Kirli Ellerin Tevhid Nuruyla Yıkanması

Yıllar önce cahiliyenin en koyu karanlığını yaşıyordum. Hayatımda günah, haram, şirk… her şey mevcuttu. En önemlisi ise işim gereği kimseyi sevmiyordum veya sevmek istemiyordum. Yaşamak için güçlü olunmalıydı. Güçlü olmak için de acımasız olmak gerekiyordu. Bunlar bizim için olmazsa olmazlardandı. Uzun yıllar hayat, sokak ve hapishane arasında gidip geldim. Artık son zamanlarda buralar dar gelmeye başlamıştı. Tabii yaşadığım hayat gereği sürekli takip altındaydık, rahat bir yaşam süremiyorduk. Bir gün bana, “Operasyon olacak, belki bizleri de alacaklar.” dediler. Düşündüm, bir şeyler yapmalıydım. Eğer tekrar tutuklanırsam, bu sefer eski dosyalar üst üste gelebilirdi ve çok uzun yıllar içeride kalabilirdim. En sonunda yurt dışına çıkmaya karar verdim. Hemen işe koyulup hazırlıklar yaptım ve bir hafta on gün içinde İsviçre’ye gittim. Oradan da Paris’e geçtim. Yeni insanlar, yeni düzen, yeni bir hayat… Yaklaşık üç sene kadar buradaki gibi bir yaşam sürdüm. Oralar Türkiye gibi değil, istediğim birçok şeyi rahatlıkla bulabiliyordum. Derken bir gün kendi kendime düşünmeye başladım; geçmişimi, yaşadıklarımı… Bazı şeyler anlamsız gelmeye başlıyordu, sıkılıyordum, tat alamıyordum. Acaba geçen yıllar boşa mıydı? Türkiye’deyken kaç kere Kur’ân öğrenme hevesim olmuştu. Bu da genellikle cezaevinde oluyordu. Acaba burası bir fırsat olabilir miydi? Neden olmasın? Kur’ân-ı Kerim’i öğreneceğim, ama nasıl olmalıydı? Gidip kimseye, “Bana Kur’ân öğret!” diyemezdim. Hayatımda hep bir şeyleri kendim öğrenmiştim. Bunu da kendim öğrenecektim. Günlerce düşündüm. Sonra Türklerin çok yoğun yaşadığı Strazburg semtine gittim. Orada Mevlana adlı kitabevine girerek Kur’ân almak istediğimi söyledim. Kur’ân-ı Kerim ile beraber birkaç kitap daha aldım, yola koyuldum. Trene binerken içim çok tuhaf olmuştu. Ellerim daha önceleri başka şeyler taşımaya alışmışken şimdi Allah’ın Kitabı’nı tutuyordu. “Ya bana zarar verirse ya çarparsa bana?” diye düşünmekten kendimi alamadım. Umut ve korkuyla eve geldim, yapraklarını karıştırmaya başladım. Harika bir duygu vardı içimde. Mealli Kur’ân-ı Kerim’di, biraz meal okudum. Birkaç gün böyle geçti. Sonra tekrar oraya gittim, Elifba aldım. Harfleri öğrenmeye, telefona indirip dinlemeye başladım. Bazen Yahudiler bizlere gelir, davet yaparlardı; dinlerine çağırırlardı. Kur’ân’la beraber Tevrat ya da İncil de okuyabilirdim. Tevrat ve İncil’i de telefonuma indirdim. İkisini de okudum, sonra üçünü birbirine kıyas ettim. Aradaki fark çok barizdi. Onları okuyunca pek tat alamıyordum, ama Kur’ân okurken huzur doluyordum. İkisini terk ettim, Kur’ân’a yöneldim. Harfleri öğreniyor, meal okuyor, okudukça düşüncelerim değişiyor, değiştikçe de daha çok okumak istiyordum. Ancak buna rağmen bazı kötü alışkanlıklarım hâlâ devam ediyordu. Derken namaza ve oruca başladım. Kandil günlerinde orucumu mutlaka tutardım, namazımı sürekli kılardım, tabii cumayı da. Paris’te genelde şöyle bir durum vardı: Kürtler, Kürtlerin; Türkler, Türklerin; Araplar da Arapların camilerine giderdi. Ben de Kürt olduğum için Kürtlerin camisine giderdim, giderdim ama hep bir eksiklik vardı, orada mutlu olamıyordum. İmam sürekli, “Devlet Kürtlere zulmediyor, PKK zulüm altında.” gibi sözler ederdi. Bu böyle devam edemezdi. Zaten etmedi de. “En azından onlar İslam’ı daha iyi yaşıyorlar.” düşüncesiyle Türklerin camisine gitmeye başladım. Buradaki imam da Devleti övüyor, PKK’ye lanet ediyordu. Hayır, burada da içim rahat etmiyordu. Orayı da terk ettim. Arapların camisine gitmeye başladım. Tabii bu da uzun sürmedi, çünkü anlattıklarını anlamıyordum.

