Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam O’nun Resûlü’ne olsun.
Hicretin 2. senesinde yaşanan en önemli hadiselerin bir diğeri kıblenin değişmesidir. Allah Resûlü (sav) ve ashabı Mekke’deyken Mescid-i Aksa’ya yönelerek namazlarını kılıyorlardı. Bu durum hicretten sonra da bir süre devam etti; ancak hicretin 2. senesinde Allah Resûlü’ne Kâbe’ye yönelme emri geldi.
Bu hadiseyi Bera bin Azib (ra) şöyle anlatıyor:
“Allah Resûlü Medine’ye geldiğinde ilk on altı veya on yedi ay Beytu’l-Makdis’e doğru namaz kıldı. Kıblesinin Kâbe’ye doğru olmasını arzu ediyordu. Kâbe’ye doğru kıldığı ilk namaz, ikindi namazı olmuştu. Bir topluluk da onunla beraber kılmışlardı. Onunla birlikte namaz kılanlar arasında bulunan bir adam namazdan çıktı ve mescidin birine bir cemaat namazdayken uğradı. Allah Resûlü ile birlikte Mekke’ye doğru namaz kıldığıma Allah için şehadet ederim, deyince cemaat namazda Beytullah’a döndü. Allah Resûlü Beytullah’a yönelmeyi arzu ediyordu.” [1]
Bu emir üzerine kıblelerini değiştiren Müslimler, yoğun eleştirilere maruz kaldılar. Medine’deki atmosfer bir anda ağırlaştı. İmtihanın şiddeti her yönden hissedilmeye başladı. Bunun üzerine Allah (cc), Bakara Suresi’nin 142-152. ayetlerini indirdi.
Bu ve bundan sonraki birkaç yazımızda, hem o atmosferi daha iyi hissedebilmek hem de şirk ve nifak ehlinin ürettikleri şüphelere karşı Rahmani tedbirlerin neler olduğunu anlayabilmek için konu hakkında inen ayetleri tek tek ele alacağız.
Ayetleri incelemeye geçmeden önce bir noktanın altını çizmekte fayda vardır: Hak ve batıl arasındaki savaş çok çeşitlidir. Bir önceki yazımızda seriyyeleri anlatmıştık. Medine döneminde yaşanan daha birçok seriyye ve savaştan bahsedeceğiz; ancak bir o kadar da karşımıza şüpheler üzerinden yürütülen savaşlar çıkacak. Şeytan ve onun dostları, harp meydanında yenemedikleri ya da yendikleri ama belini bir daha doğrultmasını istemedikleri İslam toplumuna karşı şüphe ekerek de savaş açarlar. Genel olarak bakıldığında ise şüphelerin, diğer hasar verme ve imha etme hamlelerinden çok daha etkili olduğu görülmektedir. Bu sebeple şüphelerle mücadelede Rahmani çözümlere her zamankinden daha fazla kulak verilmelidir. Kıble ayetleri de bu yönü ile bizlere yol gösterir. [2]
“İnsanlardan zayıf akıllı olanlar diyecekler ki: ‘Eski kıblelerini bırakıp (yeni kıbleye) yönelmelerinin sebebi ne ola ki?’ De ki: ‘Doğu da batı da Allah’ındır. Ve Allah dilediğini sırat-ı mustakime/dosdoğru yola iletir.’ “ [3]
Kıble değişimine tepki gösteren insanlar üç sınıftır: Münafıklar, “Muhammed sürekli fikir değiştiriyor. Bir o tarafa bir bu tarafa yöneliyor.” derken müşrikler de “Muhammed sonunda atalarının dinine döndü.” diyorlardı. Kıblenin Mescid-i Aksa’dan Kâbe’ye dönmesine en şiddetli tepkiyi ise Yahudiler gösterdi; çünkü Allah Resûlü’nün (sav)Mescid-i Aksa’ya yönelmesini kendileri için bir üstünlük alameti olarak görüyorlardı. Kıble değişimi ile beraber fitneci karakterleri bir kez daha açığa çıktı ve “Hangi kıble doğru? Eğer bu doğru ise önceden kıldığınız namazlar ne olacak?” demeye başladılar.
Allah (cc) bu üç sınıfı da tek bir isim altında topladı: Sefihler.
Sefih, istisnasız her toplumda, sözüne ve fikirlerine değer verilmeyen kişiye verilen addır. Allah (cc) Müslimlere bu tür hadiselerde nasıl davranmaları gerektiğini anlatırken bu sıfatı zikrederek aslında daha en başta mesajını veriyor: “Kitap ve sünnetin hükümlerine tabi oldukça sefihler sizi eleştirecek. Toplumların dahi sözüne değer vermedikleri bu kişilere kulak asmayın.”
Kitap ve sünnetten bize ulaşan hükümler sabittir. Vahiy inmeye devam ederken Allah (cc) bazen bir hükmü kaldırıp başka bir hüküm getirmiştir; ancak vahiy kesildiği için şu an bir hükmün iptal edilip yeni bir hükmün ihdas edilmesi mümkün değildir.
