Korkular

Sahilde gezen martılar gibi her sabah çıkarım şehrimin denizle buluştuğu, ufku gözetlediğim yere. İki kadim dost gibiler. Farklı dünya ikisi. Su altı ve su üstü. Denizin ilk dalgalarının kıyıya vurma sesiyle benim de alarmım öter. Güneş de uyanmış, bizi rahatsız etmek istemezcesine nahif pırıltılar saçar o vakit. Yaratılanlardan en sevdiklerim ve güvendiklerim (güven önemli); deniz ve Güneş. Bir kere olsun beni korkutmadılar. Ki ben çok korkutulan (korkak değil) bir insanım. Emniyetim konusunda aşırı endişe taşırım. Çok abarttığımı söyleyenler de var. Hatta herkes öyle diyor. Bir kişi de çıkıp “Sen doğru olanı yapıyorsun.” demedi bugüne dek. Zaten öyle biri olsa onunla arkadaş olurdum. Ya da olmazdım. Ya beni tuzağa düşürürse, nasıl güveneyim? Bana hak veriyorsunuz, değil mi? Vermezseniz vermeyin… Neyse, dışına otomatik kepenk yaptırdığım pencereleri kumandamla kaldırıyorum. Ağır ağır kalkıyorlar uyudukları yerden. İçeri ışık giriyor. Sıkıntı yok, ona inancım tam. Günlük kıyafetlerimi değiştirmek için dolabımın şifresini giriyorum. Artık hazırım.

Bugün pazar. En tehlikeli gün bana göre. Tüm insanlar dışarıda, yani emniyet sıfır. Sanki herkes bana zarar vermek istiyor gibi. Kahvaltımı yapıp gezmek üzerine planlarım var. Bugün bir ilk olacak. İlk defa İstanbul’u, yani bir kısmını gezeceğim. Karşıma ne tür tehlikeler çıkacak bilmiyorum. Bunu doktorum bana önerdi. Doktora ben gitmedim tabii ki. Doktor evime geldi. Evi gezdirdim, kahve ikram ettim kendisine. Fincanların sert plastik olmasına şaşırdı. Ne garip adam, her şeye şaşırıyor. Cam veya porselen olsa, düşüp kırılsa, bir yerlerimi kesse daha mı iyi? Bunları görünce evde çok durmamamı, biraz dışarıda vakit geçirmemi tembihledi. Ben de her sabah sahile çıkıyorum. Kimsecikler olmadığı için sıkıntı da olmuyor. Sadece tepemden uçak geçerken ya düşerse diye havaya bakmaktan boynum ağrıyor o kadar. Çok yoruluyorum sahili baştan sona gezdiğimden. Oturmuyorum da. Çünkü sadece banklar var denize bakan. Onlar da tehlike arz ediyor. Arkadan birinin gelip ne yapacağını kestiremezsiniz. Allah’tan evim sahile yakın. O saatte insan keşmekeşinin içine girmeyi hiç mi hiç istemem. Ama şimdi işte, istemediğim yerdeyim.

Vakit öğleyi arkasına atmış ikindiyle kucaklaşmak üzere. Daha yeni geldim, geç kaldım biliyorum. Ama tek yol ya köprüden ya da su altından geçmek. Ben köprüden geçer miyim? Kafayı mı yedim? Üstünden kaç yüz ton ağırlık geçiyor. Kendimi o riske atamazdım. Deniz sevgim ağır bastı da altından gitmeye razı oldum. Etrafından dolanma şansım olsa öyle yapardım. Geçen yarım saatte neler geçti aklımdan. Anlatsam gülersiniz. Bende kalsın onlar, yalnız bunun bir de dönüşü var. Onu da sonra düşünürüz.