Zaman böyle geçerken oradaki akrabalarım Kur’ân okumaya başladığımı duymuşlar. Hatta amcamın oğlu, “Boşuna okuyor, Türkiye’de o kadar şeylerden sonra gelmiş burada Kur’ân okuyor, Allah kabul etmez.” demiş. Bunu duyduğumda çok kızdım, hemen oraya gidip onu üçüncü kattan aşağıya atmak istedim, akrabalar araya girdiler, engel oldular. Eve geldim; moralim bozuk, canım sıkkındı ve şeytan sağdan yaklaşmaya başlamıştı; “Ya dediği doğruysa? Ya Allah kabul etmezse? Ya tüm çabam boşunaysa?” Ama hayır, buna izin vermemeliydim. Madem başladım, o hâlde devam etmeliydim. Gücümü topladım, azmime tekrar sarıldım. “Bunu başarabilmeliyim.” dedim kendime, ama hiç de kolay görünmüyordu. Bununla birlikte Rahmân yardım ediyor ve zaman geçtikçe değişmeye başlıyordum, bunu fark edebiliyordum. Peki, bunun böyle kalması veya daha iyi olması için neler yapmalıydım? Evet, sebat edebilmek için birlik ve beraberlik gerekir; ama kimlerle birlikte hareket etmeliyim? Kendilerine saygı duyup örnek alacağım topluluk beni kendisine bağlamalı, yani onları sevmeliydim. Ama böyle bir camia tanımıyordum. Ben bu düşünceler içerisindeyken günler günleri kovalardu. Bir gün evde TV izlerken kulağıma bazı sözler takıldı. “Türkiye’nin IŞİD lideri yakalandı!” diyordu. Baktım, emniyet müdürlüğüne bir adam götürülüyor; genç biri, sakallı, yanında da peçeli, tamamen kapalı bir kadın var. Diğer yanında kadın polis, altta da şu isim: Ebu Hanzala Medya o kadar ayrıntılı anlatıyor ki bu adamı, ya gerçekten büyük bir adam ya da medya onu hedef gösteriyor, diye düşündüm. Çünkü onların nasıl bir yalancı olduğunu iyi bilirim. “Ebu Hanzala” kimdi? Pür dikkat haberi izledim. Bittikten sonra hemen telefonu alıp Youtube’a “Ebu Hanzala” yazdım. Karşıma bir sürü video çıktı. Birini seçip dinlemeye başladım, hoşuma gitmişti. İkinci, üçüncü, dördüncü video derken önüme çıkan videoları izlemeye başladım. Gayet ciddi bir üslupla ve korkusuzca konuşuyordu. Genelde insanların gözünde şöyle bir İslam ahlakı algısı vardı: Müslümansan hep boyun eğmen gerekir, yani biri sol tarafına vurursa sen sağ tarafını da göstermelisin ki oraya da vursun. Bu anlayış ise bana çok ters geliyordu. Daha önce kimseye boyun eğmemişken neden İslam söz konusu olduğunda insanlara boyun eğecektim? Hocanın videolarını izledikçe bu adam da kimseye boyun eğmiyor, diye düşündüm ve takdir ettim. Nihayet kafam karışmaya başlamıştı. Farklı şeyler anlatıyordu, kabul edemeyeceğim şeyler. Artık bana bir şeyler olmaya başlamıştı. “Allah’ım, ne oluyor bana? Galiba kafayı yiyorum. Ben hiç böyle olmamıştım. Gerçekten neler oluyor bana? Ya kafayı yersem ya delirirsem? Allah’ım yardım et!” düşünceleri arasında bocalıyor, sürekli dua ediyordum. Türlü türlü zorluklar aşmıştım, ama bu farklıydı, çünkü anlam veremiyordum.

“Allah’ım eğer bu adamın dediği hak ise ona gitmemi, eğer hak değil ise ondan uzak durmamı nasip eyle! Allah’ım bana yardım et!” diye günlerce Allah’a (cc) dua ettim. Bazen bazı şeyler kafamı karıştırıyordu. Mesela bir gün Diyanetin, Atatürk’e “put” dediği yayıldı televizyonlarda, sonra Diyanet açıklama yaptı, “Biz öyle bir şey söylemedik.” diye. Düşündüm, benim bildiğimi Diyanetin bilmemesi olanaksızdı. “Öyleyse bildiğini neden anlatmıyor? Neden gizliyor?” diye sorgulamaya başladım. Sonra Halis Hoca’nın Diyanetle ilgili videosunu dinledim. Gerçekten Hocanın dediği gibi diyanet değil, hıyanet kurumuymuş. Onlardan soğumaya başladım.

Başka bir gün de trende hiç tanımadığım biriyle bir sohbete başlamıştım. Bana dedi ki: “Bir arkadaş anlattı, Türkiye’deki yöneticiler kâfirmiş.” Ben tabii kabul etmedim. Sonuçta büyük bir kısmı namaz kılıyor, Kur’ân okuyordu. Bana dedi ki: “Bunu söyleyen kişi Kur’ân’dan delil getiriyor, hatta ben de baktım Kur’ân’a. Söylediği gibi.” Hangi ayet olduğunu sorunca “Mâide Suresi’nin 44. ayeti.” dedi. Eve dönünce ilk işim bu ayete bakmak oldu. Evet, söyledikleri gibiydi, ama yine de kabullenemedim, sonra tefsirine baktım. Anladım ki bu ayetin manasından kaçış yok. “Tamam.” dedim, “Doğru söylüyorlar.” Sonra Halis Hoca’nın yöneticilerle ilgili bir videosu denk geldi. Rabbim ayaklarını sabit kılsın, o kadar güzel anlatıyor ki o korkusuzluğu, cesareti içinize işliyor. Sanki bir şeyle ilgili kafam karıştı mı Allah (cc) onunla ilgili bir video ya da yazı karşıma çıkarıyordu. Artık bunalımın yerini huzur almaya başlamıştı kalbimde.

Yine bir gün Hocanın videolarına bakarken bayram hutbesi çıktı karşıma. Aman Allah’ım! Burada neler anlatıyordu? Duymak ve yaşamak istediğim ne varsa onları söylemişti. Hem de herkesi karşısına alarak. Böyle cesaretli bir insan yalnız bırakılmamalıydı. Davasına bu denli bağlı olan bir adam, dava arkadaşlarına da bağlı ve sadık olurdu. Artık emin olmuştum. Aradığım önder insan, Halis Hoca’ydı. Taşlar birer birer yerine oturuyordu. Oturdukça da ben huzur buluyordum. “Ama ya bu ışık sönerse? Hayır, buna izin vermemeliyim. Peki, ne yapmalıyım? Evet, Türkiye’ye gitmeli ve Halis Hoca’yı bulmalıyım.” diye kısa bir iç sorgulama yaparak nihai kararımı verdim. İstikamet Türkiye’ydi.

Sabiha Gökçen Havalimanına iner inmez Allah (cc) beni imtihan etmeye başlamıştı. Polisler, hakkımda arama emri olduğu gerekçesiyle beni aldı. Böyle bir ihtimal olduğunu biliyordum. Buna rağmen kararım kesindi, Halis Hoca’yı bulacaktım. O gece nezarette çok düşündüm. Tutuklanmak önemli değildi, Halis Hoca’yı göremeyeceğime üzülüyordum. Ertesi gün mahkemede tutuklanmayı beklerken Allah’ın (cc) bana lütufta bulunmasıyla tutuklanmamıştım. Hâkim, birkaç gün sonra SEGBİS sistemiyle mahkemeye gelmemi istemişti. Oradan ayrıldıktan sonra Bursa’ya gittim; ama aklım Hocadaydı, gidip onu görmeliydim. Bir sokakta, bunu nasıl yapacağımı düşünerek yürürken sağ tarafımda “Tevhid Dergisi” yazan bir tabela gördüm. Subhanallah! Allah’ım, sana ne kadar hamdetsek azdır. Kendi mahallemde, yanı başımdalarmış. Hemen kapıya vurdum, ama kimse yoktu. Bir gün, iki gün, üç gün… Neden kimse yoktu? Sonra tekrar geldim, kapıya vurdum. Elhamdulillah, bu defa açıldı ve bir abi karşıladı beni. Ona durumumu anlattım. Abi sağ olsun, benimle ilgilendi. Abiye, “Ben İzmir’e gideceğim, mahkemem var. Eğer tutuklanırsam görüşmemiz ya uzun zaman sonra olur ya da hiç olmaz. Yok, eğer tutuklanmazsam pazar günü buradayım.” dedim. Allah’a hamdolsun, tutuklanmadım ve Bursa’ya döndüm. Aradan birkaç zaman geçtikten sonra bir gün bu abi bana, kendisiyle İstanbul’a gitmek isteyip istemeyeceğimi sordu. Elbette isterdim, Halis Hoca’yı görmek var. Hemen gittik. Hoca o zaman tefsir dersleri yapıyordu. Kendi kendime dedim ki: “Ders biter bitmez hemen yanına varıp kemiklerini kırana kadar sarılacağım, bütün hasretimi öyle atlatacağım.” Neden bilmiyorum ama yapamadım. Ders bitti, ben dışarı çıktım. O kadar yoldan gelmiş, ama istediğime ulaşamamıştım. Ben üzgün ve kızgın bir hâldeyken Bursa’ya döndük. Ancak Allah’a hamdolsun, kendisini daha sonraları çok gördüm, konuştum. O günden bu yana Dergiye gidip gelmeye devam ediyorum. Rabbim bu şekilde ve daha hayırlısıyla devam etmesini nasip etsin. Allahumme âmin.

Artık ben de birilerini sevmeye, bir şeylere değer vermeye başlamıştım. Uçağa binip Türkiye’ye geldiğimden, yani Tevhid Dergisiyle tanıştığımdan beri eski alışkanlıklarımı tamamen terk ettim. Onları tamamen terk ettim. Benim için hidayetten sonra en büyük nimet; bu alışkanlıkların artık hayatımda olmaması. Onları hayatım boyunca bir daha asla düşünmemeyi ve uzak durmayı dilerim Rabbimden… Allahumme âmin. Yıllar yılı nefsim için, başkaları için çok mücadele edip en güzel yıllarımı değersiz ve basit şeyler için hapishanede geçirdim. Bundan sonra yaşayacaksam eğer kara günleri, Allah’ın (cc) dini için olsun. Rabbimin kabul etmesini çok istediğim bir duam var. Ölmeden önce o duama ulaşmayı diliyorum Rabbimden.

Allah’ım, sadece senin dinin uğruna, sadece senin rızan için bizlere cennet yolunu kolaylaştır. Ve Rabbim, Abdullah ibni Cahş’ın duasıyla senden istiyorum.

Allahumme âmin. Allahumme âmin. Allahumme âmin.

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selam, âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed’in (sav) üzerinedir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver