınlıktan kaynaklı bolluktur. Yüce Allah unutan ve isyan eden toplumlara her şeyin kapısını açar. Bu bolluk huzur getirmez; toplumu böler, sınırları çatıştırır, bireyleri kin ve düşmanlığa sevk eder. Günümüzde yaşanan bolluk budur. Yani, En’âm Suresi 44. ayetin ilk kısmı vuku bulmuştur. Ayetin ikinci kısmının yaşanması an meselesidir. Ya doğal afetler ya da büyük savaşlar yoluyla Allah (cc) bu şımarıklığa son verecek; Allah’a karşı haddini aşan, insanlara karşı büyüklenen zalimlerin kökünü kurutacaktır. Tarihte de hep böyle olmuştur. Unutan ve şımaran toplumlar ya büyük savaşlarla ya da doğal afetlerle cezalandırılmışlardır.
“Böylece o zalimler topluluğunun (kökü kurutulup) arkaları kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.” [22]
b. 20. Yüzyıl Dünya Düzeni, 21. Yüzyılı Taşımıyor
20. yüzyıl, iki büyük dünya (paylaşım) savaşı gördü. Her savaş bir düzen arayışıydı. Çünkü 19. yüzyıl düzeni, 20. yüzyılı taşımıyordu. Bu savaşlar neticesinde 20. yüzyılda iki farklı güç dengesi oluştu. Bir tarafta 1917 Ekim devrimiyle tarih sahnesine çıkan Komünist Rusya (SSCB), diğer tarafta ABD’nin merkezde olduğu batı dünyası (NATO) ve bu ülkelerin yanında yer alan uydu devletler.[23]
Sovyet Rusya, 78’de Afganistan’ı işgal etti. Bu işgal, SSCB’nin dağılma sürecini tetikledi. Afgan yenilgisi sonrası Rusya belini doğrultamadı ve Sovyetler Birliği’de dağıldı.
Sovyetler, Afganistan’ı işgal ettiğinde, meşhur Afgan Cihadı günleri başladı. Tüm dünyadan gençler Afganistan’a akın ediyordu. Elbette Afgan Cihadı’nın finansı ve ilmi dayanaklarını başta Suud olmak üzere ABD uşağı Arap devletleri sağlıyordu. Suud belamları maaşlarını mücahidlere bağışlıyor, camilerde bol gözyaşılı cihad çağrıları yapılıyor, tevhid ve cihad düşmanı Arap Tağutları ve istihbarat örgütleri Afgan cihadına âlim, silah ve para taşıyordu. Zira taptıkları Batı/ABD böyle olmasını istiyordu. Sovyetler yenildi. Artık tek kulplu bir dünya vardı. Ancak Afganistan, Çeçenistan, Bosna… gibi ülkelerde savaşanlar ülkelerine dönmeye başladı. Bir çoğu tutuklandı ve akıl almaz işkencelre uğradı. Kahraman olarak uğurlanan muvahhid gençler, kahraman olarak karşılanmadı. Terörist ve vatan haini kabul edildiler. Hani şu Suriye’ye gitsin diye sınırlar ardına kadar açılan, ölmeyi beceremeyip dönünce kendilerine zindan reva görülen gençler gibi! Maalesef tağutların oyunu hiç değişmiyor. Ancak tevhid ehli olarak bizler bir türlü anlayamıyoruz. Bu hamur çok su götürür; mevzu derin ve çetrefilli. Onun için burada kesiyorum. Sovyetler olarak Afganistan’a giren süper güç, yenildi ve Rusya olarak Afganistan’dan çıktı. Dünyanın dengeleri altüst oldu. Çünkü yüz yıl boyunca iki kutuplu bir dünya vardı. Sovyetlerin dağılmasıyla tek kutuplu bir dünya kaldı.
Batı, karşısında düşman olmadan var olamaz. Çünkü varlığını öteki üzere kurmuştur. Dünyada kötüler vardır, medenileşmemiş barbarlar vardır, demokrasiyle tanışmamış diktatörlükler vardır. Batı ise tüm dünyayı bu kötülerden korumaktadır. Sovyetler döneminde, kötülük, barbarlık ve diktatörlük Komünizm’e yüklenmişti. Batı, dünyayı Komünizm’den koruyordu. Komünizm’in merkezi dağılınca yeni bir kötüye ihtiyaç duydu. Kendi halkını o kötüyle korkutacağı, istediği yere o kötüyü bahane ederek müdahale edeceği, ortaya çıkan her skandalda o kötüyü cilalayıp kamuoyunu meşgul edeceği bir günah keçisi lazımdı.
Zaman kaybetmeden bulundu! Radikal İslam, Fundamentalistler, Cihadistler… Evet bunlar dünyanın başına belaydı. Hemen tezler yazıldı, düşünce kuruluşları raporlar hazırladı, Hollywood bol aksiyonlu savaş filimleri çekti… Tüm dünyanın gündeminde yeni bir kötü vardı artık.
Şunu da eklemeliyiz; batılılar uzun zamandır İslam âleminde bir uyanış olduğunun farkındaydılar. Bu; tevhidî bir uyanıştı. Bunu da engellemek istiyorlardı. Çünkü batı, kendisi için tehlike olabilecek tüm kültür ve medeniyetleri yok etmişti. Ona meydan okuyabilecek tek medeniyet; vahye dayalı, tevhid ve sünneti merkeze alan İslami uyanıştı. Bu uyanışı ana rahminde boğmak istiyordu. Komunizm güçtü, devleti vardı… Batı Komünizm tehlikesini İslam’a önceliyordu. O yıkılınca, ikinci sıradaki tehlike ilk sıraya yerleşti. Ne yaptılar? Afganistan’ı işgal ettiler, peşinden Irak’ı işgal ettiler. İslam dünyasını bomba ve mermi sesleriyle doldurdular. Yıkılan şehirler, bozulan düzen, mezhebî ve siyasi kavgalar, milyonlarca mağdur ve mazlum… hepsi bu uyanışı engellemek içindi.
Yersiz, yurtsuz, aç, başkalarına muhtaç, yardımlarla yaşayan, zorunlu ihtiyaçlarını düşünmek dışında hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir ümmet. Bir yandan işgal ettiler, öte yandan tüm tarihi ihtilafları hortlatıp bölgeyi siyasi ve mezhebî mayın tarlasına dönüştürdüler. Savaş bitmesin diye ellerinden geleni yapıyorlar. Çünkü uyanışı engellediğini düşünüyorlar. Tabi ki her şeyin doğrusunu Allah bilir. Onlar bir plan kurdu, şu ana kadar işledi. Bakalım Rabbimizin planı ve onlara kurduğu tuzak ne? İsterseniz burada bir parantez açıp asr-ı saadete bakalım: Bu yaşananlara bakınca , Allah Resûlü’nün davetin başlangıcından, Mekke’nin son günlerine kadar neden güvenli bir selamet yurdu aradığını bugün daha iyi anlıyoruz.
Habeşistan, Taif denemesi, kabilelere arz ve nihayet Medine’ye hicret.. Çünkü horlanan, dışlanan, mahrum bırakılan, can ve mal emniyeti olmayan insanlar, hep savunmada ve zorunlu ihtiyaçlarını teminle meşgul oluyorlar. Tüm enerjilerini, yaralarını sarmaya harcıyorlar. Bir yarayı sarmadan yeni bir yara alıyorlar… Allah Resûlü (sav) ashabını bu atmosferden çıkarmak istiyor. Yıllarca süren bir arayıştan sonra Allah (cc), onlara Medine’yi yurt kılıyor. Parantez kapatıp kaldığımız yerden devam edelim: Ne demiştik? Sovyetler yıkıldı, batı, İslami uyanışı yeni tehlike olarak kodladı ve işgal hareketlerine başladı.
Batı yeni dünya düzenini böyle tasarlamıştı. Batı ve İslam savaşacaktı ve tabi ki batı kazanacaktı. Ancak çok farklı gelişmeler yaşandı. Batının istediği düzen/düzmece kurulamadı. 2008’den bu yana başta ABD olmak üzere batı ülkelerinde ekonomik ve sosyal sorunlar patlak verdi. Dünya ekonomisine yön veren bankalar iflas etti. Refahın şımarttığı orta sınıf (sarı yelekliler gibi) etrafı yakıp yıkan gösteriler yapmaya başladı. Dijital ekrana bağımlı, Batılı değerleri paylaşmayan yeni bir nesil yetişti. Yabancılar/göçmenler ırkçı uygulamalara ve çifte sıtandarta isyan etmeye başladı. Batı nüfusu hızla yaşlanıyorken, doğunun genç nüfusu batıya akın etmeye başladı. Sınırların, denizlerin, kıtaların engel olamadığı bir göç dalgası yaşanıyor dünyada…
Batı’da sağ/faşist partiler seçim kazanıyor. Yabancı/göçmenlerle bu partiler arasında tüm Avrupayı yıkacak bir iç savaş uyarısında bulunuyor toplum bilimciler. Yıkılan Sovyetler, Rusya olarak daha güçlü döndü meydana. Tüm dünyanın gözü önünde Kırım’ı topraklarına ilhak etti. Tüm bunlardan önemlisi ve Batı’yı korkutan Çin’in sessiz yükselişi. Bugün Çin, Batı’yı egemen kılan iki alanda onunla at başı yarışıyor: Teknoloji ve ekonomi.