Koca caddede kuytu bir yer de yok ki saklanayım. Ben de yürüdüm. Ayaklarımın gittiği yere kadar. Her köşe başında bir müddet bekliyor, yandan birisi geliyor mu diye kontrol ediyorum. Caddenin başından beri bir genç beni takip ediyor sanki. Ajan mı ne? Yoksa doktorların bir tuzağı mı? Beni dışarı çıkarıp gözlemleyecekler. Eğer teşhisi koyarlarsa ver elini Bakırköy. İlk dönüşten dönmeye karar veriyorum. Adımlarımı hızlandırıp hızlıca sola sapıyorum. Arkamdan geliyor mu diye başımı çevirince önümdeki birine tosluyorum. Yaşlı bir amca, çarpmanın etkisinden gözlüğü düşmüş, alıp veriyorum. Bana kızıyor, ona aldırmıyorum, ama elindeki baston beni korkutuyor. Bir tane kafama indirse?! Her yer kan, olay yeri inceleme, ambulanslar, ameliyat… O kadar da değil yahu! Abartmasam mı? Kendimi dizginliyorum sanırım ilk defa. Gelişme var. Dedeyle sopasını köşe başında bırakıp devam ediyorum yoluma. Arabalar var, kırmızı ışıkta durmuş. Karşıya geçeceğim, ama ya yeşil yanar da birden kalkıp… Ne diyorum ben ya? İyice paranoyak oldum. Olmayan şeylerden dolayı niye kendimi korkutuyorum? İşte sıkıntım bu. Düzelecek gibi durmuyor. Nasıl düzelsin ki? Doğduğumdan beri böyle yetiştim. Şu ışıkları geçeyim de…

Dayakla korkutuldum, ağzıma acı biber sürülmekle korkutuldum, terlik ve oklava gibi amaç dışı kullanımı olan savaş aletleriyle korkutuldum. Biraz büyüdüm, arkadaş çevrem tarafından ürkütüldüm, akran zorbalığına maruz kaldım. Okulda şamar oğlanı oldum. Öğretmenimin tehditleri, müdürün haykırışları altında geçti okul dönemim. Sonra “Ben insan sevemem.” dedim. Her tanıdığım insanın ihaneti beni insan ırkından ırak etti. Gözüm ve kalbim, korkulması gerekenler listesinin başına “İnsanlar” yazdı. Evet, insan ve ona taalluk eden her şey.

Bu düşünceler zihnimde volta atarken adımlarımın hızlandığını ve beni küçük bir bahçeye sürüklediğini fark ediyorum. Bir sorun var sanki ya da gariplik. İlginç bir biçimde kendimi emin hissediyorum. “İnsan olmadığındandır o.” diyor bilinçaltım. Ah, evet! Herhangi bir insan gözükmüyor. Yavaş ve emin adımlarla briket taşıyla döşeli, köşeleri nergis ve gülle süslü narin yolda ilerliyorum. Yolun çatallanan kısmında mini bir büfe çarpıyor gözüme. İçeriye göz atsam da net göremiyorum neler olduğunu. İçimden bir ses geri dönüp acilen eve gitmemi söylüyor. Dinlemek istemiyorum bu sesi. Dalında güzel olsa da bir nergis koparıyorum sağımdan. Narince geliyor el ayama. Kokusunu içime çektikten sonra kalbimdeki sesi bastırıyorum göğsüme yakın tutarak. İçeri girme konusunda tereddüt ediyorum. Mekânda insanlar var. Onlar da benim gibi mi acaba? Gidip konuşabilir miyim? Zannetmiyorum, ama beni buraya getiren o his içeri girip birileriyle tanışmamı, en azından konuşmamı istiyor gibi.

Yine sakin adımlarla girişe yürüyorum. Beni garipsemesinler diye nergisimi gömleğimin cebine tıkıştırıyorum. Şöyle bir üstüme başıma bakıp son kez derin bir nefes alıyorum. Başımı dik, gözümü sabit tutmalıyım. Eski günlerden kalma etrafı kolaçan etme huyuna gem vuruyorum şimdilik. Kapıya giden dönemeçten sağa dönüyorum. İşte kapı karşımda. Hayatımda daha önce yapmadığım, yapamadığım bir eyleme birkaç adım var. O sırada sürgülü kapı açılıyor. Gençten bir adam, yanında üç beş çocukla, yüzlerinde tebessümleriyle geçiyorlar yanımdan. Babaları değildir herhâlde. Ona rağmen çehrelerindeki sevgi ne kadar da belliydi. Gözlerinin içi, parlamadan öte, bildiğin ışık saçıyordu. Ben o yaşta öğretmenim ve babam dışında kimsenin yüzüne bakamazdım korkudan. Doğru yerdeyim diyorum kendi kendime.