Bu hakikati zikretmekle beraber şu da unutulmamalıdır: Şeriatın hükümleri tedrici olarak inmiştir ve bunların hangi zaman ve mekânda hangi aşamalarda uygulanacağı da yine vahiy tarafından belirlenmiştir. Bu sebepten ötürü İslam toplumunda bazı hükümlerin uygulanması, o aşamaların vaktinin gelmesini bekleyebilir. İşte günümüzde de bazı sefihler, bu hakikatten habersiz oldukları için, Müslimlerin daha önceden yapmayıp da yeni yeni uygulamaya başladıkları ameller üzerine onların çelişki içinde olduklarını iddia edebilirler.
Bunun yanında içtihada dayalı bir meselede, örneğin hareket fıkhına taalluk eden bir mevzuda emirler, yeni gelişmeler ışığında farklı zamanlarda farklı uygulamalara gidebilirler. Aynı şekilde uygulamadaki bu farklılıklar da sefihlerin dillerine doladıkları bir husus olabilir.
Hangi hâl olursa olsun Müslimlerin bu kişilere verecekleri tepki bellidir: Dikkate almamak.
Tabi ki akıllara şöyle bir soru gelebilir: “Eleştiri olmazsa ve bizler de var olan eleştirilere kulaklarımızı tıkarsak kendimizi nasıl düzelteceğiz, geliştireceğiz?”
Bu, haklı bir sorudur. Öyleyse hangi eleştirinin dikkate alınması gerektiğini belirlememiz gerekir. Halis Hoca’mız Tevhid Dergisi’nin 76. sayısında bu soruya şöyle cevap veriyor:
“Yıkıcı eleştiri ile nasihati nasıl ayıracağız?
Nasihat, nasihate muhtaç olana yapılır. Yıkıcı eleştiri muhataba değil, muhatabın gıyabında veya ulu orta yerde yapılır.
Nasihat eden, nasihat ettikten sonra görevinin bittiğini düşünür; çünkü Resûlullah dahi insanlara zorla bir şey yaptırma gücüne sahip değildir. Yalnızca uyarır, hatırlatır ve tebliğ eder. Yıkıcı eleştiri sahibi, ıslahı değil; nefsini tatmin etmeye çalıştığı için sürekli konuşur. Konuştukça vicdanen rahatsız olur. Vicdanının sesini bastırmak için de daha fazla konuşur. Kendisini fısk ve adavete sürükleyen bir kısır döngü içine girer.
Nasihat; açık, net ve anlaşılırdır. Biri İslam’ın yasakladığı bir şey yapmış, sınırları çiğnemiş veya bir vacibi terk etmiştir. Yıkıcı eleştiri ise kapalı, bulanık ve anlaşılmazdır. Eleştiri yöneltilen konu ihtilaflıdır, mübah olan tercihlerde veya bir yapının maslahatı için belirlenmiş kurallarla ilgilidir. Bu sebeple sonuç elde etmek mümkün değildir.
Nasihatteki gaye Allah’ın rızası ve müminlerin ıslahıdır. Dinleyene huzur verir, manevi soğukluğu giderir, kardeşlik bağlarını güçlendirir. Yıkıcı eleştiri ise önce sahibini sonra eleştiri yönelttiği insanları yıpratır. Nasihat ortamından kalkan manevi bir hafifleme; eleştiri ortamından kalkan vicdanen rahatsızlık duyar.
Nasihatçinin insan ilişkileri yapıcı, ahlakı güzeldir. Ticaretinde, aile hayatında ve İslami çalışmalarda çevresine sevgi, merhamet ve huzur yayar. Eleştiri ahlakına sahip insanlar ise kendileriyle ve çevresiyle kavga içindedir. Eleştirici kendi varlığından rahatsız olduğu gibi insanlar da onun varlığından rahatsız olur.
Nasihat, hatanın akabinde uygun bir zamanda yapılır. Eleştiri ise kaybedilen bir menfaat veya korkulan bir zarar sonrasında yapılır. Çoğu zaman ticari bir anlaşmazlık, bir hatadan dolayı kınanma, görevden alınma vb. durumlar sonrasında yaşanır.
Nasihat edenin amacı ıslahtır, buna binaen yalnızca muhatabına konuşur. Yıkıcı eleştiri yapanın amacı ise bozgunculuktur, buna binaen günahına ortak arar. Ne kadar fazla insanı bu günaha ortak ederse o kadar mutlu olur; zira ona ‘Bozgunculuk yapma!’ denildiğinde beraber bozgunculuk yaptığı insanları örnek gösterecek ve suçu dağıtmış olacaktır.
Şayet karşılaştığımız şey bir nasihatse kulak vermeli, kardeşimize teşekkür etmeli ve bize böyle kardeşler ihsan ettiği için yüce Allah’a hamdetmeliyiz.
Karşılaştığımız şey yıkıcı eleştiriyse eleştiriden ve sahibinden Allah’a sığınmalı, bizi günahına ortak kılmasına müsaade etmemeli, kardeşlerimizi bu yıkıcı desiseden haberdar etmeliyiz.
Şunu hiç unutmamalıyız: Hareketin olduğu yerde mutlaka eleştiri olacaktır. Resûller dahi eleştirinin önüne geçememiştir. Eleştirileri bitirmek gibi imkânsız hedeflerdense eleştirilere karşı İslam ahlakıyla ahlaklanmayı, kendimizi ve kardeşlerimizi müdafaa etmeyi öğrenmeliyiz.”
Kıble ile ilgi nazil olan ayetler silsilesinin ilk ayetinde dikkatimizi çeken başka bir husus ise şudur: Allah’ın (cc), Müslimler Mekke’deyken Mescid-i Aksa’ya, Medine’deyken Mescid-i Haram’a yönelmelerini emretmesinde ince bir hikmet mevcuttur.
Kâbe yeryüzünde Allah (cc) için en değerli mekândır ve bu mekânı en sevdiği iki insana yaptırmıştır. Çevresini haram kılmış, toprağını bereketlendirmiştir. Tüm bunlara rağmen Mekkeli Müslimlere belki de hayatlarında hiç görmedikleri Mescid-i Aksa’ya yönelme emrini vermiştir. Bunun sebebi, Mekkelilerin Kâbe’ye verdikleri değerin atalarından kaynaklı olmasıydı; yani onlar Kâbe’yi, ataları İbrahim (as) tarafından yapılması nedeniyle zaten kutsal olarak görüyorlardı. Dolayısıyla Kâbe millî bir değerdi. Aynı şekilde Ensar için de Mescid-i Aksa’nın ayrı bir yeri vardı; çünkü onlar cahiliyelerinde Yahudileri kendilerinden üstün görür ve onların şiarlarına ayrı bir önem atfederlerdi.
Eğer Müslimler Mekke’deyken Kâbe’ye, Medine’deyken de Mescid-i Aksa’ya yönelme emri ile karşılaşsalardı hiç sıkıntı yaşamazlardı. Ancak emirlere itaatlerinin dinî mi yoksa millî hassasiyetler ile mi meydana geldiğini netleştiremezlerdi. Allah (cc) işte böyle bir terbiye metodu ile onların millîleşen dinî değerlerini düzeltmiştir.
Mümin, Rabbinin en hayırlı nesli terbiye metodunu dikkate alarak, cahiliye hücrelerini temizleyip İslamlaştırmak için çaba göstermelidir. Bu sırada dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise Kasas Suresi’nin 68. ayetinin bize öğrettiği kaidedir:
“Rabbin dilediğini yaratır ve seçip (üstün kılar). Seçim onlara ait değildir. Allah, onların şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir.”
Bir kavmin diğerine, bir günün diğer güne, bir toprağın başka bir toprağa, bir memleketin diğer bir memlekete üstünlüğü ancak onları yaratan Rablerinin seçimi ile belirlenir. Ömer (ra) Haceru’l Esved’i öperken, “Vallahi ben senin bir taş olduğunu, fayda ve zarar veremediğini biliyorum; ama Allah Resûlü seni öptüğü için öpüyorum.”diyerek zikrettiğimiz hakikate işaret etmiştir.
Müslim, yaşadığı toplumda değer atfedilen hususların gerçekten şeriat kaynaklı olup olmadığını belirlemelidir. Daha sonra ise bu dinî değerlerin millîleşip millîleşmediğini tespit etmelidir. Örneğin, Ramazan Ayı buna en çarpıcı örnektir. Yaşadığımız toplum, “Bu ayda Kur’ân indirildi. Allah’a en sevimli amel olan oruç farz kılındı. Bin aydan daha hayırlı Kadir gecesi bu ayda saklı.” diye düşünerek bu ayı değerlendirmiyor. Kültürel aktiviteler yapmak, şenliklere katılmak, tıka basa yiyebilmek, sonunda uzun bir tatil yapabilmek için Ramazan’ı bekliyor. Bu sebeple açıktan Allah düşmanlığı yapanlar dahi konu Ramazan Ayı ya da dinî bayramlar olduğunda yelkenlerini suya indiriyor. Öyleyse Müslim, zihninde bu tür ortak noktaları netleştirmelidir ki kulluğunu hakkıyla yapabilsin.
Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.
[1] . Buhari, Müslim
[2] . (Bakara Suresi’nde yer alan ayetlerle ilgili zikredeceğimiz değerlendirmeler, Halis Hoca’mızın bu ayetlere yaptığı tefsirlerden özetlenmiştir.)
[3] . 2/Bakara, 142
İlk Yorumu Sen Yap