Dünyada hiçbir yer güvenli değil. Konsolosluklarda cinayet işleniyor. Devletler mafya gibi davranıyor, dokunulmazlıklar hiçe sayılıyor…
Türkiye’nin ahvali dünyadan farklı değil. Batı’da sarı yelekliler, Ortadoğuda Arap baharı yaşandıysa Türkiye’de gezi ayaklanması yaşandı.
Dünyada bir ekonomik kriz varsa Türkiye’de de bir ekonomik kriz yaşanıyor. Dünyada sağ/faşist partiler yükselişteyse Türkiye’de de yerli ve milli sosuna bulanmış bir faşizm dalgası yükseliyor. Buna“milli cahiliye”de diyebiliriz.
Dünyada göçmen ve sağcı parti çatışmasından korkuluyorsa Türkiye’de de Suriyeli misafirler ve milliyetçi çatışmasından korkuluyor.
Türkiye’yi dünyadan ayrı düşünmeyin. O, modern cahiliyeye ayak uyduran bir rejime sahip. Uyduğu düzen ne sorun üretiyorsa; aynısı yaşayacak. Ki yaşıyor da…
Toparlayacak olursam; modern cahili düzen, her geçen gün yeni bir kriz üretiyor. 20. yüzyıl düzeni 21. yüzyılı taşımıyor. Nasıl ki Batı-Osmanlı merkezli düzen, dünyayı taşımayınca yıkıldı ve yerine Batı-Sovyet merkezli yeni bir düzen kuruldu; aynı şekilde mevcut düzen yıkılacak ve yerine yenisi kurulacaktır. Zamanını, şeklini ve neticelerini bilmesek de; mevcut durum ve sünnetullah bu hakikate işaret etmektedir. Rabbim bu düzeni muvahhidler için hayra vesile kılsın. Yaşananları bir uyanışa, beşeriyetin öncülüğünü üstlenmeye ve tevhidin hakimiyetine sebep eylesin. Allahumme âmin.
Soru: Hayatınızda “Dönüm Noktam” Dediğiniz Bir Olay Var mı? Var İse Anlatır mısınız?
İki dönüm noktası zikredebilirim. İlki; 2003 yılında karşılaştığım tevhid akidesi ve bu akidenin hayatıma olan etkisidir. Belirgin ve net şekilde, tevhid öncesi ve sonrası diye hayatımı ikiye ayırabilirim.
İkincisi ise; 2008 yılında yaşadığımız cezaevi imtihanıydı. Bildiğiniz gibi basın, bu operasyonu el-Kaide operasyonu diye servis etmişti. Açıkçası biz el-Kaide değildik, el-Kaide’yle aramızda var olan ihtilaf ve farklılıkların ictihadi ihtilaflar olduğunu düşünüyorduk. Cezaevine girmeden hemen önce, kardeşlerle bir oturum yapmış ve bu insanlarla aramızdaki itikadi ve menheci farklılıkları konuşmuştuk. Cezaevine girince, kendini bu cemaatin sözcüsü kabul eden birileri mektup/risale kaleme aldılar. Basının bizi el-Kaide diye tanıtmasına tepki gösteriyor, bizim gibi insanların el-Kaide’yle hiçbir bağı olmayacağını anlatmaya çalışıyorlardı. Yaptıkları anlaşılabilirdi bir yere kadar. Çünkü cemaatlerinin yanlış tanınmasını istemiyorlardı. Fakat üslup problemliydi; hakaret, aşağılama ve yer yer iftiraya varan ithamlar vardı.
Bu girişim; bazı meseleleri yeniden tartışmaya açtı. Biz de “Güncel İtikad Meseleleri” adlı eseri kaleme aldık. Bu cemaatin güncel meselelere bakışındaki yanlışları tespit etmeye ve bize yönelik ithamlarına cevap vermeye çalıştık. Kitap matbu olarak mevcuttur ve birçok baskı yapmıştır.
Dönüm noktası şu olmuştur: Bu olay beni geriye doğru okuma yapmaya sevk etmiştir. Tartışmalar sırasında şunu fark ettim. Biz; insanları Kur’an’a ve sünnete davet ediyoruz. Ölçü olarak da sahabi/selef anlayışını kabul ediyoruz. Duruşumuzu şöyle formüle ediyoruz: Kitabı ve sünneti selefin anlayışıyla anlamalıyız. Buraya kadar bir sorun yok. Teorimiz delil ve fıtrata uygunluk açısından güzel işliyor. Ancak şu sorun var: Biz kaynakları okuyoruz; Kitab’a ve sünnete bağlıyız. Anlayışa gelince sahabiye uzağız. Şöyle bir silsilemiz var: Tabiin, sahabeyi anlıyor. Tebe-i tabiin tabiini anlıyor. İmam Ahmed, bunları anlıyor. İbni Teymiyye İmam Ahmed üzerinden öncesini anlıyor. Necid âlimleri, İbni Teymiyye üzerinden öncesini anlıyor. Muasır bazı ilim adamları, Necid uleması üzerinden geçmişi anlıyor. Biz de, bu âlimler üzerinden geçmişi anlıyoruz. Yani, biz bu silsilede 8. halka olmuş oluyoruz. Yaşananlar bana şu soruyu sordurdu: Acaba arada yanlış anlama veya yanlış aktarma olmuş olabilir mi? Hani biz sofi değiliz ya! Sevdiğimiz insanların masum olduğuna inanmıyoruz! Sahabinin dahi hadis aktarırken unuttuğunu, yanılabildiğini, manayla rivayet ettiğini… kabul ediyoruz ya! Acaba aradaki âlimlerimiz yanılmış olabilir mi, yanlış anlamış veya yanlış aktarmış olabilir mi?
Bu soru, beni geriye doğru programlı bir okumaya sevk etti. Önce eserleri seçtim. Sonra geriye doğru okudum. Son halka ve bir önceki halkayı zaten okumuştum. Fakat yine de Necid ulemasından geriye doğru başladım. Her dönemi yazılı notlar hâline getirdim ve her seferinde karşılaştırma yaptım. Sonuç beni yanıltmadı. Çünkü dönemler arasında büyük boşluklar vardı.
Her halka, bir öncekinden görerek duyarak, yaşayarak almamıştı. İbni Teymiyeyle, İmam Ahmed arasında beş yüz (500) yıl, Necid ulemasıyla İbni Teymiyye arasında yaklaşık dört yüz (400) yıl, bizimle Necid uleması arasında yaklaşık iki yüz (200) yıl vardı. Her âlim, ara dönemlerin selefin yolundan saptığını tespitle işe başlıyor. Ara dönemi atlayıp bir önceki kuşağa yoğunlaşıyordu. İbni Teymiyye İmam Ahmed’e , Necid uleması İbni Teymiyye’ye, muasır âlimler de Necid ulemasına yoğunlaşıyordu.
Sözün özü; İmam Ahmed’e kadar, silsilede bütünlük var. Yaşayarak, görerek, sözlü ve fiili aktarımla yürüyor silsile. Ama İmam Ahmed’den sonra silsilede kopukluk oluyor. Yaşayarak devam etmiyor silsile, bir noktadan sonra okuyup anladığını aktarıyor herkes. Rabbim onlardan razı olsun, çabalarını Firdevsle mükâfatlandırsın. Bir şeyi görüp yaşamakla, kitaplardan okuyup anladığını aktarmak çok farklıdır. Yanılma ve yanlış aktarma payı yüksektir. Konunun tafsilatına girmek istemiyorum. Örnek olması açısından ilim talebeleri şu konuları karşılaştırabilir. Önce İbni Teymiyye’nin kitaplarına sonra da Abdullah bin Ahmed bin Hanbel’in babasından ve dönemin âlimlerinden aktarımda bulunduğu “Sunne” kitabına bakın. Cehmiyye’nin muayyen hükmü nedir? Selef irca akidesini kısımlara ayırır mı? Her namaz kılanın arkasında namaz kılınır mı? Akide sorgulamak bidat mi?
Bu sorulara İbni Teymiyye’nin selef adına verdiği cevaplarla, Abdullah’ın verdiği cevapların tamamen farklı, uzlaştırılamaz biçimde zıt olduğunu görürsünüz.
Bu Dönüm Noktası Bize Ne Kattı?
a. Koca âlimler dahi, yanlızca okumaya dayalı aktardıklarında yanılabiliyor. Bizim gibi basit ilim talebelerinin yanılması kaçınılmazdır. Bunun için;
b. Hangi mesele olursa olsun; teenniyle hareket etmek, gerekirse uzun tartışmalar ve farklı açıdan bakabilecek insanlarla istişare etmek zaruridir.
c. Silsilenin kopuk olan kısmından ziyade, kopukluk olmayan ilk halkalara yoğunlaşmak şarttır.
d.
Akide esasları olarak okuduğumuz bilgilerin, vahye dayalı delilinden ve ilk nesillere nisbetinden emin olmak hayati önemi haizdir.
e. Silsilede yer alan halkalara “eksiklikten münezzeh” muamelesi yapıp eleştirdiğimiz Şiilik (imamet anlayışı) ve Sofilik (veli anlayışı) seviyesine düşmemek gerekir.
Bu ay bu kadarla iktifa ediyor, selam ve dua ile hasbihâli sonlandırıyorum. Allah’a emanet olunuz.
İlk Yorumu Sen Yap