Bu inançla cesaretimi toplayıp sürgülü kapının önüne geliyorum. İçeri davet edercesine nazik hareketlerle açılıyor. Sıcak bir ortam var belli. Yok, hava olarak değil, manevi olarak. Etrafa baka baka ilerliyorum. Kimse dönüp “Bu garip de kim?” bakışı atmıyor. Sağ taraftaki mini masa ve sandalyelerin çoğu dolu. Çocuğundan yaşlısına her yaştan insan muhabbet içinde. Uzak köşede oyun, eğlence aletleri de var. Çocuklar tarafından işgal edilmiş hepsi. Sol tarafta ise büfe kısmı mevcut. Hummalı çalıştıkları her hâllerinden belli. Ayakta biraz uzun beklemiş olacağım ki garson bana masalardan birini işaret edip çay ikram edeceğini söylüyor. Gösterdiği masada bir genç ve bir çocuk var. Birbirlerine benzemiyorlar. Biri kumral, biri esmer. Biri yeşil gözlü, biri kömür. Kardeş veya akraba olmadıkları kesin. Ona rağmen çok yakınlar. İmreniyorum ikisine. Tanışıyorlar benimle. O sırada çay ve tatlı geliyor masaya. “Ama ben tatlı istemedim…” diyecek oluyorum ki, ağzıma tıkıyorlar lafımı. İçim kaynadı mekâna. İnsanlarına da aynı zamanda. İçeri adım atar atmaz benliğimden soyutlandım. Başka birine dönüştüm. Karşımda oturan gençlere memleketlerini soruyorum. Çünkü aklıma takılan bir şey var. Çekirdekten yetişme milliyetçi ben, iliğime işleyen o ırkçılığa isyan ediyorum uzun zamandır. Büyüğü Batmanlı, küçüğü Sivaslı olduğunu söyleyince burada ulus bağının dışında bir bağ olduğuna kanaat getiriyorum. Ben etrafı izlemeyle meşgulken ak sakallı, güler yüzlü biri masamıza yaklaşıp selam veriyor. Ardından sevecen, yumuşak bir tavırla, “Haydi Akif! Gidiyoruz oğlum.” diyor. Küçük olanı elimi tutup kalkmak için izin istiyor. Çok hoşuma gidiyor bu hareketi. Ne kadar da edepli. Kültür diye buna derim.

Düşüncelere dalmışım sanırım. Omzuma dokunan elle sıyrılıyorum hayal âleminden. Karşımdaki genç başıma dikilmiş, şimdi gideceğini, başka zaman tekrar görüşebileceğimizi söylüyor. Telefon numarasını istiyorum, tekrar burada görüşmek için. Memnuniyetle veriyor. Tanıştığına memnun olduğunu belirtip hızlı adımlarla kapıya doğru ilerliyor. Havanın kararmaya yüz tuttuğunu o ân fark ediyorum. Eve dönsem iyi olacak. Karanlıkta yaşayacaklarımla bugünümün tadını bozmak istemem açıkçası. Kasaya gidip hesabı soruyorum. “Ödendi.” cevabı beni ters köşeye yatırıyor. Daha hızlı olmam gerekiyor anlaşılan. Her şey için teşekkür edip çıkıyorum mekândan. Gençten aldığım numarayı “Batmanlı Mehmet” diye kaydediyorum. O da beni kaydetsin diye bir mesaj gönderiyorum. Otobüste başım camdayken titriyor telefonum. Bildirime bakınca profil fotoğrafı dikkatimi çekiyor Mehmet’in. Sanırım Arapça bir cümle var, altında Türkçesi yazıyor…

Zifirin ortasında kaba bir erkek sesi duyuyorum. “Yeğenim kalksana, son durağa geldik.” Gözümü aralayınca otobüs şoförünün homurdandığını görüyorum. Dayak yemeden kalkıp özür diliyorum. Bana ne oldu öyle? Bayıldım galiba. Ama niye? En son ne yapıyordum? Bunu düşünmeme kafamdaki şiddetli ağrı ve basınç izin vermiyor. Bunu da eve erteleyip adımlıyorum caddeyi. Tam otobüsten uzaklaşmışken şoför dayı tekrar sesleniyor. “Yeğenim, bu telefon senin mi acaba, düşmüş de?” Ellerimle ceplerimi yoklayınca telefonumun düştüğünü anlıyorum. Elinden alıp teşekkür ediyorum. Ekranı açınca o yazı geliyor, yine gözüm kararıyor. Kaldırımdaki direğe tutunuyorum düşmemek için. Kendimi toplayıp evimin yokuşunu tırmanıyorum ağır ağır. Yıldızlar beni müjdelercesine gülüyorlar sanki. Ay bir başka parlıyor bu gece. Benim aklımda yine aynı yazı, yine aynı soru:

“Ey insan! El-Kerîm olan Rabbine karşı seni aldatan şey nedir?”[1]


[1]. 82/İnfitâr, 6

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver