Kitap alırken tavsiyelere bakar, kitap kurtlarının yorumlarını okur, öyle alırım. Aldığım kitaplar bazen yanıltır beni. Yorumlardaki başarıyı bulamadığım olur. Bazıları ise gerçekten anlatıldığı gibidir. “Ada” kitabı bunlardan biri… Çok renkli bir resimlemeye, başarılı bir üsluba, sıcacık bir konuya sahip.
Büyük okyanusta kopan bir fırtınayla gemileri alabora olan Sophie, babası ve köpeği bir sala tutunarak kurtulur. Bir ada görürler ve tırmanırlar. Her biri çok yorulmuştur. Derin bir uykuya dalarlar. Bir gün bir gece uyurlar. Uyanınca adada geçici de olsalar bir yaşam kurarlar. Tâ ki bir gemi onları görene dek yaşayacakları kulübeyi yaparlar. Mevsimler değişir, fakat o duman görünmez. Fırtınalı bir sonbahar, soğuk bir kışı atlatırlar. İlkbaharla renklenir küçük dünyaları. Göçmen kuşlara şahit olurlar. “Burası ne kadar da güzel.” der Sophie, yeni yerler ve yeni renkler keşfederken. Derken duman görünür ve sesler duyulur. Bu, bir gemidir ve içi insanlarla doludur. Artık eve dönecekleri için baba ve kız çok mutludur. Sevinçle karşılanırlar. Sophie güverteye tırmanırken birden okyanusa atlar. Ve bir yıl boyunca evi olan adaya teşekkürlerini sunar… Çünkü ada sanıp da tırmandıkları yer “Deri Sırtlı Deniz Kaplumbağası”nın sırtıdır.
Kaplumbağanın konuşmalarıyla başlamıştır zaten kitap. Sırtına tırmanırlarken kaplumbağa gıdıklanmış, onları fark ettikten sonra hep dikkatli davranmıştır. Uzun zaman hareket etmemiş, onları birçok tehlikeden korumuştur. Etraftaki güzelliklere şahit olmalarını sağlamıştır. Geminin sesi duyulduğu ve sırtından ayrılacakları sırada Sophie’nin nazik davranışıyla çok mutlu olmuştur.
İşte böyle. Kalpleri yumuşatan kısacık bir öykü. Bu öyküde en önemli karakter ise kaplumbağa. Karşılıksız vermenin sembolü o. Ne pahasına olursa olsun korumanın, sahip çıkmanın… Ev olmanın, sığınak olmanın, dayanak olmanın, teselli olmanın sembolü… Bu özellikler kimde var diye düşünmeye lüzum yok sanıyorum. Şu hayatta hiçbir karşılık beklemeden seven, koruyan, yorulan, büyüten, rehberlik eden, öğreten hatta çoğunlukla teşekkür dahi edilmeyen; “annelerden” başka kim olabilir? Ben bu kadar karşılıksız seveni, vereni ve bağışlayanı bilmiyorum insanlık âleminde.
Annelik makamı en değerli makam olmasına rağmen hep ihmal edilir. Diplomasız olduğu için midir bilmem, kıymet verilmez.
Onun annelik serüveni hamile olduğunu öğrenince başlar. İçindeki çocuğa dair büyük hayalleri vardır. Hafta hafta gelişimini takip eder. İlk ultrason görüntüsünü utanmasa çerçeveletip asmayı düşünür. Yavrusunun ihtiyaçlarını listeler. Yavaş yavaş hazırlıklarını yapar. Günler yaklaştıkça heyecan basar. Sıklaşan sancılar doğumun habercisidir. Anne acıdan ağlarken, yavrusunun sesiyle yeniden doğar.
Kucağına aldığında minicik elleri, kaşık kadar suratı, açılmamış gözleriyle o, “aziz bir misafir”dir. Şimdi tüm acılar, ağrılar onun sıcaklığıyla dinmiştir.
Bu aziz misafirimizin ilk yıllarında anne her şeydir. Hayat pınarı onun göğsündedir. İçirir. Sevgiyle hem de. Anneler emzirirken görülmeye değerdir. Yavrusunun bakışları anneye, anneninki yavrusuna kilitlenmiştir. Misafirimiz onsuz duramaz odalarda, gece hep koynunda anne kokusuyla uyur. Annenin koynu çocuğun yurdu, anne kokusu tesellisidir. Korkunca sığınır o limana. Acıkınca, üşüyünce, sevinince… Her hâlde ve her durumda.
Nedendir bilinmez, büyümeye başladıkça koku da unutulur. Artık sokulmaz anneye öyle sık sık. Annesi sarılmak istese kaçar. Yüzünden öpse yanağını siler. Artık anne her şey değildir. Bu, insanlığın doğal bir sürecidir. Zira bebekken bağlanır ve çocukluk dönemiyle birlikte anneden güvenle ayrılır. Hayata tutunmak için bu, ikinci adımdır. Anne bu ayrılışın gereğini bilir. Fakat yine de üzülür. Bebeklik dönemi yaşadıkları onun için tarifsiz deneyimlerdir.
Çocukluk döneminde anneden ayrılsa da tamamen kopmamıştır. İsyan eder, çatışır ama yine anneye sığınır. Fakat ergenlik geldi mi tüm bağlar koparılır. Annenin yaptıkları beğenilmez olur. Giydiğine, söylediğine, pişirdiğine dahi karışılır. Hep eksikleri görülür. Başka anneler iyi, kendisininki kötüdür (ne acı bir tanımlama!). Kendi anneliğinde asla bu hataları yapmayacaktır(!). Geçmişi düşünür. Annesiyle yaşadığı acı hatıraları zihninde canlandırır ve büyütür. Ne karşılıksız sevmesini, ne gecesini gündüzüne eklemesini hesaba katar. Kırk hafta taşınmasını, iki yıl emzirildiğini de hatırlamaz. Unutur her şeyi. Anne ise bunları da bağrına basar. Yavrusunun ayağına diken batsa onun canı yanar. Yavrusu hüzünlense annenin yüreği kanar… Bu paragraf daha çok söz taşır. Lakin kelamın hasılı, adanıza nankörlük etmeyin. Anneler candır, onları üzmeyin.
Rabbimizin (cc), Lokman Suresi’nin 14. ayetinde anne babamıza iyilikte bulunmamızı salık verirken annelerin bizi zorluk içinde taşımasına ve süt emzirme dönemine özellikle vurgu yapması manidardır. Bu, annelerin çocuklar üzerindeki hakkının babadan daha fazla olduğunun bir işaretidir. Nebi’nin (sav) sünneti de bu ayeti açıklarcasına bize seslenir:
“Bir adam Allah Resûlü’ne gelerek, ‘Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir?’ diye sorar.
Nebi (sav), ‘Annen!’ der.
Adam, ‘Sonra kim?’ deyince Nebi (sav) tekrar, ‘Annen!’ der.
Adam başka bir şey duymak umuduyla, ‘Sonra?’ der.
Nebi (sav) üçüncü kez, ‘Annen!’ der ve ekler: ‘Sonra da baban!’ ”[1]
Şeriatın, kendisini bu kadar koruduğu ve değer atfettiği anneleri değersizleştiren, üzen, kıymet bilmeyen tüm reşit evlatlara çağrımdır: Adanız size verilen en güzel nimettir ve her nimet, şükrü gerektirir.
[1]. Buhari, 5971; Müslim, 2548
İlk Yorumu Sen Yap