Kardeşlerim! Şüphesiz Ben Sizler İçin Güvenilir Bir Nasihatçiyim”

Allah’ın Adıyla!

Kullarını vahiyle aydınlatıp şirk, bidat ve haramların zulümatından kurtaran Allah’a
subhanehu ve teâlâ
hamd olsun. Rabbinin emirlerini ümmetine eksiksiz olarak ulaştıran ve onları gecesi gündüz misali aydınlık bir yol üzere bırakan Nebi’ye salât ve selam olsun.

Müminler kardeştirler. Onların kardeşlikleri Allah
subhanehu ve teâlâ
tarafındandır. Ve Müslümanlar bu kardeşliği hidayetten sonra en büyük nimet olarak bilirler.

“Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan nimetini anın. Hani siz birbirinize düşmandınız. Allah gönüllerinizi birbirine yaklaştırdı da O’nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, Allah sizi oradan kurtardı. Doğru yola erişmeniz için Allah size ayetlerini böyle açıklıyor.” (3/Âl-i İmran, 103)

“O, onların (müminlerin) kalplerinin arasını uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunanların tümünü harcasaydın, onların kalplerinin arasını uzlaştıramazdın. Fakat Allah aralarını uzlaştırdı. Şüphesiz O yücedir, hakimdir” (8/Enfal, 63)

Kardeşlerim!

Bizleri kendi katından bir nimet ile kardeş kılan Rabbimiz, bunun sonrasında bizlere bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Kardeşliğimizin devamı için bazı haklara riayet etmek mecburiyetindeyiz. Bunlardan biri de nasihattir.

Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem:

” ‘Din nasihattir’ buyurdu. Biz kendisine: ‘Kimin için nasihattir? ‘ dedik. Peygamber Efendimiz:

‘Allah, Kitabı, Rasûlü, müminlerin yöneticileri ve tüm Müslümanlar için nasihattir. ‘ dedi.” (Buhari, Müslim)

Kardeşler olarak, birbirimizde hata gördüğümüzde uyarımızı yapmalı, birbirimizi terk etmemeliyiz. Hususen bu hata; itikada tâalluk eden cinstense daha hassas olmalı, kendimiz için temenni ettiğimiz hayrı kardeşlerimiz için de temenni etmeli, ihlas ve Allah’tan yardım dileyerek nasihatimizi esirgememeliyiz. Din, ancak bu şekilde ayakta durur. İslam alimleri, nasihate dair yukarıda geçen hadisi dinin üzerine kaim olduğu esaslardan kabul etmişlerdir.

‘Bu çok büyük bir hadistir. İslam bu hadis üzerine kurulmuştur. Bazı alimler bu hadisi dinin dörtte biri kabul ederler. Bilakis bu hadis tek başına dinin üzerinde döndüğü hadislerdendir.’ (İmam Nevevi’nin Müslim şerhinden, 2/37.)

Bu kelime, lugat anlamı olarak dahi çok engin manalar içeriyor. Nasihat; ihlas demektir. Yani arındırılmış, halis kılınmış anlamındadır. Rabbimiz kitabında; “nasuh tevbe” diyor. Hani, yalandan, azimsizlikten arınmış, safi tevbe anlamında. İşte İslam, nasihat eden kişinin kardeşini aldatmayıp, sözünü halisane söylediği için yaptığı bu işe nasihat demiştir.

Hakeza Araplar dikişe de nasihat demiştir. Çünkü diken kusurları kapatır veya eksik olanı daha iyi olması için tamamlar. Nasihat eden de kardeşinin bir eksiğini gidermeye uğraştığı için, sökükleri diken terziye benzetilmiştir. Sözün hangi manasını kabul edersek edelim güzeldir. Ve bu yazdıklarıma şahit olan Rabbim biliyor ki, benim de amacım budur. Kendim gibi gördüğüm kardeşlerime, sözü halis kılmak ve oluştuğuna inandığım akidevî bir eksikliği gidermektir.

Hususen bazı kardeşlerim, hem kendileri hem de kardeşleri için benden nasihat talebinde bulundular. Durum böyle olunca erdem olan nasihat üzerimize vacip oldu.

“Rasûlullah: ‘Müslümanın, Müslüman üzerindeki hakkı altıdır. ‘ dedi. ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Nedir onlar? ‘ diye sorulduğunda:

‘Onunla karşılaştığında ona selâm ver; Seni dâvet ettiğinde dâvetine git; Vefat ettiğinde cenazesine iştirak et; Aksırdığında ve -Elhamdulillah- dediğinde, -Yerhamukallah- de; Hasta olduğunda ziyaretine git; Senden nasihat istediğinde ona nasihat et. ‘ buyurdu.” (Müslim)

Son dönemlerde

Aslen, benzeri düşünceler 2008 yılında bazıları tarafından dillendirildi. Biz ‘Güncel İtikad Meseleleri’ adlı kitabımızda bunlara cevap verdik. Şuan ortaya atılan düşüncelerin 2008’deki düşüncelerden hiçbir farkı yoktur. Menhecîmizin gereği olarak bir defa konuştuğumuz bir meselede, ikinci defa konuşmak yoktur. Ancak, bu kardeşlerimiz ile aramızda olan sevgi bağı, kendimiz için istediğimiz hayrı onlar için de isteme düşüncesiyle ve kardeşlerimizi düştükleri noktadan kaldırmasına yardımcı olmasını umarak tekrar yazmanın doğru olacağına inandım. Bu yazının herkes için hayırlı olmasını Rabbimden temenni ederek, bu düşünceleri tek tek ele almaya çalışacağım.

‘Cihad Alimleri Meseleleri Daha İyi Bilir’ Çıkmazı…

Her üç dört yılda bir birileri, bu cümleyi bayraklaştırıp çıkış yapıyor. Yaşadığımız vakıa ile hiçbir ilgisi olmayan insanların, kendi vakıalarını baz alarak verdikleri fetvalar, aktardıkları hatalı icmalar, tarihin tozlu sayfalarından aktardıkları ve aslında aleyhlerine olan nakillerle gündemi meşgul ediyorlar. Birçok meselenin gelip kilitlendiği nokta, ‘Cihad alimleri daha iyi bilir.’ sözüdür.

Kardeşlerim!

Hiç düşündünüz mü bilmiyorum ama, bu cümle hüküm ifade eden bir cümledir. Ve her hüküm bildiren cümle gibi bu cümle de delile muhtaçtır. Özellikle de vakıaya yansıyan ve itikadla alakalı bazı meselelerde bu sözün gereğince amel edildiği düşünülürse, olayın vahameti daha iyi anlaşılacaktır.

Bazıları bu hüküm ifade eden cümle için şu delili zikrediyorlar.

“Bizim yolumuzda cihad edenleri, biz doğru yola eriştiririz.” (29/Ankebut, 69)

İlginç olan şey, bu ayet Mekkî’dir. Yani cihad farz kılınmadan önce inmiştir. Mesela, Furkan Suresi’nde yer alan “O Kur’an’la onlara karşı büyük cihad et.” Ayetini kimse ‘kıtal’ anlamında yorumlamamıştır. ‘Cihad henüz farz kılınmadığı için, bu ayette kast edilen mücadeledir’ denmiştir.

Aynısı Ankebut Suresi’ndeki ayet için de geçerlidir. Lafız itibariyle Allah subhanehu ve teâlâ yolunda cihad edenleri kapsasa da, bu ayet indiğinde henüz cihad\kıtal farz kılınmadığı için, asıl kast edilen ‘Allah için çabalayanlardır’. Zaten bu ayetin tefsirinde alimlerin ne dediğine müracaat edilseydi, mesele daha iyi anlaşılırdı.

İmam Kurtubi’nin
rahimehullah
tefsirinden ayet hakkında selefin söylediklerini aktararak izaha başlamak istiyorum.

Suddi ve başkaları;
‘Bu ayet kıtal farz kılınmadan önce inmiştir.’

İbni Atiye;
‘Bu örfi olan cihattan (kıtalden) öncedir. Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan umumi mücadele içindir.’

İbni Abbas ve İbrahim bin Ethem;
‘Bu ayet bildikleriyle amel edenler içindir.’

İbni Abbas;
‘Biz, itaat hususunda mücadele edenleri, sevap yollarımıza iletiriz.’ (Kurtubi tefsirinden nakiller burada son bulmuştur.)

Bu ayet her türlü cihadı kapsar. Bundan dolayı selef, Allah yolunda cihad edenleri de bu ayete dahil etmiştir. Ancak bazılarının yaptığı gibi sadece kıtal edenlere hasredip onların dışındakilerden nefyetmemiştir. Özellikle seleften bir nakille süslenen ve hatalı bir anlamın tervic edildiği bu tutum, ilim sahibi kardeşlerimize yakışmaz. Süfyan bin Uyeyne, Abdullah bin Mübarek’e yaptığı nasihatte şöyle der:

‘İnsanlar ihtilaf ettiğinde sen cihad edenlerin sözünü al. Çünkü Allah; onları doğru yola ileteceğini söylemiştir.’

Bu nakil;
‘İnsanlar ihtilaf ettiğinde, sen her hâlükârda cihad edenlere yapış’
anlamına gelmez. Ne nas ne de akıl bunu doğrulamaz. Kaldı ki, bu anlam kast edilmişse de hatalıdır. Mesela, bu ve benzeri sözlerin sahipleri olan selef; Allah yolunda cihad eden Emevi ve Abbasileri her anlamda kabul mu ettiler? Onların itikadî, ahlakî ve siyasi hatalarına
‘cihad sancağının sahipleri’
diye muvafakat mı ettiler? Asla!

Peki bu mantığa göre, en eski cihad cemaatlerinden olan Hamas’ın demokratik tercihine de sûkut edilmeli değil miydi? Veya Afganistan’da kırk yılı aşkın cihad eden ancak itikatta Maturidilik’i seçenlere de hak verilmeli değil miydi?

Her cihad eden doğru yola iletilmişse; kabirlere ibadet eden, boynunda kendini koruduğuna inandığı muskasıyla işgalcilere karşı cihad edenler ve onların mollaları da mı hakka isabet etmişti?

Nasihatimize muhatap olan kardeşlerimizin bunları söylemeyecek basirete sahip olduklarından hiç kuşkum yok. Ancak bu durum kardeşlerimizin -her ne kadar onları bağlamasa da- mezheplerinin gereği olan bu sonuçları, onlara hatırlatmamıza da engel değildir.

Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem
döneminde cihad edenlerden öyle hatalar sadır oldu ki, bu anlayışa göre onların da ‘doğru yola iletildiklerini’ kabul edip, hatalı olduklarını düşünmemek gerekir.

Örneğin; cihada çıkmış birinin Allah Rasûlü’ne:
“Adaletli ol, Ey Muhammed!”
dediğini biliyoruz. Yine fetih sonrası ensarın gençlerinden bir topluluk, yeni Müslüman olanlara fazladan ganimet verildiğini duyunca; Allah Rasûlü’nün akrabalarını kayırdığını ve ensara tercih ettiğini düşünmüştü. Ki bu iki örnek de itikadî hataya işarettir.

Uhud gününde sahabenin bir çoğunun Allah Rasûlü’ne isyan ettiğini biliyoruz. Okçular yerlerinde sebat etmeyerek yenilgiye sebep olmuş, sahabelerin büyük çoğunluğu savaşın kızışma anında Allah Rasûlü’nü
sallallahu aleyhi ve sellem
bırakıp kaçmıştı. Bu ve benzeri örnekler ahlakî ve menhecî hataya işarettir.

Bunun gibi örnekleri daha çoğaltabiliriz. Şayet cihad ediyor olmak hakka isabet anlamına gelseydi, her halükarda bu olayları farklı yorumlamamız gerekirdi. Ancak cihad ediyor da olsa, herkes vahiy ölçüsüyle değerlendirildiğinden dolayı bu olaylara hata nazarıyla bakıyoruz.

Bazı kardeşlerimizin Selef imamlarına istinaden,
‘Sahabe varken bize laf düşmez.’
mealindeki sözlerini, konumuz sadedinde kullandıklarını duyunca şaşırmamak elde değil. Yani nasıl ki selef, sahabenin konuştuğu konularda
‘bize laf düşmez’ demişse, ‘cihad alimlerinin konuştuğu konularda da bizlere laf düşmez’
denmek isteniyor.

Evvelen; Bu sözde açıkça cihad ehlini sahabe seviyesine çıkarmak vardır ki, benim zannım bu sözün sahibi bu anlamı kastetmemiştir. Bunu söylemeyecek kadar ilimden nasibini almıştır.

Sâniyen; Selef,
‘Bizim zamanımızın alimleri varken, bize söz düşmez’
dememiştir ki, bu söz bu bağlamda zikredilsin. Bu söz hem yanlış anlaşılmış hem de yanlış yerde kullanılmıştır.

Sâlisen; Bu söz, ayet olmadığı gibi hadis de değildir. Selefin hatta bizzat sahabenin kendi, bu sözün gereğiyle amel etmemiştir.

Örneğin; Ebu Bekir ve Ömer
radıyallahu anhum
hem cihad ehlidir, hem sahabedir hem de cennetle müjdelenmiştir. Sahabe onların nassa muhalefet ettikleri yerlerde nasıl davranmışlardır? Burası mühimdir.
‘Onlar varken bize söz düşmez,’
deyip susmuşlar mıdır? Yoksa, nassın gereğince mi amel etmişlerdir? Bir örnek;

Abdullah b. Abbas
radıyallahu anh
şöyle demektedir:

“… Neredeyse gökten başınıza taş yağacak. Ben size, Allah’ın Rasûlü böyle söylüyor diyorum, siz bana Ebu Bekir ve Ömer şöyle söyledi diyorsunuz.”

Kendilerine ittiba edilmesi ayetle emredilmiş insanların tutumu bu konuda nettir. Rabbim bizlere ve İslam davası için dertlenen kardeşlerimize ‘hüsnü fehm’ ihsan eylesin.

Ayrıca bu mezhebin gereğine göre cihad alimlerinin sözleri iptal edilmeli değil midir? Mesela, kendilerinden önce daha büyük savaşlar vermiş ve tüm ümmetin takdirini kazanmış alimler Eşari’ydi. Kudüs fethi kendiyle müyesser olan Selahaddin Eyyubî veya diğerleri… Oysa cihad alimlerinin akidevî meselelerde tercih ettikleri Selefilik, Eşarilik’e aykırı olduğu gibi, onu bidat fırkalarından saymaktadır. Bu durumda cihad alimlerinin tercihi olan Selefilik mi, yoksa onlardan yüzyıllar önce cihad etmiş Eşariler’in yolu mu hatalı oluyor?

Veya Maturidi… Mevleviler Afganistan’da selefi cihad ehlinden daha fazladır. Bu durumda Maturidilik’in itikadın tüm konularında hak olduğu kanaatine mi varmalıyız?

Yine Abdulkadir bin Abdulaziz cihad alimlerindendir. Ve şu anda cihad alimleri ve öncüleri hakkındaki olumsuz düşünceleri ortadadır. Nasıl yapmalı? Nasıl anlamalıyız?

Aslında anlatmak istediğim açıktır. Dinde asıl olmayanı asıl, hüccet olmayanı hüccet yaptığınızda ortaya bu türden çelişkilerin çıkması normaldir.

Kardeşlerimizin düşünmesi gereken bir başka meselenin de; Türkiye’de davetimize muhatap olan sofilerin kendi alim ve şeyhlerine bakışıyla, bizimki arasında nasıl bir fark olduğu meselesidir. Muhtemelen bazı nazari farklar zikredilecektir. Ancak onlarında
‘Şeyhlerin, kitabı bizden daha iyi anladığı ve asla kitaba muhalefet etmeyecek iman ve takvaya sahip olduğu’
kanaatine sahip olduklarını unutmamak gerekir. Zaten onları bu hataya düşüren de bu zanlarıdır. Yoksa şeyhlerinin Kitap ve Sünnet’in üstünde olduğunu, azınlık bir grup hariç hiçbir tasavvuf fırkası kabul etmez.

Sonuç olarak kardeşlerimize nasihatimiz, bir usül olarak benimsedikleri ve birçok meselede de pratik olarak uyguladıkları bu asıllarını gözden geçirmeleridir.

Allah
subhanehu ve teâlâ
bizleri hakka muvaffak kılsın.

Kıyası Yanlış Mikyaslarla Ters Yüz Etmek

‘İçinde yaşadığımız toplum Mekke toplumuna kıyas edilmez’
diyorsunuz. Arada ciddi farklar olduğunu savunuyorsunuz.

‘Mekke toplumu Kelime-i Tevhid’i inkar ediyor, ağızlarına dahi almıyordu. Bu toplum ise bu kelimeyi inkar etmiyor bilakis kabul ediyor’
diyorsunuz.

‘Mekkeliler çoğunlukla ahirete inanmıyordu. Bizim toplum ise, ahireti imanın esası olarak kabul ediyor’
diyorsunuz.

‘Mekkeliler Allah Rasûlü’nü inkar etmiş, ona ve getirdiklerine karşı çıkmış, bu toplum ise iman etmiştir’
diyorsunuz.

‘Mekkeliler yaptıklarına ibadet, putlara da ilah diyorlardı. Bu toplum ise asla böyle bir iddiayı kabul etmez’
diyorsunuz.

Ancak gözden kaçırdığınız bir durumun olduğu kesindir. O da İslamî bir terim olan kıyas kavramını İslam’dan alıyor, ancak içini farklı dolduruyorsunuz.

Biz biliyoruz ki; kıyas, illetlerle yapılır. Bir şeyin başka bir şeye kıyası, her yönden onunla aynı olmasını gerektirmez. Bir şey için sabit olan hükmün illeti, İslam tarafından belirlenmişse; aynı illeti kendinde bulunduran diğer şey de, ona kıyas edilir. Üzerine kıyas edileceği şeye her yönden benzemesi beklenmez.

Örneğin; uyuşturucu maddelerini içkiye kıyas ediyoruz. Aradaki tek benzerlik, şeriatın içkinin haram oluşunda illet kabul ettiği ‘aklı örtme’ benzerliğidir. Aksi halde içkinin ham maddesi, manevi tahribatı, sağlık üzerindeki olumsuz etkileri ve hatta sarhoşluk halleri dahi tamamen farklıdır. Bunca farklılık uyuşturucuyu içkiye kıyas etmemize engel değildir. Çünkü aralarında şeriatın belirlediği ‘aklı örtme’ müşterektir.

Allah, Mekke toplumunu neden kafir kabul etmiştir?

Burada tek illet Allah’a şirk koşuyor olmalarıdır. Allah
subhanehu ve teâlâ
gerek onları tekfir edişinde, gerekse de bu tekfire bina ettiği hükümlerde illet olarak şirki kabul etmiştir. Bunun yanında; ahireti inkar ediyor olmaları, Peygambere iman etmeyişleri de vardır elbet. Ama onların tekfir edilmesinde asıl olan bunlar değildir. Çünkü henüz Peygamber gelmeden yani onlar Muhammed’i
sallallahu aleyhi ve sellem
inkar etmeden de Allah onları şirklerinden dolayı müşrik saymıştır. Demek ki asli illet, şirktir. Yani Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem
Risalet’le gönderilmeden önce onlar İbrahim’e
aleyhisselam
inanıyorlardı. Ancak buna rağmen yine de müşrik kabul edilmişlerdi. Çünkü Allah’a
subhanehu ve teâlâ
şirk koşuyorlardı.

“Kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler kendilerine açık bir delil gelinceye kadar (bağlı bulundukları dinden) ayrılacak değillerdi. (Bu delil) Allah tarafından (gönderilen) tertemiz sahifeler okuyan bir elçi(dir).” (98/Beyyine, 1-2)

Burada henüz onlara temiz Kur’an sayfalarını okuyan Peygamber gelmeden de Allah
subhanehu ve teâlâ
onları müşrik olarak kabul etmiştir.

Daha açık bir delil ise; Allah Rasûlü’nün
sallallahu aleyhi ve sellem
ebeveyni meselesidir. Onlar ne Allah Rasûlü’nü gördüler ne de onu inkar ettiler. Ne Kelime-i Tevhid’e karşı çıktılar, ne de Kur’an’ı yalanladılar. Ancak onların evladı olan Rasûl
sallallahu aleyhi ve sellem
onların ateş ehli olduğuna hüküm etti.

Peki neden?

‘Kitabın olmadığı, Peygamberin bulunmadığı bir zaman diliminde Allah’a şirk koşmalarıydı.’ Öyleyse; kitaba ulaşmış ama yüz çevirmiş, Rasûlü duymuş ancak kendi atası ve örfü kadar değer vermemiş insanlar Allah’a şirk koştuğunda elbette onlar da müşrik topluma kıyas edilirler.

Enes’ten
radıyallahu anh
:

“Biri: ‘Ya Rasûlullah, babam nerededir?’ diye sordu. Rasûlullah: ‘Cehennemdedir’ buyurdu.

Adam, arkasını dönüp gidecekken, Rasûlullah onu çağırdı ve: ‘Benim de, senin de baban cehennemdedir’ buyurdu.” (Müslim)

“Anneme mağfiret dilemem hususunda Rabbimden izin istedim, izin vermedi. Kabrini ziyaret edeyim diye izin istedim, bana izin verdi.” (Müslim)

Ya da Yahudi ve Hristiyanları örnek verebiliriz. Onlar ahiret gününe, kitaba ve Peygamberlere inanıyorlardı. Ancak bu onların müşrik olmasına engel değildi. Çünkü onlarda da şirk vardı.

Öyleyse bizim içinde yaşadığımız toplumda, ibadet şirki, hakimiyeti Allah’tan başkasına verme şirki, dinden yüz çevirme ve onu önemsememe küfrü, Allah düşmanlarını dost edinme küfrü, Allah’ın diniyle dalga geçme küfrü de dahil tüm küfür ve şirk çeşitleri vardır. Bu da bizim bu kavmi Mekke cahiliyesine kıyas etmemiz için kâfidir. Çünkü aralarında şeriatın tekfir için illet kabul ettiği büyük şirk mevcuttur.

Aynı zamanda Allah, onları müşrik kabul etmesine bina ettiği ahkamı da; sadece onların şirkine bağlamıştır.

“Müşrikler sizinle topyekun savaştığı gibi siz de onlarla topyekun savaşın.” (9/Tevbe, 36)

“Din yalnız Allah’ın olup, yeryüzünde fitne/şirk kalmayıncaya kadar onlarla savaşın.” (8/Enfal, 39)

“…Kim de Allah’a şirk koşarsa Allah ona cenneti haram kılmıştır. Varacağı yer ateştir. Zalimler için yardımcı da yoktur.” (5/Maide, 72)

“…Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Şirkin dışında kalanları dilediği için bağışlar. Kim de Allah’a subhanehu ve teâlâ şirk koşarsa büyük bir iftirada bulunmuştur.” (4/Nisa, 48)

Bu kıyası alimlerimizin de yaptığını kardeşlerimize hatırlatmak isterim. Her konuda alimlerin yoluna müracaat eden kardeşlerimizin bu konuda da onların sözlerine kulak vermelerini beklerdik.

İbni Kayyım
rahimehullah
Medaricu es-Salikin kitabında; (1/339’dan başlayarak)

‘Fasıl; şirk büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdır. Allah, büyük olanı tevbesiz affetmez. Büyük şirk; kişinin Allah’a sevgide birilerini denk tutmasıdır. Bu geçmiş müşriklerin ilahlarını Allah’a eşit görmelerini de içeren şirktir. “Onlar ateşte birbirleriyle çekişirken: ” ‘Yemin olsun ki; bizler dünyada sapıklık içerisindeydik. Çünkü sizleri alemlerin Rabbi olan Allah’a denk tutuyorduk’ derler.” (42 /Şuara, 96)

dünya müşriklerinin bir çoğunun hali gibi sadece sevgi, yüceltme ve ibadetteydi. Onların çoğu ilahlarını Allah’tan daha çok sevip yüceltiyorlar. Şeyhlerinin ismi anıldığında mutlu oluyor, onları dost ediniyor, onlara söz söylendiğinde ise Allah’a söylenen sözden daha fazla sinirleniyorlardı. Biz ve bizim dışımızdakiler bu halleri onlardan açıkça gördük. İlahlarının (şeyhleri kast ediyor) ismini kendilerine zikir virdi edinirler. Otururken, kalkarken, hastalandıklarında vs. onların ismini anarlar. Onların Allah’a aracılar olduğuna, O’nun katında şefaatçileri olduğunu zannederler. Putlara kulluk edenler de aynen böyleydi. Bu hal/inanç onların kalplerinde yer eden ortak noktadır ve müşrikler ilahlarının farklı olmasına rağmen bunu birbirlerinden miras almışlardır. (Mekkeli müşriklerin putlara ibadetiyle, sofilerin şeyhlerine yaptığını ortak miras ve payda olarak kabul ediyor. Daha ilginç olanı onların bu hallerini müşriklerin putlara yaptıklarına kıyas ediyor.)Mekkeli müşriklerin putları taştan, bunlarınki ise insandandır. Allah, bu müşriklerin selefi sayılan müşrikler hakkında şöyle demiştir:

“Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka veliler edinenler (şöyle derler): ‘Biz, bunlara bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ Elbette Allah, kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri şeylerde hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete erdirmez.”

Bu müşrikler ve onların selefi olan müşriklerin (Mekkelilerin) kalbinde olan; ilahlarının Allah’ın katında onlara şefaat edeceğidir. Kardeşleri olan Mekkeli müşrikler: ‘Siz ilahlarımızı ayıpladınız’ derlerdi. Bunlarsa, ‘Şeyhlerimizi küçümsediniz’ derler. Allah Rasûlü: ‘İsa Allah’ın kuludur’ dediğinde, Hristiyanlar da: ‘İsa’yı küçümsedin’ dediler. Bugün de kabirlerin mescid edinilmesini, oraların bayram yerine çevrilmesini yasaklayanlara ve oraların Allah ve Rasûlü’nün izin verdiği şekilde ziyaret edilmesini isteyenlere, bu müşriklerin benzeri olan müşrikler: ‘Kabirlerde yatanları küçümsedin’ derler. Onların kalplerinde olan bu benzerliğe bakmaz mısın? Sanki birbirlerine vasiyet etmiş gibiler.

“De ki: ‘Allah’ın dışında öne sürdüklerinizi çağırın. Onların göklerde ve yerde bir zerre ağırlığınca bile (hiçbir şeye) güçleri yetmez; onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, O’nun bunlardan hiç bir destekçi olanı da yoktur.”

Bu ayet; Nur, delil, kurtuluş ve şirkin aslını yerle bir edip tevhidi şirkten soyutlamak için kâfidir. Kur’an, bu ve benzeri ayetlerin misalleriyle doludur. Ancak insanların çoğu yaşadıkları vakıanın bu ayetlerin kapsamında olduğunun farkına varmazlar. Zannederler ki bu geçmiş ve arkalarından takipçi kalmamış kavimler içindir. İşte bu anlayış kalple Kur’an’ı anlamanın arasına girer. Allah’a yemin olsun ki; bu kavim geçse de onların misali onlardan daha şerli veya onlardan daha düşük kavimler onların bu durumunu miras olarak almıştır. Kur’an onları kapsadığı gibi bunları da kapsamıştır. Fakat durum Ömer’in radıyallahu anh dediği gibidir: “İslam’da cahiliyyeyi bilmeyenler yetişince İslam’ın bağları tane tane çözülür.”

Evet kardeşim, dikkat edersen İbni Kayyım
rahimehullah.
Mekkeli müşrikleri, Hristiyanları ve yaşadığı dönemin tasavvuf ehlini kıyas etmiştir. Aynı ismi ve aynı hükmü onlara vermiştir. Birilerinin bu kıyası terk etmesini ise Kur’an’ı anlamamaya bağlamıştır. Bırakın bu kıyası terk etmeye fıkıh veya ilim demeyi, bunu yermiştir.

Bunlardan biri de İmam San’ani’dir
rahimehullah
. O
‘Tathiru’l İ’tikad an Edrani’l İlhad’
adlı eserini bu sebeple kaleme almıştır. İmam, tevhidi özet olarak izah ettiği kitabında kardeşlerimiz ve onlar gibi düşünenlere -bu toplum Mekke’ye kıyas edilmez diyenlere- cevap verir;

‘Şayet dersen; bunlar kabirler, evliyalar ve fasıklar hakkındaki inançlarıyla putlar hakkında itikada sahip olan müşrikler gibi olurlar mı?

Derim ki; Evet olurlar. Çünkü onların yaptıklarını yapmış ve onlarla eşit olmuşlardır. Bilakis inanç, bağlılık ve boyun eğme hususunda onlardan daha fazlasını yapmışlardır.

Şayet dersen;
kabirlere ibadet edenler ‘Biz bunlarla Allah’a şirk koşuyor, onları Allah’a denk tutuyoruz demiyorlar’

Derim ki; Evet, ağızlarıyla böyle söylemiyorlar ama kalplerindeki böyle değildir. Bu onların şirkin manası hakkındaki cehaletlerinden kaynaklanıyor. Çünkü velileri tazim ve onlara kurbanlar kesmek şirktir.

Şayet dersen; onlar bu yaptıklarıyla müşrik olduklarını bilmiyorlar?

Derim ki; Fukaha riddet kitaplarında açıkça belirtmişlerdir ki;
‘Kim küfür sözünü söylerse manasını kast etmese dahi kafir olur.’
Zaten bu durum dahi onların İslam’ın hakikatini ve tevhidin mahiyetini bilmediklerini gösterir ve bu halleriyle onlar asli kafirler gibidirler.

Şayet dersen; iki taife eşit değildir. Bunlar Kelime-i Tevhid’i söylüyorlar. Allah Rasûlü:
“İnsanlar bu kelimeyi söyleyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum”
diyor. Usame radıyallahu anh bu kelimeyi söyleyen birini öldürdüğünde Allah Rasûlü: “Sen bu kelimeyi söylediği halde mi onu öldürdün” demiştir. Ayrıca bunlar müşriklerden farklı olarak namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekat veriyor ve hac ediyorlar.

Derim ki; Ancak hadislerde
“İslam’ın hakkı müstesna”
deniyor. Hakkından kasıt; uluhiyet ve ibadette Allah’ı
subhanehu ve teâlâ
birlemektir. Kabirperestler uluhiyet ve ibadette Allah’ı birlemediler. Böyle olunca da bu kelime onlara fayda sağlamadı. Çünkü bu kelime manasıyla amel etmeyenlere fayda sağlamaz. Yahudiler de bu kelimeyi söylüyordu ama bazı Rasûlleri inkar edince onlara fayda sağlamadı.

Şayet dersen; bunlar ‘
Biz kabirlere ibadet etmiyor onlara namaz kılmıyor, onlar için oruç tutmuyoruz. Sadece Allah’a ibadet ediyoruz’
diyorlar.

Derim ki;
‘Bu onların ibadetin manasında cahil olmalarındandır. Çünkü ibadet bu sayılanlarda münhasır değildir. Onun başı ve esası inançtır. Ve onların kalplerinde inanç olan şeyler ve bu inançtan kaynaklı kabirlere yönelik fiiller vardır.’ (Sayfa 1-30 arasından özetle. Bazıları İmam San’ani’ye farklı bir görüş nispet etse de bu kitabı en güzel cevaptır. Ve onun kendi kaleminden ve beyanından bu görüşten döndüğü sabit değildir. Birilerinin ona nispet etmesidir. Ancak kendi eseri bunu yalanlamaktadır.)

Aynı dönemde yaşayan İmam Şevkani rahimehullah
‘Ed-Durru Nedid fi İhlas Kelimeti’t Tevhid’
adlı eserini kaleme almıştır. Yaklaşık 50 sayfa olan bu kitap asıl itibariyle şirki beyan etmiş ve o dönemde yaşayanlarla, Mekkeliler’in yaptıklarının farklı olduğunu söyleyenlere tafsilatlı cevap vermiştir. Yukarıda zikrettiğim İbni Kayyım’ın da
rahimehullah
kıyasını aktarmış ve onaylamıştır. Hatta kardeşlerimiz de çok iyi bilirler ki; kıyasın en üst mertebesi ‘Kıyas-ı evla’dır. Kıyas illetle yapılır. Şayet hükmü İslam tarafından belirlenmeyen bir şeyi hükmü belli olana kıyas ediyorsak, hükmü belli olmayanda illet daha belirginse buna kıyas-ı evla diyoruz. Örneğin, Allah
subhanehu ve teâlâ “Anne babana öf bile deme” (17/İsra, 23)
buyurmuştur. Öf demenin yasaklanmasında illet onlara eziyet etmektir. Kur’an onları dövmenin hükmünü zikretmemiştir. Alimlerimiz; onlara öf demek dahi eziyet illetinden dolayı yasaklanmışsa onları dövmek daha katı ve kesin bir şekilde yasak olmalıdır. Çünkü eziyet illeti dövmede daha belirgindir, demişlerdir. İmam Şevkani
rahimehullah
kitabın 46. sayfasında;

‘…Bilakis bunlar ölüler hakkındaki itikatlarında öyle boyutlara vardılar ki; müşrikler putları hakkındaki inançlarında o boyutlara varmamışlardı. Cahiliye ehline bir sıkıntı dokunduğunda sadece Allah’a dua ediyorlardı. Kabirperestler ise darda ve rahatlıkta dahi ölülere dua ediyor, onlara yöneliyorlar.’

Kendi toplumunda yapılan şirki Mekke müşriklerinin fiiline kıyas eden ve hatta Mekkeliler’in şirkinden daha ileri görenlerden biri İmam Muhammed bin Abdulvahhab’tır
rahimehullah
. Tevhidle ilgili dört kaideyi izah ettiği kısa ama faydası büyük sayfalar arasında şöyle der;

‘Dördüncü kaide; bizim zamanımızın müşrikleri ilk dönem müşriklerinden daha şedittir. Çünkü ilk dönem müşrikleri rahatlıkta Allah’a şirk koşuyor, zorlukta ise ihlasla O’na kulluk ediyorlardı. Şimdiki müşriklerin şirki rahatlık ve zorluk anında daimidir. Bunun delili Allah’ın şu sözüdür;

“Onlar denizde olduklarında dini Allah’a halis kılarak ona dua ederler. Onları kurtardığı zaman ise Allah’a şirk koşarlar.” ‘

Evet, bir imam daha kendi dönemindeki insanları Mekkelilere kıyas etmiş ve hatta kendi toplumunu şirkte daha ileride görmüştür. Şunu hatırlatmamda fayda vardır: İmam, ‘Keşfu’ş Şubuhat’ adlı eserini müşriklerin şüphelerini gidermek için yazmıştır. Ve bazılarının diline doladığı bu şüpheye bizzat kendisi cevap vermiştir. Hatta ilk müşriklerle kendi zamanındaki müşriklerin aynı olmadığı, çünkü bunların Kelime-i Şehadet’i reddetmeyip ikrar etmesi iddiasına ‘Onların en büyük şüphelerindendir’ demiştir.

Ve bu, onların en büyük şüphelerindendir. Cevabına iyi kulak ver!

Derler ki: Haklarında Kur’an inen kimseler

Allah’tan başka bir ilâh olmadığına inanmazlar. Peygamberi yalanlarlar, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederler, Kur’an’ı yalanlar ve onu sihir kabul ederlerdi. Halbuki biz; Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem O’nun Rasûlü olduğuna şehadet ediyor. Kur’an’ı tasdik ediyor, öldükten sonra dirilmeye inanıyor, namaz kılıyor, oruç tutuyoruz. Böyle olunca nasıl olur da bizi onlar gibi kabul edersiniz ?

Cevap: Rasûlullah’a
sallallahu aleyhi ve sellem
bir meselede inanıp bir meselede inanmayanın kâfir olduğu hususunda bütün ilim adamları ittifak etmişlerdir. Kur’an’ın bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmayan, tevhidi kabul edip namazın farziyetini inkâr eden yahut tevhide ve namazın farz oluşuna inanıp zekâtın farz oluşuna inanmayan ya da hepsine inanıp orucun yahut haccın farz oluşuna inanmayan da aynı hükümdedir.

“Allah’ı ve Peygamberlerini inkar eden, Allah ile Peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen, ‘bazılarına inanıyor, bazılarını inkar ediyoruz’ diyen ve bunun arasında bir yol tutturmak isteyenler var ki; Bunlar gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirler için ise aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır.” (4/Nisa, 150-151)

İnanılması gereken bazı şeylere inanıp bazılarına inanmayanın kâfir ve zikredilen cezaya müstahak olduğunu bizzat Allah
subhanehu ve teâlâ
izah ettiğine göre; şüphe ortadan kalkmış olur. Bilinmektedir ki Tevhid, Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem bildirdiği en muazaam farzdır. Namaz, zekat, oruç ve hacdan daha muazzamdır. Nasıl olur da Rasûlullah’ın bütün tebliğ ettiklerini yaptığı halde bu farzlardan birisini inkâr eden kâfir olur da, bütün Peygamberlerin yolu olan tevhidi inkâr eden kâfir olmaz? Hayret! Bu cehâlet ne kadar acayiptir.

Denilebilir ki: Peygamber’in
sallallahu aleyhi ve sellem
sahabeleri, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in
sallallahu aleyhi ve sellem
O’nun Rasûlü olduğuna şehadet ettikleri, ezan okuyup namaz kıldıkları ve Peygamberle beraber Müslüman oldukları halde beni Hanîfe ile savaşmışlardır. Şayet birisi; Onlar Müseyleme’nin Peygamber olduğunu iddia ediyorlar dese:

Deriz ki; bizim istediğimiz de bu cevaptır. Bir insanı Peygamber mertebesine çıkaran kafir olup malı ve canı helal oluyorsa; Kelime-i Şehadet ile namaz ona fayda vermiyorsa; Şemsan veya Yusuf’u yahut bir sahabe veya Peygamberi Allah’ın mertebesine yükselten nasıl olur?

“Yine Allah, bilmeyenlerin kalbini mühürler.”

(Şüphenin cevabını özetle aktardım. İmam bu şüphenin batıl olduğunu başka delillerle de açıklık getirmiştir.)

İki toplum arasındaki ortak illet Allah’a şirk koşuyor olmalarıdır. Yoksa bir toplumun bu kelimeyi nutkedip, diğerinin inkar etmesi; birinin Rasûl’e iman edip, diğerinin reddetmesi veya birinin yaptığına ibadet deyip, diğerinin dememesi hükmü değiştirmez. İlk satırlarda da söylediğimiz gibi bu maddeler ortaya çıkmadan da Allah onları yaptıkları amellerle müşrik kabul etmişti.

Evet, bu meselede kıyası kabul etmeyen kardeşlerimiz, kıyasın hiç mümkün olmadığı başka bir meselede öyle bir kıyas yapmışlardır ki; söylenecek söz bulmakta zorlanıyorum. İddia şudur;

‘Bu sistemler küfür sistemleri olabilirler. Ancak halklar asıl itibariyle Müslümandır. Çünkü Ubeydiler uzun yıllar İslam alemine hükmettiler. Alimler Ubeydiler’i tekfir etti. Ancak onların tebaası olarak yaşayanları tekfir etmediler. Aynı şekilde Tatarlar İslam alemini işgal ettiğinde Mardin mıntıkasını Müslümanlardan aldılar. İbni Teymiyye’ye Mardin’in durumu sorulduğunda; Tatarlar ile işgalden önce orada bulunan Müslümanları ayırdı. Ve özet olarak:

‘(…) Mardin, ne askeri Müslüman olan İslam beldesi ne de halkı kafir olan küfür beldesidir. Mardin üçünü bir kısım olan daru’l mürekkebtir. Müslüman orada hak ettiği şekilde muamele görür. İslam şeriatının dışına çıkanlar da hak ettikleri şekilde muamele görürler.’

Bu sözü alıp:
‘Bu yaklaşımlar bize içinde yaşadığımız toplumu genel olarak veya asıl itibariyle Müslüman kabul etmemiz gerektiğini gösterir.’
derler.

Allah’tan geldik, tekrar O’na
subhanehu ve teâlâ
döneceğiz. Şurası bir gerçektir ki; İslam beldeleri işgal edilir ve orada bulunan Müslümanlar işgalcilerden ayırt edilebilir konumdaysa, onların küfrüne itikad etmek hata olur. Ancak işgalcilerin başa gelmesi için oyu o halk veriyorsa, küfür nizamını ayakta tutan ve koruyan kafir askeriyeyi o halk oluşturuyorsa, alimlerin Ubeydiler’de küfrün aslı kabul ettikleri şahısları ilahlaştırmayı, o halk okullarda çocukları aracılığıyla veya kabirlerde yapıyorsa bu nasıl bir kıyas, nasıl bir çıkarımdır? Yani içinde yaşadığımız ve durumu bu olan halkı alimlerin zikrettiği halklara kıyas etmek ve bu neticeye ulaşmanın adını fıkıh koymak şaşırtıcıdır. Gerçekten kardeşlerimin bu çelişkiyi düşünmelerini isterim.

Örneğin, Ubeydiler ile ilgili alimlerin söylediklerine bakalım;

Kadı İyad
rahimehullah ‘Tertib el-Medarik’
eserinde;

İbnu Azire:

Sunni olduğu

__ Onlar hutbelerinde:
‘Allah’ım yönetici olan ve yeryüzünün vârisi olan kuluna salât et’
demiyorlar mı?

__ Evet, dediler.

İbnu Azire onlara sordu:

__
Biri hutbe verse ve hutbesinde Allah’ı ve Rasûlü’nü en güzel şekilde övse sonra da Ebu Cehil cennette dese kafir olur mu?

__ Evet, dediler.

__
İşte bu yönetici Ebu Cehil’den daha kötüdür, dedi.

Bu soru Davudi’ye soruldu:

__ Onlara hatiplik yapan ve onlara dua eden kafirdir, öldürülür., dedi.’

İmam Zehebi, Kadı İyad’dan rahimehumullah nakletti;
‘Kayrevan alimleri icma etti ki; Ubeydiler’in durumu zındık ve mürtedlerin durumudur.’

Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab
rahimehullah: ‘Ubeydiler’in hali de böyledir. Onlar hicri 300’lü yılların başlarında ortaya çıktılar. Liderleri olan Ubeydullah, Fatıma radıyallahu anha soyundan olduğunu iddia edip, cihad ve taat örtüsü altında zuhur etti. Mağrib ehlinden birileri de ona tabi olunca büyük bir devletleri oldu. O ve ondan sonra çocukları Mısır ve Şam bölgesini de ele geçirdiler. Namazları cemaatle kılıp, cumayı ikame ettiler. Kadılar ve müftüler tayin ettiler. Lakin onlar şirk ve şeriata muhalefet izhar ettiler. Onların nifakına delalet eden şeyler onlardan açığa çıktı. Alimler onların kafir olduğunda ittifak etti.

İslam’ın şiarlarını ve şeriatını izhar etmelerine rağmen alimler onların beldelerinin harp diyarı olduğuna ve onlarında kafir olduğunda icma ettiler. Mısır’da alim ve abid olan insanlardan çok kişi vardı. Mısırlıların bir çoğu onların çıkardıkları küfürlere onlarla beraber girmemiş olsa da alimler bu zikrettiğimiz hükümde ittifak ettiler.’ (Muhtasar es-Siyre, 6. Delil.)

Şimdi delil olarak alınan Ubeydiler kıssasına ve alimlerin ne dediğine beraber bakalım kardeşlerim.

a. Ubeydiler kafirdir. Ve onların namaz kılmaları, kadılarının bulunması onların küfre girmesine engel olmamıştır. Çünkü onlarda müşrik olmanın esas illeti olan ve Kelime-i Tevhid’i bozan şirk vardır.

b. Onlara destek veren, onlara dua eden, onlara imamlık yapanlar onlar gibi kafirdir. Velev Sünni olup onları şirke düşüren aşırı Şii görüşlerine katılmasa da.

c. Onların yönetimi altında olan halk onların izhar ettiği küfürlerde onlara ortaklık etmemişlerdir. Sadece onların hakimiyeti altında yaşamışlardır. Bununla beraber Ubeydiler küfürlerini cihad, itaat, şeri mahkemeler arkasına gizlemişlerdir.

Şimdi, aramızda ortak şey olan Allah’ın azameti adına soruyorum; içinde yaşadığınız toplum bu durumda mıdır?

Yöneticiler küfürlerini gizleyip şeriatla mı hükmediyorlar?

Halk onların izhar ettiği demokrasi, kabirperestlik, Rububiyyeti dahi Allah’tan başkasına veren eğitim sistemi, İslam düşmanı tağutların takdis ve sevgisi, Allah’ın diniyle dalga geçme, milliyetçilik, modernizm vb. izmler, Allah düşmanlarını dost edinme, Allah’ın dininden yüz çevirme vb. küfürlere yöneticilerle beraber girmemişler midir?

Allah için söyleyin! Hangi ölçüyle kıyas yapıyor, neye göre tutumunuzu belirliyorsunuz? Alimler dediğinizde, bunu hangi ölçüye göre kabul ediyorsunuz? Ben size, Türkiye’de bazılarının yaptığı alim bezirganlığını yakıştırmadım, hiçbir zaman yakıştırmam. İstediği alimin istediği fetvasını alan ve bunu da alimlere ittiba diye isimlendiren zümreden, siz kardeşlerimi tenzih ederim. Ancak bu konudaki çelişkiyi de size hatırlatmak isterim.

Mardin fetvası da bundan farklı değildir. Fetva ne kadar açıktır. Net bir şekilde işgal eden ve kafir kabul edilenle ona başkaldıran ve ondan ayrılan bir halk vardır. Sorarım sizlere bu ülkenin kafir ordusu kimden müteşekkildir? Uzaylılardan mı? Yoksa sizin İslam kabul ettiğiniz toplumun çocuklarından mı? Polis halk, asker halk, memur halk, daha önemlisi o dönemde alimlerin küfürlerinin altını çizdiği yöneticiler yani bürokrat ve siyasetçiler dahi halk. Yani kimse bir yeri işgal etmiş değil. Seçimler yapılıyor ve halk yöneticisini kendi belirliyor.

Mesela, İbni Teymiyye’nin
rahimehullah
bu fetvasını alana kadar, neden onun Tatarlara destek verenler hakkındaki fetvalarını almıyorsunuz? Çünkü bu halk bir yere kıyas edilecekse veya bir fetvayla konumu belirlenecekse asıl Tatarlara destek verenler hatta bizzat onları oluşturanlar zümresine dahil edilmeli değil midir?

Veya İbni Teymiyye’nin
‘mümteni’
taifelerle ilgili söylediklerini neden zikretmiyorsunuz? Siz bu halkı İslam’a göre yargılamak ve hüccet ikame etmek isteseniz sığınacakları ilk merci kanunlar ve sizin mümteni kabul ettiğiniz güvenlik güçleri olacaktır. Allah’ın şeriatına gelmeyen ve kendisi dine davet edildiğinde dahi bunu kanun yoluyla çözen insanlar için İbni Teymiyye’nin daha açık fetvaları varken, hiçbir yönden uyuşmayan Mardin fetvası niye? Çocuklarına tevhidi anlattığınız anne ve babalar sizi nereye şikayet ediyor? Sizin asli küfür kabul ettiğiniz ve yöneticileri kendiyle mümteni taife diye isimlendirdiğiniz kanunlara ve o kanunların bekçilerine! Allah için nasıl oluyor bu? Bu kanunları yapanlar kafir, onları koruyan ve sahip çıkanlar kafir, İslam şeriatına karşı bu kanunların arkasına gizlenenler kafir… Ve bu konuda da genelde İbni Teymiyye’nin Tatarlar hakkındaki fetvaları zikredilir. Ancak bu kanunu yapanları gönülden seçen, kanunları koruyan asker ve polisin içinden çıktığı, başı sıkıştığında bu kanunların arkasına sığınan halk Müslüman!

Kıyas yapılası yerde kıyası terk edip, kıyasın asla mümkün olmadığı yerde kıyasa başvurdunuz! Ubeydiler ve Mardin fetvasında illet; işgale uğramış topraklardaki Müslümanların izhar edilen şirk, küfür ve işgale ortak olmaması, onlardan temeyyüz etmiş olmasıdır. Ancak bu halk bunlardan ayrılmadığı gibi, alimlerin Ubeydiler’i ve Tatarlar’ı tekfir ettikleri her hususu kendilerinde barındırıyorlar!

Rabbim sizleri ve bizi hakka muvaffak kılsın.

Kardeşlerim, İrca Tehlikesinden Allah’a Sığınalım

Bu kısmı yazmaya başlamadan önce belirtmeliyim ki, sizleri Mürcielikle itham etmiyorum. Bundan da Allah’a sığınırım. Sadece çalan tehlike çanlarına dikkat çekmek ve bazen istemeden de olsa ircaya muvafakat ettiğinizi hatırlatmak isterim.

Oy kullanma meselesinin tevhide aykırı bir durum olduğunu siz de kabul ediyorsunuz. Hakimiyetin Allah’ın subhanehu ve teâlâ

Oy veren insanların itikad ve amellerini birbirinden ayırmak ne kadar doğrudur?
‘Yaptıkları amel şirktir, asla tasvip etmiyoruz, ancak oy kullananlar hakimiyeti Allah’tan başkasına vermek adına değil de; sağlık, yol, ekonomi, iş imkanları ve benzeri sebeplerden veriyor’
diyorsunuz. Durum böyle olunca da kasta bakmadan tekfir olmaz diyorsunuz.

Eğer bir amel ne kasıtla yapılırsa yapılsın, karşıdakine Allah’a ait bir hakkı veriyorsa ve karşıdaki yönetici bu oyla açıktan Allah’ın şeriatı dışında bir şeriatı yaşıyor ve yürürlükte tutuyorsa, o ameli yapanın kastının ne önemi vardır?

Böyle bir durumda amel ile itikad ayrımına gitmek irca ehlinin yaptığı şeylerden değil midir?

Örneğin muasır mürciye, tağutlarını aynı gerekçeyle savunduğunda, onların amelleri bozuk olsa da niyetlerinin temiz olduğunu söylediğinde, buna ilk sizler karşı çıkıyorsunuz. İslam, amelin kendine bakar diyorsunuz. İtikadla ameli ayırmak irca ehlinin işidir diyerek karşı çıkıyorsunuz. Farkında mısınız asrın en ciddi şirklerinden biri olan bu meselede sizler de itikad ile ameli ayırıyorsunuz!

Diyebilirsiniz:
‘Biz bu meseleyi kapalı bir mesele olarak kabul ediyoruz. Ondan dolayı bu tafsilata gidiyoruz.’
Ben sormak istiyorum. Bir meselenin kapalılığı ve açık oluşu nasıl mümkündür? Birileri bir meseleye kapalı dedi diye o mesele kapalı olur mu?

Elbette hayır. Meselenin kapalılığı ve açıklığı üç şekilde olur.

1. Meselenin delilleri kapalıdır. Konuya delalet eden deliller ona muhalefet edeni sapıklığa nispet edecek açıklıkta değildir. Ben hükmün Allah’a ait oluşu, yaratma ve emretmenin aynı anda Allah’a sıfat kılınması, hükmünde Allah’ın şerikinin olmayacağının delillerini zikretmenin dahi gereksiz olduğunu düşünüyorum. Hakimiyetin Allah’a ait oluşunun delilleri güneşin aydınlığından daha açıktır.

2. Meselenin vakıası kapalıdır. Olur ki bir mesele hakkında yaşanan vakıa açık değildir. Vakıa kapalı olduğundan meseleye kapalı muamelesi yapılabilir.

Bu ülkede herkes, sistemin şeriat dediği bir devleti kaldırdığını onun yerine İslam düşmanlığıyla maruf bir rejim ikame ettiğini biliyor. Bu devletin laiklik anlayışının dinlerden ziyade şeriata mesafeli olduğunu da… İlkokuldan başlamak üzere demokrasinin ne olduğu, oy kullanma hakkının demokratik bir hak olduğu, şeriat sisteminde seçme seçilme hakkı olmadığından bunun gericilik olduğu insanlara öğretiliyor.

Bu ülkede partiler oy isterken
‘Daha iyi kanun yapmak’
için oy istiyorlar. Daha çirkini bu ülkede referanduma gidildi. İnsanlardan, direkt anayasa yapmak için oy aldılar.

Bu ülkede çıkarılan kanunlarla 18 yaşından büyüklere zinanın helal olduğu, içkinin helal olduğu herkes tarafından biliniyor.

Seçim zamanlarında hususen, sair zamanlarda umumen televizyonlarda, tartışma programlarında insanlara demokrasinin ne olduğu, seçme seçilme hakkı anlatılıyor.

Sonra meclis yer altında bir kurum değil ki? Herkes mecliste ne yapıldığını görüyor. Hatta bu, devletin resmi televizyonundan yayınlanıyor.

Yani meselenin vakıası kapalı değildir. Ancak birileri yanlış kıyaslar yapıp, tarihten bazı alakasız örnekler aktardıktan sonra
‘İşte bu mesele de böylece kapalıdır’
demesi açıkçası bu saydığımız gerçekleri değiştirmez.

3. Kişinin kendi kapalıdır. Yani tevhidin cahilidir. Kafası Allah’ın kelamına ve Rasûlü’nün sünnetine kapalıdır. O tevhide dair, Rabbinin hak ve hukukuna dair hiçbir şey bilmez. Uyduruk önderler, gereksiz menkıbeler, hatta komik fıkralar kadar Rabbinin hukukuna dair yer yoktur zihninde. Buna binaen de tevhide dair her mesele onun kafasında kapalıdır. Çünkü vahiyden yüz çevirmiş, Rabbinin dininde cahil kalmıştır. Ona Muhammed’in
sallallahu aleyhi ve sellem
dini anlatıldığında
‘Biz babalarımızdan bunu duymadık’
der. Ona Allah’ın kelamı işaret edildiğinde
‘Biz anlamayız’
der. Ona tevhid anlatıldığında
‘Fazla dalma boğulursun’
diye karşılık verir. Yaban eşeğinin aslandan kaçtığı gibi Rabbinin öğüdünden kaçar. Hâli bu olan adamın elbette tevhidî meselelere muhalefet etmesi normaldir.

İnsafla vakıaya baktığımızda meselelerin delillerinde ve vakıasında değil, insanların kafalarında kapalılık olduğu görülecektir. Bu da insanlar için özür değildir. Bundan dolayı hangi isim adı altında olursa olsun, bu insanların kasıt ve amellerinde ayrıma gitmek doğru değildir.

İrca noktasında uyarıda bulunmak istediğim bir diğer mesele ise şudur; halkta asıl olarak İslam’ı gördüğümüzde bunu neye dayanarak yapıyoruz? Dikkatle düşünüldüğünde kendilerini İslam’a nispet dışında bir şey yoktur. Bu insanlarda Tevhid’in esası olan Allah’ın ibadette birlenmesi bulunmadığı gibi, dinin giriş şartı olan tağutu inkar ve ondan içtinap da yoktur. Şirkin ne olduğu kapalı olduğundan her türlüsüne rastlamak mümkündür. Öyleyse bizim bunları İslam kabul etmemiz ve bunu asıl kılmamız, aslen onların İslam nispetlerinin alameti olan Kelime-i Şehadet’i nutkedişleridir. Anlamını bilmedikleri, bozan her türlü unsuru işledikleri, tağutlardan ve onlara kulluktan uzak durmaya onları sevk etmeyen bir Kelime-i Tevhid… Ben bu konuda fırkaların görüşlerini zikretmeyi gereksiz görüyorum. Ancak irca altında sınıflandırılacak bazı fırkaların; Kelime-i Tevhid’in nutkunu İslam için yeterli saydığını biliyoruz.

Aslen siz bu toplumda yaşıyor ve bu insanları çok iyi tanıyorsunuz. Kahir ekseriyetin kelimenin manasını bilmediğini; bozan unsurlardan habersiz olduğunu; tağutu duymadığından içtinap etmesinin de mümkün olmadığına şahitsiniz. Hal böyle olunca dilimizle kabul etmesek de zımnen Kelime-i Tevhid’in bu haliyle toplumları İslam’a nispet edeceğini ve doğal olarak da onlarda aslın İslam olduğunu savunuyorsunuz.

Elbette mezhebin gereği kişi onu kabul etmedikçe kişiye mezhep olmaz. Benim gayem de bunu size kâl diliyle nispet etmek değildir. Ancak içinde bulunduğunuz halin buna delalet ettiğini göstermek istiyorum.

Belki diyebilirsiniz ki alimlerimiz hükmi İslam’la, hakiki İslam’ı ayırmışlardır. Eyvallah! Bunun doğruluğunda şüphe yoktur. Ancak vakıası bilinen bir meselede, işin hükmi olanıyla hakiki olanına gerek kalmaz. Bu, vakıasına dair hiçbir bilginin olmadığı yerlerde geçerlidir. Sizin elinizde hüküm edecek hiçbir şey kalmaz, emarelerle bunu yaparsınız. Aslında sizlerin de yerinde kullandığınız birçok örnek, bu söylediğimi desteklemektedir. Ancak bunlara dikkat edilmeyip üzerinde düşünülmediğinde, okuduğumuz kitapların algılarımızı yönlendirmesine müsaade ettiğimizde, maalesef bu sonuçlar çıkıyor ortaya.

Örneğin, sahabeden başlayalım. Kendisinde riddet vuku bulan ve İslam ahkamından bazısını reddeden bir toplumla karşılaştılar. Ve toplum Kelime-i Tevhid’i nutketmeye, hatta kendilerini İslam’a nispet etmeye devam ediyorlardı. Sadece bir şahsı, belli bir şüpheden dolayı Peygamber kabul etmişlerdi. Sahabe onların Kelime-i Tevhid’ini İslamlarına alamet kabul etmedi. Ne hükmi anlamda ne de hakiki anlamda… Sizin kullandığınız nasları size aktaran sahabenin bizzat kendisidir. Ancak sizin anladığınızı anlamamış, daha başka şekilde davranmışlardır. Bunun nedeni, nasları iptal veya inkar değildir. Vakıası bilinen ve toplumun durumunun net olduğu yerlerde sahabe böyle davranmıştır.

Şimdi söyleyebilirsiniz, iki toplum aynı mıdır. Elbette aynıdır. Hatta Muhammed bin Abdulvahhab’ın rahimehullah şu sözünü hatırlatmak isterim:

‘Denilebilir ki: Peygamber’in sahabeleri, Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem O’nun Rasûlü olduğuna şehadet ettikleri, ezan okuyup namaz kıldıkları ve Peygamberle beraber Müslüman oldukları halde Ben-i Hanîfe ile savaşmışlardır. Şayet birisi; onlar Müseyleme’nin Peygamber olduğunu iddia ediyorlar dese:

Deriz ki; Bizim de istediğimiz bu cevaptır. Bir insanı Peygamber mertebesine çıkaran kafir olup, malı ve canı helal oluyorsa; Kelime-i Şehadet ile namaz ona fayda vermiyorsa; Şemsan veya Yusuf’u yahut bir sahabe veya Peygamberi Allah’ın mertebesine yükselten nasıl olur?’

Şeyh
rahimehullah
, sahabe Peygamberin hakkında dahi bu kadar hassas davranmışsa, Allah’ın hakkında daha hassas olunması gerektiğine dair bize yol gösteriyor. Yani sahabe kendini İslam’a nispet eden bir toplumun İslam’ın asıllarına muhalefet ettiklerinde, onların İslam’a nispetini ne hükmi ne de hakiki anlamda İslam’larına alamet saymamışlardır. Kendine selefi diyen kardeşlerimizin bu konuda asıl selef olanın yaptıklarından yüz çevirip, hicri altı veya yedinci asrın nakillerine yapışması düşündürücü olsa gerek.

Bazı kardeşlerimizin şöyle söylediklerini duyar gibiyim. O topluma hüccet kaim olmuştu. Onlar meseleyi çok iyi biliyordu. Bu toplumun hali böyle olmadığından bizler aynı şeyleri söyleyemeyiz.

Adeta fukaha gibi resmedilen mürted topluluk, aslında geneli bedevilerden olan insanlardı. Ve Allah onlar için şöyle diyordu.

“Bedeviler küfürde ve nifakta daha katıdırlar ve Allah’ın Peygamberine indirdiğini bilmemeye daha yatkındırlar. Allah bilendir, hakimdir. ” (9/Tevbe, 97)

Bu ayet açıkça onların cehaletine, fıkhetmeyen bir toplum olduklarına delildir. Buna rağmen sahabe onların toplu olarak küfrüne hükmetmekten imtina etmemiştir.

“Bedeviler: ‘İman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz. Ancak ‘teslim olduk’ deyin. Fakat iman henüz kalplerinize girmemiştir. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz O sizin amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz Allah bağışlayandır, rahmet edendir.’ ” (49/Hucurat, 14)

Bu ayet dahi onların imanının nasıl olduğunu ve meseleyi ne kadar anladıklarını göstermesi için yeterlidir sanırım.

“İnsanlardan kimi de Allah’a bir kenardan (yarım yamalak) ibadet eder. Eğer kendine bir hayır dokunursa onunla tatmin olur ve eğer başına bir bela gelirse yüzüstü döner. O dünyayı da ahireti de kaybetmiştir. İşte bu apaçık bir kayıptır. ” (22/Hac, 11)

İbni Abbas
radıyallahu anh
bu ayetin bedeviler hakkında indiğini söyler.

“Medine’ye gelir, iman eder, sonra beldelerine dönerlerdi. Bolluk, evlat ve hoşnut oldukları şeyler meydana gelirse ‘bu iyi bir din’ derledi. Hastalık, kıtlık vb. hoşnut olmadıkları şeyler olursa, ‘bu kötü bir dindir’ der, dinlerinden dönerlerdi.” (İbni Kesir)

Evet, genel olarak sahabe döneminde irtidad eden bedevilerin hali buydu. Ve sahabe onların meselelerin inceliğini anlamamalarını, cahil oluşlarını, imanın tam kalplerinde yer etmeyişini onlar ve içinde bulundukları toplumlar için özür kabul etmediler.

Biz de yaşadığımız toplumun vakıasını yakinen biliyoruz. Açık ve kapalı her şirke bulaştıklarını, en önemlisi de Allah’ın hakkı olan tevhidin cahili olduklarını, dinin giriş şartı olan tağutu redde dair ne itikadî ne de amelî bir bilgiye sahip olmadıklarını da biliyoruz.

Siz bırakın toplumu, İslamî cemaatlerle aranızdaki ihtilafı söyler misiniz? Sizler bu toplumda İslam davası güden, bu uğurda bedel ödeyen insanlarla dahi tevhidin asıllarında anlaşamıyorsunuz! Onlarla ihtilafınız dinin temel meselelerinde vuku buluyor. Tevhidin asıllarını teferruat kabul eden, tevhide dair asılların konuşulmasını İslam toplumlarını bölen
‘fitne’
olarak değerlendiren insanlar bunlar. Şuurlu olanının hali böyle olan bir toplumun, avamını nasıl İslam kabul edebilirsiniz?

Farkındaysanız ben İslam alametleri konusuna girip konuyu gereksiz bir mecraya kaydırmadım. Çünkü bizim ihtilafımız İslam alametleri meselesi değildir. İhtilafımız; hali Müslümanlar tarafından bilinen, vakıası açık olan toplumların İslam alametleri nasıl algılanmalıdır meselesidir.

Allah
subhanehu ve teâlâ
kitabında:

“Haram aylar sona erince müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayın. Onları hapsedin. Her gözetleme yerinde oturup onları gözetin. Eğer tevbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın (öldürmeyin). Muhakkak ki Allah çok affeden ve çok bağışlayandır. ” (9/Tevbe, 5)

Allah
subhanehu ve teâlâ
ayetin girişinde müşrikleri öldürmeyi emretmiştir. Ayetin devamında ise bazı şartlar çerçevesinde bunun durdurulmasını istemiştir. İlk olarak
“…Eğer tevbe ederlerse”
ifadesini kullanmıştır. Tüm tefsir kitaplarında burada tevbeden kasıt
‘Şirkten tevbe etmektir’
şeklinde açıklanmıştır. Ayrıca âlimler bu ayeti açıklarken sahiheyn (Buhari, Müslim) başta olmak üzere birçok hadis imamının kitaplarında naklettiği gibi şu hadisi zikretmişlerdir:

“Ben insanlar La ilahe illallah diyinceye, namazı kılıp, zekâtı verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum”

Kurtubi rahimehullah bu ayetin tefsirinde: ‘Tevbe şirkten dolayı yapılır ve öldürme onun yok olmasıyla ortadan kalkar’

İbni Arabî de: ‘Bu ayet ve hadis, ikisi de aynı manaya gelir’ demiştir. (Kurtubi Tefsiri)

Dikkat edilirse Allah
subhanehu ve teâlâ
müşriğe İslam sıfatı vermek için şirkten tevbeyi şart koştuğu gibi, bunun yanında Müslümanların onlarla olan muamelelerinde yine bu noktayı esas almalarını emretmiştir. Nitekim
“…Fitne kalmayıncaya”
dek onlarla savaşmanın manası da budur.

Meselenin asıl noktası ise; şüphesiz Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem
hiçbir zaman Kur’an’a muhalefet etmez. Bilakis Rasûlullah Kur’an’ın hem sözlü ve hem de fiili olarak en güzel açıklayıcısıdır. Zaten onun görevlerinden biri de budur.

“O Peygamberleri apaçık deliller ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara kendilerine indirileni beyan etmen için sonra zikri (Kur’an’ı) indirdik. Umulur ki düşünürler.” (16/Nahl, 44)

“Biz Kitab’ı (Kur’an’ı) sadece, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi açıklaman için ve iman eden bir topluma hidayet ve rahmet olarak indirdik.” (16/Nahl, 64)

Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem
bu manayı ifade etmek için şöyle demiştir:

“Ben insanlar La ilahe illallah diyene, namazı kılıp zekâtı verinceye kadar onlarla savaşmakla emir olundum. Eğer bunu yaparlarsa canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar.” (Buhari, Müslim)

Şimdi şu soruyu sormak istiyoruz. Acaba Allah
subhanehu ve teâlâ
can ve mal emniyeti için şirkten tevbeyi şart koşarken, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem
farklı bir şart mı belirlemiştir? Asla. Kuşkusuz o dönemde bir insanın düşmüş olduğu şirklerden teberri ettiğini ve onlardan pişmanlık duyduğunu Kelime-i Tevhid ifade ettiği için Rasûlullah böyle buyurmuştur.

Ayrıca o dönemde bütün müşrikler bu kelimenin ne manaya geldiğini çok iyi biliyorlar ve bu kelimeyi söylemekle neleri ellerinin tersiyle ittiklerinin ve neleri kabul ettiklerinin bilincindeydiler. Bundan dolayı da şirkten teberrinin ve İslam’a girişin sembolü ‘Kelime-i Tevhid’ idi. Nitekim Allah
subhanehu ve teâlâ:

“Yoksa ilahları, tek bir ilah mı yaptı? Şüphesiz bu şaşılacak bir şeydir.”

Şimdi şöyle bir şey düşünün. Müşrikler hem lat, menat putlarını bırakmayacak hem de Kelime-i Tevhid’i söyleyecek olsalardı, acaba canlarını ve mallarını Allah Rasûlü’den kurtarmış olurlar mıydı? Bu büyük bir tezat değil midir? Kimsenin böyle bir soruya evet diyeceğini zannetmiyorum. Öyleyse Kelime-i Tevhid; şirki terk etmenin sembolü olduğu müddetçe, bir insana İslam hükmü verir.

Nasıl ki Mekkeliler veya o gün yaşayanlara, putlarına ibadet etmekle beraber bu sözü söylemeleri onlara bir fayda vermeyecekti; işte bugün de durum aynen böyledir. Kişi bugünün var olan şirklerine açıktan düşüyor ve bir yandan da bu kelimeyi söylüyorsa, bu kelime ona ne hükmi İslam anlamında ne de hakiki İslam anlamında bir fayda sağlamayacaktır. Zira bunun sebebi de bu kelimenin şirkten tevbe özelliğini yitirmiş olmasıdır.

hali bilinen toplumlara

İmam Ebu Hanife’nin öğrencisi olan İmam Muhammed rahimehullah ‘Siyeru’l Kebir’ adlı eserinde;

‘Bir kâfir; üzerinde bulunduğu şeyin hilafına bir şeyi açığa vurursa, onun İslam’ına hükmedilir. Bu konunun temel delili ise: “… İnsanlar La ilahe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum” hadisidir. Rasûlullah bunu söylemeyen putperestlerle savaştı. Ayrıca Medine’de Yahudileri İslam’a davet ettiğinde ise “Peygamberliğinin kabulünü” imanlarına alamet saymıştır. “

‘Bir Müslüman, bir müşriği öldürmek istediği zaman (ona saldırınca) müşrik: Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederse, şayet o müşrik bunu söylemeyen (kabul etmeyen) bir toplulukta ise Müslüman onu öldürmekten vazgeçmelidir.’ (5/345)

İmam Beğavi rahimehullah: ‘Kafir şayet putperest ise ve tevhidi ikrâr etmiyorsa ‘La ilahe illallah’ demesiyle İslam’ına hüküm olunur, sonra da İslam’ın tüm ahkâmını kabul edip, İslam’a muhalif tüm dinlerden beri olmaya zorlanır. Eğer tevhidi ikrar edip risaleti inkâr ediyorsa ‘La İlahe İllallah’ sözüyle İslam’ına hüküm olmaz, yani Müslüman olmaz. Ta ki ‘Muhammedun Rasulullah’ deyinceye kadar. Eğer Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem risaletinin ‘Araplara has’ olduğuna inanıyorsa, İslam’ına hüküm olunması için “tüm insanlığa” demesi gerekir. Eğer bir vacibi inkâr etmiş veya haramı mubah saymışsa o itikadından dönmesi gerekir (İslam’ına hüküm edilmesi için).’

Taberi ve başkaları şöyle demiştir. ‘Birinci; (“…La ilahe illallah…”) Sadece Kelime-i Tevhid’i ikrar etmeyen putperestlerle savaşırken söylenmiştir. İkinci; (“…La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah…”) tevhidi ikrar edip, Nubuvveti inkâr edenlere söylenmiştir. Üçüncü de; (“…Kim namazımızı kılar, kıblemize yönelir…”) ise şuna işaret vardır. İslam’a girip de; itaat etmeyenlerle ve amel etmeyenlerle, ta ki boyun eğinceye kadar savaşılır.’

İmam Nevevi rahimehullah şerhinde: ‘Hattabi dedi ki: ‘Malumdur ki burada kastedilen ehli kitap değil, putperestlerdir. Çünkü ehli kitap zaten ‘La ilahe illallah’ diyor. Buna rağmen onlarla savaşılır ve kılıç kafalarından kalkmaz.’

İmam Nevevi
rahimehullah
devamla şöyle der:
‘Kadı İyad bunu –Hattabi’nin sözünü- zikretti ayrıca üstüne şunları ekledi ve meseleyi açıklığa kavuşturdu. Dedi ki: (Kadı İyad): ‘Can ve malın korunma altına alınmasının ‘La ilahe illallah’a has olması, bu imanı kabul etmenin bir göstergesidir. Bundan kasıt Arap müşrikler ve tevhid ehli olmayan putperestlerdir. Çünkü onlar ilk olarak İslam’a çağırılıp, bunun üzerine kendileriyle savaşılanlardır. Ama onların dışındakilerden, tevhidi ikrar edenlere gelince, mallarının ve canlarının korunmasında ‘La ilahe illallah’ yeterli değildir. Zira onlar küfür halinde de bu sözü söylemektedirler ve ayrıca bu onların itikadındandır. Bundan dolayı başka bir hadiste “…Ve benim Rasûl olduğuma şehadet edip, namazı kılıp, zekâtı verinceye dek” denmiştir.’

İmam Nevevi:) ‘Bu Kadı İyad’ın sözüdür.’ Bende derim ki: ‘Hadiste geldiği gibi bununla beraber tüm Rasûllerin getirdiğine iman da olmalıdır…’ (Nakiller için ‘Güncel İtikad Meseleleri’ 11-18 bknz.)

Aslında kardeşlerimizin yerinde kullanmadıkları, muasır alimlerin algılarını yönlendirerek hatalı tevil etmelerine neden oldukları deliller de buna işaret eder. Kardeşlerimizin kullandıkları Mardin fetvasını bir daha düşünmelerini rica ediyorum. İşin Mardin halkı boyutunu gördükleri gibi, Tatarlarla alakalı bölümünü de görmeliydiler.

Tatarlar yeni İslam’a girmiş bir topluluktu. Kelime-i Tevhid’i nutkediyor, namaz kılıyor, kendilerini İslam’a nispet ediyorlardı. Cuma kılıyor, kadılar tayin ediyor, şer’i mahkemeler kuruyorlardı. En önemlisi hücceti anlamayacak kadar kaba ve bedevi, İslam’ı hakkıyla fehmedemeyecek kadar da yenilerdi. Ancak bu saydıklarımızın hiçbiri onların İslam’ına hükmen delil sayılmamıştı. Çünkü bir topluluk olarak halleri biliniyordu.

Ubeydiler de böyleydi. Onlar da küfürlerini gizlemiş, şeriat mahkemeleri ve kadılar tayin etmişlerdi. İslam’ın özünü temsil ettiklerine inanıyorlardı. Ancak bunların hiçbiri onlara hükmi İslam sıfatı verdirmedi. Çünkü halleri biliniyordu.

Aynısı, içinde yetiştiğimiz toplum için de geçerlidir. Halleri bizim yanımızda malumdur. Çünkü Allah hidayetle şereflendirinceye dek biz de bu toplumun bir parçasıydık. Yani bizler öz benliğimizden, kendimizden konuşuyoruz. Çok uzaklarda olan nazari bir meseleyi tartışmıyoruz.

Meselenin aslına dönecek olursak; hali malum bir toplumun Kelime-i Tevhid’ini ve kendini İslam’a nispet edişlerini gerekçe göstererek onların aslen İslam toplumu olduğuna delil saymak, ircanın bizzat kendisi olmasa da, ona doğru bir kayış olduğunu düşünüyorum. Rabbim bizleri hakka muvaffak kılsın.

Burada özellikle bizlerle aynı vakıayı paylaşmış ve aynı konuları tartışmış tevhid imamlarından nakillerle onların dilinden sizlere seslenmek istiyorum. Allah’tan
subhanehu ve teâlâ
temennim; bunları sizlere ve bizlere faydalı kılmasıdır.

Sizleri tenzih ediyorum. Ancak son zamanlarda bazı mirashor tipler türedi. Bulduğu mirası har vurup harman savuran ve mirasın asıl sahibine laf söylemekten geri durmayacak kadar da nankör olanlara şahit oluyoruz. Kendi sapık fehimlerinden tevbe etmek yerine, tevhid imamlarının aşırı gittiklerini iddia etmeye başladılar. Tevhid imamlarının akidelerini yanlış ve hatalı fetvalarıyla tashih etmeye kalkan muasır alimlerin, tevhidi bu imamların kitaplarından öğrendiğini unuttular. Bunun yanında selefin
“Birine uyacaksanız ölenlere uyunuz. Çünkü dirinin fitnesinden emin olunmaz”
tavsiyesini unuttular. Düne kadar Abdulkadir bin Abdulaziz’i göklere çıkardıklarını, bugün onu yerden yere vurduklarını ne de çabuk unuttular. Tâbi oldukları dirilerin, henüz akıbetlerinin dahi netleşmediğini, kitaplarını koltuk altlarından düşürmedikleri, ilginç fetvalarıyla meşhur alimlerinin Suriye’de ne idiğü belirsiz saflarda saf tutup tevhid ve cihad ehline sırt döndüğünü fark dahi etmediler. Bir tarafta akıbetleri tevhid üzere neticelenmiş, iki asrı tevhid kandiliyle aydınlatan imamlar, beri tarafta yaşarken tabileri tarafından sapıklıkla itham edilen muasır alimler. İnanıyorum ki selefin tavsiyesine uyarak, tevhid imamlarının bu konudaki sözlerinden istifade ederiz.

Muhamed bin Abdulvehhab rahimehullah ‘Tevhid’ kitabında Kelime-i Tevhid’in tefsiri sadedinde: ‘ “Kim La ilahe illallah der, Allah’ın dışında ibadet edilenleri inkar ederse kanı ve canı haram olur.” Bu hadis Kelime-i Tevhid’in manasını açıklayan en büyük delildir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu kelimeyi söylemeyi canı ve malı korumak için yeterli görmedi. Bilakis onu söylemekle beraber manasını bilmek, hatta bunu ikrar etmek ve dahi sadece Allah’a dua ediyor olmak da canın ve malın korunması için yeterli değildir. Kişinin canının ve malının korunması; Allah’ın dışında ibadet edilenleri inkar etmekle mümkün olur. Bu konuda tereddüd eder veya şüpheye düşese canını ve malını koruma altına alamaz.’

Torunu olan davet imamlarından Şeyh Abdurrahman bin Hasen rahimehullah imamın sözünü şerh ederken:

‘…Kelime-i Tevhid’in nutku tek olan Allah’a iman ve tağutları inkarı ifade etmeye delalet etmesi için kılınmıştır. Bu kelimeyi söyleyenlerde asıl olan budur. Ancak bu kelimeyi küfür halinde söyleyen, bu kelimeden kast edilen manayı yerine getirmeyen kişilerin hali bu olduğu müddetçe onları koruma altına almaz. Ta ki bu kelimeye küfründen beri olduğuna delalet edecek başka şeyler ekleyinceye dek.’
demiştir.

Şeyh başka bir yerde:

‘Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir musibet vardır. Bizim yaşadığımız bu çağın insanları ve daha öncekileri iki şey aldatmıştır.

Birincisi; sözü güzel söylediler mi bunu yeterli görmüşlerdir. Amel yapmamayı ve sözün tam zıddına amel etmiş olmayı önemsememişlerdir. Allah Rasûlü’nün Hariciler hakkında sözlerini unutmuşlardır.

“En hayırlı olanın sözlerinden bir şeyler söylerler, ancak okun yaydan fırladığı gibi dinden çıkarlar.”

Bunun Kitap ve Sünnet’te örneği çoktur. Konuşup amel etmeyen veya sözü ameline muhalif olanlar yerilir ve buğz olunurlar.

“Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti).” (61/Saf, 3)

İkincisi; çoğu insan kendilerini İslam’a nispet etmelerinin ve Kelime-i Tevhid’i nutketmelerinin canlarını ve mallarını koruma altına alacağını zannettiler. Velev Kelime-i Tevhid’in anlamı olan şirkin nefyi, ibadeti Allah’a halis kılma gibi şeylerle amel etmeseler dahi…’

Şeyhin oğlu Abdullatif bin Abdurrahman rahimehullah

‘Bu zamandaki müşriklerin çoğu zannetti ki; Kelime-i Tevhid’i söyleyenleri tekfir etmek Hariciliktir. Oysa durum böyle değildir. Kelime-i Tevhid’in tekfire engel olması; onun manasını bilen, gerekleriyle amel eden, ibadeti Allah’a halis kılıp ona şirk koşmayanlar içindir. Bu kelime bunlara fayda sağlamıştır.

Fakat bu kelimeyi söylediği halde onun gereklerine boyun eğmeyen, Allah’a şirk koşan, Allah’la arasında vasıtalar ve şefaatçiler edinip sadece Allah’ın kudretinde olan şeyleri onlardan isteyen, cahiliye ehlinden müşriklerin putlarına yaptıklarını onlara yapanlara gelince bu kelime onlara fayda vermez. Onlar bu şehadetlerinde yalancıdırlar. Onların şahitlikleri şunun gibidir:

“Münafıklar sana geldiklerinde: ‘Şahitlik ederiz ki, sen muhakkak Allah’ın Peygamberisin’ derler. Allah senin muhakkak kendi Peygamberi olduğunu bilir. Bununla beraber Allah münafıkların kesin yalancı olduklarına şahitlik eder.”

Şeyhin oğulları ve Hamd bin Nasıra soruldu: Müşrik harp esnasında Kelime-i Tevhidi söylerse ne olur?

Bu konuda tafsilat vardır. Şayet müşrik şirk ve küfür halinde bu sözü söylemiyorsa ve harp esnasında söylerse ondan el çekmek gerekir. Allah Rasûlü dönemindeki müşrikler gibi. Onlar şirk hallerinde bu kelimeyi söylemezlerdi. Söyledikleri zaman da bu İslamlarına alamet sayılırdı. Bu kelimeyi söyleyenden el çekilmesi gerektiğini ifade eden hadisler bu manaya işaret eder.

Ancak müşrik, şirk halinde ve onun malını canını mübah kılan amelleriyle beraber bu kelimeyi telaffuz ediyorsa, öldürülür malı ve kanı da helaldir. Ebu Bekir es-Sıddık’ın Araplar mürted olduğunda yaptığı gibi. Onlardan Kelime-i Şehadet’i söyleyen, namaz kılanlar ancak zekatı vermeyenler vardı.’ (Nakiller için Fetava Eimme Necdiyye, 4/9-39.)

Yani tevhid imamları da bu hadisleri mutlak kabul etmemiş, sahabenin fehmiyle yola çıkarak tafsilata gitmişlerdir. Rabbim bizleri hakka muvaffak kılsın.

Takip ettiğimiz menhecde vahye ve onun doğru anlayışı olan selefin fehmine muhalefetten sakınalım.

Kardeşlerim, muayyen olan meselelerde vahye muhalefetten sakınmamız gerektiği gibi, genel sayılacak adımlarımızda da bu muhalefetten sakınmalıyız. Bazen attığımız adımlar Kur’an ve Sünnet’in ruhuna veya selefin metoduna aykırı olabilir. Bunlar arasından hatırlatmak istediklerim şunlardır.

İlk olarak;

Peki bütün bunlar kimin için? Siz de takdir edersiniz ki bu meseleler Müslümanların problemi olan meseleler değildir. Bunlar daha ziyade dinden yüz çevirmiş ve her türlü şirk, bidat ve masiyet musibetiyle müptela toplumun meseleleridir. Acaba vahiy nazarıyla baktığımızda buna değer mi? Ya da bu insanların durumlarını tartışmaya açmak ve Müslümanların saflarında çatlağa neden olmak vahyin çizgisine ne kadar uygundur?

“Size ne oldu da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Oysa Allah onları işlediklerinden dolayı baş aşağı çevirmiştir. Siz Allah’ın saptırdıklarını mı doğru yola eriştirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, onun için bir yol bulamazsın. Kendileri gibi sizin de inkar etmenizi ve onlarla eşit olmanızı istediler. Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun ve yakaladığınız yerde öldürün. Onlardan bir dost ve yardımcı edinmeyin.” (4/Nisa, 88-89)

Tefsir kaynakları bu ayetlerle alakalı iki nüzul sebebi aktardılar. Bunlardan ilki İmam Buhari ve Müslim’in de aktardıkları, ayetin Uhud savaşına katılmadan yoldan dönen münafıklar hakkında olduğudur. Müslümanlardan bir grup onları öldürmek gerektiğini, bir diğer grup da onlara karışmamak gerektiğine inanıyorlardı. Bunu kendi aralarında tartışıp iki ayrı görüşe ayrılınca Allah subhanehu ve teâlâ onları uyaran bu ayetleri indirdi.

Bir diğeriyse; bu ayetin Mekke’de kalan ve hicret etmeyen; ancak Müslüman olduğunu iddia edenler hakkında olduğudur. Müslümanlar bunların durumunu tartışlar. Kimileri onların müşriklerle beraber olup onlara destek verdiği için kanları ve mallarının helal olduğunu savundu. Kimisi ise
“Sizinle aynı kelimeyi söyleyen insanları mı öldüreceksiniz?”
diyerek itiraz etmiş ve iki ayrı görüşe ayrılmışlardı.

Olayın özü; zahir emirde Müslüman olan bir topluluk Allah’ın emirlerinden birinde geri kalmıştır. Bunu ister hicret, isterse de cihad kabul edelim. Allah’ın emrine boyun eğen Müslümanlar geride kalanlar hakkında tartışınca, İslam saflarında ayrılık belirmiştir. Hakkında tartışılan insanlar buna değmediği için Allah subhanehu ve teâlâ sahabeyi uyarmıştır. Allah’ın emirlerine icabet etmeyerek kendilerini içinde bulundukları kötü duruma düşüren insanları siz ne diye tartışıyorsunuz demiştir adeta.

Bugün sizlerin durumlarını tartışmaya açtığınız veya ortaya attığınız düşüncelerden dolayı Müslümanlar arasında durumları tartışmaya neden olan ve safları ortadan bölen insanlar kimdir? Değer mi acaba? Allah’ın tevhide dair tüm emirlerinden geri kalmış, dünyasını ahiretine tercih etmiş insanlar değil midir bunlar? Hali bu olan insanlar hakkında bu tutum niye? Saflarda iki düşünceye sebebiyet vermek niye?

Diyebilirsiniz bu bizim başlattığımız bir tartışma değildir. Zaten var olan bir konuyu gündeme getirmiş olduk. Doğrudur, bu tartışma vardır. Bunu başlatanlar hata etmiştir, bu konuları tekrardan açıp bu hatanın devamına sebebiyet verenler de bu hataya ortak olmuştur. Bu insanlar ne cihaddan ne de hicretten geri kalmıştır. Bunlar bütün insanlığın kendinden dolayı yaratıldığı tevhidden geri kalmıştır. Onların dünyayı ahirete tercih etmeleri ve vahiyden yüz çevirmeleri nedeniyle içine düştükleri durum Müslümanların safında neden çatlağa neden olsun ki? Buna değecek ne yaptılar bugüne dek?

İkinci olarak; Allah’ın subhanehu ve teâlâ

“Hep birlikte Allah’ın huzuruna çıkarlar. Zayıflar büyüklenenlere derler ki: ‘Biz size uymuştuk. Şimdi siz Allah’ın azabından bir şeyi bizden savabilir misiniz?’ Onlar da şöyle derler: ‘Allah bizi doğru yola eriştirseydi şüphesiz biz de sizi doğru yola yöneltirdik. Şimdi sızlansak da katlansak da bizim için birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yok!” (14/İbrahim, 21)

“Yüzlerinin ateşte evirilip çevrileceği gün: ‘Ah! Keşke Allah’a itaat etseydik ve Peygambere itaat etseydik’ derler. Derler ki: ‘Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik onlar da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara azaptan iki kat ver ve onları büyük bir lanet ile lanetle!’ ” (33/Ahzab, 66-68)

“İnkâr edenler dediler ki: ‘Biz, ne bu Kur’an’a ne de ondan öncekilere inanırız.’ Sen onları, Rabblerinin huzurunda durdurulmuş¨ halde birbirlerine söz atarlarken görsen. Zayıf düşürülenler büyüklenenlere: ‘Eğer siz olmasaydınız biz muhakkak müminler olurduk’ derler. Büyüklenenler de zayıf düşürülenlere derler ki: ‘Size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi alıkoyduk? Hayır siz kendiniz suçlular idiniz.’ Zayıf düşürülenler de büyüklenenlere: ‘Hayır gece gündüz hileler kuruyor; bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz’ derler. Azabı gördüklerinde pişmanlıklarını açığa vururlar. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına halkalar dolarız. İşlediklerinden başka bir şeyle mi cezalandırılıyorlar?” (34/Sebe, 31-33)

“O gün her insanı imamıyla çağırırız…” (17/İsra, 71)

“Yaşadığı zamanda insanları hidayete veya delalete çağıran yöneticiyle çağırırız anlamındadır.” (İbni Abbas radiyallahu anh)

Allah Rasûlü
sallallahu aleyhi ve sellem
kıyamet gününü anlatırken:

“Kıyamet gününde insanlar bir araya toplanır, Rabbimiz: ‘Her kim neye tapmışsa onun ardına düşsün.’ buyurur. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi tağutların peşine düşüp gider.” (Buhari)

Ayetler ve hadisler açıktır ki dünyada küfrün öncülerine tabi olanlar, aldatılmış ve tuzağa düşürülmüş olsalar da kıyamet gününde liderleriyle haşrolacak, onlarla aynı sonu paylaşacaklardır. Allah subhanehu ve teâlâ konuyu müteaddit kereler açıklamasına ve içinde yaşadığımız toplumun yönetime ittibası açık olmasına rağmen, tarihin satır aralarından cımbızlanmış ve vakıayla alakası olmayan fetvalarla vahye muhalefet niye? Rabbim bizleri doğruya muvaffak kılsın.

Üçüncü olarak;

Açık meseleye örnek
‘riddet’
olaylarıdır. Sahabe ne mürtedlerde ne de onlarla aynı dönemde başkaldıranlarda tafsilata girmemiş, onları aynı kefeye koymuştur. Kandırılmış, cahil, tevili olan vb. ıstılahlar ortaya atmak yerine, bu sorunu ortadan kaldırmak için çabalamışlardır. Onların yapmadığı bu ayrımı maalesef onlardan sonra gelenler yapmıştır. Anlayışlarına tabi olmakla mükellef oldukları, ancak bunu yapmadıkları gibi sahabenin anlayışına müdahaleye kalkışan bir zümre, sahabe adına tafsilat yapmaya kalkışmış, ilginç taksimatlarla konuyu içinden çıkılmaz hale getirmişlerdir. Oysa sahabe bir konuda durmuş veya ilerlemişse bu ilimledir. Onlar bazılarının vehminde olduğu gibi sathi insanlar değildir. Yeryüzünün gördüğü en derin anlayış ve basiret onlardaydı. Onların kendi dönemlerinde vuku bulan riddet, kaderin inkarı, zekatı vermeme olayındaki tavırları çok nettir.

Sizlere Ömer bin Abdulaziz’in dilinden:

‘O sahabeler topluluğunun durduğu yerde dur. Çünkü onlar bilerek duruyorlardı. Terk ettiklerini de derin bir basiret ile terk ediyorlardı. Onlar terk ettiklerini neden dolayı terk ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Şayet terk ettiklerinde bir fazilet olsaydı onu yapmaya onlar daha layık idiler. Eğer onların terk ettikleri için, onlardan sonra ortaya çıktı derseniz, bunu onların yoluna ve onların sünnetine muhalefet edenlerden başkası ortaya çıkarmadı. Onlar gerektiği kadar ve yeterli miktarda konuştular, anlattılar. Onların yaptığından fazlasını yapan yolda kalır, onların altında kalan ise eksik yapmış olur. Birtakım kimseler onlardan geri kaldılar ve bu yüzden uzak düştüler. Bazıları da onları geçerek aşırılık yaptılar. Onlar ise şüphesiz bu ikisi arasında doğru bir çizgide.’ (Lum’atu’l İ’tikad)

Onlardan sonra gelen ve onlara tabi olan selefimiz kapalı kabul edilen meselelerde de farklı bir yol izlememiştir.
‘Kur’an mahluktur’
fitnesi ortaya çıktığında:
‘Kim Kur’an mahluktur derse kafirdir, ona kafir demeyen de kafirdir’
demişlerdir. Denebilir ki bu kaideyi her zaman tatbik etmediler. Doğrudur. Zaten mesele bu değildir. Mesele; selefin tafsilata gitmemesi ve insanları batıl akidelerden korumak adına net hükümler ortaya koyduklarıdır. Amel ve muamele olarak da böyle davranmışlardır. Bu fitneye düşen insanlara yaptıkları muamele, onlar hakkında soru soranlara verdikleri cevaplar hep bu cinstendir. Tafsilat zikretmemiş, onları aynı kefede değerlendirmişlerdir.

‘İşte fıkıh budur’ diye koymayalım. Allah’tan korkalım. Şerrin tümü bu ümmete selefe muhalefet edenlerden geçmiştir. Kapalı olan bu meselelerde selefin tutumu için ‘Kendi kitaplarına’

Hususen selef alimlerini onların kendinden öğrenmek yerine onlardan asırlar sonra yaşamış alimlerden öğrenmeye kalkınca işin rengi tamamen değişiyor. Çünkü alimin aktardığı doğru ancak, anladığı hatalı olabiliyor. Veya selefin tutumunu yorumlarken hatalı yorum olabiliyor. Ondan dolayı kavli, kavlin kendinden öğrenmek en doğrusu olsa gerek. Bugünlerin tartışma konusu olduğu için, özellikle bir örnek vermek istiyorum.

İbni Teymiyye
rahimehullah: ‘Dört mezhep imamı ve onların dışındaki imamların ittifakıyla namaz mesturu’l hal (Namaz veya Kelime-i Tevhid gibi İslam alametleri izhar edip onda herhangi bir küfür görülmeyen kişi.) olan her Müslümanın arkasında kılınır. Kim ‘Cuma namazını veya cemaatle namazı ancak akidesini bildiğim adamın arkasında kılarım, akidesini bilmediğimin arkasında kılmam’ derse sahabeye, selefe ve imamlara muhalefet eden bir bidatçidir.’

Bir başka yerde:

‘Bazı insanlar hevalar/bidatlar çoğaldığı zaman sadece bildiği insanların arkasında namaz kılmak ister. Bunu istihbaben yapar. İmam Ahmed’e soru sorulduğunda verdiği cevap da böyledir. Ancak Ahmed ‘halini bilmediğimin arkasında namaz olmaz’ dememiştir.’ (Fetava, 3/281)

İmam Ahmed’in ve selef imamlarının bidatların çoğaldığı zamanda namazları tanıdıkları insanların arkasında kılmaya gayret ettikleri doğrudur. Ancak bunu istihbaben mi yapmışlardır, yoksa o namazları geçersiz mi saymışlardır? Buradan sonrası İbni Teymiyye’nin rahimehullah kendi yorumudur.

İmam Ebu Ya’la
‘Tabakatu’l Hanabile’
kitabında İmam Mervezi’den rahimehullah aktarır:

‘Ahmed’e soruldu. ‘Yolda giderken ezan veya kamet sesi işitiyorum gidip namaz kılayım mı?’, İmam Ahmed: ‘Ben bu konuda rahat davranırdım. Ancak bidatler çoğalınca sadece tanıdığın insanların arkasında namaz kıl.’ ‘ (1/58)

Burada dikkat edilirse arkasında namaz kılınacak şahıs belli değildir. Yolda ezan sesi duyulan herhangi bir yer sorulmuştur. İkinci olarak İmam Ahmed
rahimehullah
ilk başlarda bu konuda rahat davrandığını ama sonradan fikrinin değiştiğini söylemiştir. Son olarak da illeti bidatlerin çoğalmasına bağlamıştır. Bunu daha iyi açıklaması için şu noktanın anlaşılması gerekir. Cehmiyye bidati ilk çıktığında, İmam Ahmed
rahimehullah
bu bidat ve ehli hakkında net bir fikre sahip değildi.
‘Kur’an mahluktur’
sözünün bidat olduğunda ittifak etseler de, bunun küfür mü yoksa dinden çıkarmayan bir bidat mi olduğunda tereddüdü vardı. Bu sebepten dolayı onların arkasında namaz kıldı ve insanlara kıldırdı.

İmam
Hallal rahimehullah ‘es-Sünne’
adlı eserinde:
‘Bize Muhammed Ali Ebu Bekr haber verdi: Yakup bin Bahtan, Ahmed bin Hanbel’e ‘Kur’an mahluk’ meselesini sordu. Ahmed: ‘Ben daha önce kafir demekten korkuyordum. Sonra Allah’ın “Sana ilim geldikten sonra seninle tartışanlar” ayetini görünce kafir demeye başladım.’ (2/231, 1879 no’lu rivayet)

Benzer bir nakli Ebu Ya’la tabakatında (1/414) yapmıştır: ‘
Ben onları bazı ayetleri görünceye dek tekfir etmezdim(…) Ancak Kur’an Allah’ın ilmidir, kim de Allah’ın ilmine yaratılmış derse kafir olur.’

rahimehullah bu bidati ve sahiplerini tekfir etmediği bir dönem vardır. Bu dönemde İmam Ahmed’den nakledilen rivayetlerle hareket etmek doğru değildir. Daha sonra bunun küfür oluşu ve yaygınlaşması neticesinde İmam Ahmed ‘sadece tanıdıkların’

Ebu Davud
rahimehullah
Mesail’inde:
‘Namazları Cehmî imamların kıldırdığı dönemde Ahmed’e Cuma namazlarını sordum. ‘Ben iade ediyorum, sen de ne zaman ‘Kur’an mahluktur’ diyen birinin arkasında kılsan namazını iade et’ dedi.’ (48)

Demek ki İmam Ahmed’in
rahimehullah
namazı kılması veya terk etmesi istihbaben değildir. Bundan dolayı da namazlarını iade etmiştir. Benzer rivayetler başka imamlardan da nakil edilmiştir.

‘İmam Malik’e kaderi inkar edenlerin arkasında namaz soruldu. Soru sorana; sana sorulursa arkasında namaz kılma dedi. Adam: ‘Cumayı da mı kılmayayım?’ diye sorunca, ‘Evet cumayı da kılma. Şayet ondan korkar ve sakınman gerekirse onunla kıl ancak öğlen namazı olarak iade et.’ ‘ (Mudevvene el-Kubra, 1/84.)

Demek selef imamları o gün namaz kılsalar dahi, bunu namazın sahih olduğuna inandıklarından değil, takiyyeden yapmış, daha sonra namazlarını iade etmişlerdir.

‘Halife Me’mun, ‘Kur’an mahluktur’ fitnesini izhar ettiği günden itibaren İmam Yahya bin Main, cuma namazlarını iade etmiştir.’ (Sünne, 1/20, 77 no’lu rivayet)

Korkudan dolayı arkalarında kıldığı cumaları

Şeyh Abdullatif bin Abdurrahman’a Cehmiyye arkasında namaz soruldu;

‘…Oğlu Abdullah’ın da naklettiği gibi İmam Ahmed cumaları ve diğer namazları onların arkasında kıldı mı iade ederdi. Mürtedlerin devleti ve gücü olduğunda Müslümanlar da aynısını yapmak durumunda kalabilir.’ (Dureru’s Seniyye, 4/408.)

Bu nakilleri yapmamın sebebi; alimlerin seleften aktardıklarıyla, yorumladıklarının birbirinden farklı olduğunu göstermek içindir. İbni Teymiyye’nin aktardığı ve birçok muasırın da yapışıp muhalifini Harici ilan ettiği icmalar, beşer olarak selefi yanlış anlamalarının neticesidir. Şayet Rafıziler gibi alimlerimizin masum olduğuna inanmıyorsak, bunda şaşılacak bir şey yoktur. Onun döneminde birçok alim selefi yanlış anlayıp batıl birçok görüşü selefe nispet ettiği gibi, İbni Teymiyye
rahimehullah
bu cüz’i meselede selefi yanlış anlamış ve onlardan aktardığı doğru nakilleri, yanlış yorumlamıştır.

Bununla beraber; acaba selef imamları yaşasa ve demokrasi, laiklik, modernistlik, hadis inkarcılığı, kabirperestlik, dinden yüz çevirme, dinle alay, putları ve tağutları ta’zim, Allah düşmanlarını dost edinme, Allah’ın sıfatlarını tevil bidatlerinin yüzde doksanlar seviyesinde yayıldığını görseydi acaba nasıl davranırdı? Burasını da sizlere bırakıyorum.

Son olarak;

Rabbim söylediklerime şahittir ki; ben gücüm nispetinde ıslah etmek istedim. Kimseyi kırmak veya hedef haline getirmek aklımdan dahi geçmedi. Kendileri için hayır dilediğim ve ayaklarının kaydığını düşündüğüm iki zümreye nasihat etmek istedim. Biri; bu fikirlere itikad eden ve bunları savunan, diğeri bunlara inanmasa da cemaatsel bağlar ağır bastığı için buna sükut eden kardeşlerim… Bu, ilk yaptığım bir şey de değildi. 2008 yılında benzer düşüncelerle safları bölenlere de aynı tepkiyi gösterdim. Sevdiğimiz insanları itikad esası üzerine sevdiğimizden değişen itikadla beraber bakışımızın da değişmesi normaldir. Hatta bir taifeye reddiyede bulunup başka bir taifeye sükut etmenin adaletle bağdaşmayacağını düşündüm. Bununla beraber benim nezdimde mesele basit bir ihtilaf değildir. Şirkleri ve cahiliye ehli oluşları bize güneşin aydınlığı gibi açık olan bir toplumun genel olarak İslam kabul edilmesi itikadî bir sapmadır. Ve muhakkak ıslah edilmesi gerekmektedir.

Rabbimden dileğim bu yazıyı bazı kardeşler için göz aydınlığı, bazısı içinse faydalı bir nasihat kılmasıdır. Bu yazıyla kardeşlerimizi rüştüne döndürmesidir. Ve bilinmesini isterim ki ben yukarda zikri geçen düşüncelerden ve bu düşünceye sahip olan insanlardan beriyim. Vakıası açık olan ve Müslümanlar tarafından bilinen toplumlar hakkında bu düşüncelerin bidat düşünceler olduğuna inanıyorum. Şüphesiz Allah subhanehu ve teâlâ her şeyin en doğrusunu bilendir.

Ebu Hanzala

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver