İSLAM’IN ZİRVESİ – 2

Allah’ın (cc) adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Önceki sayımızda İslam’ın zirvesi “cihad” kavramını ele almış ve cihadın kısımlarından olan nefis terbiyesi ve davet/tebliğ etmek suretiyle cihad etmeyi anlatmıştık. Bu sayımızda ise cihadın kısımlarından sonuncusunu, kıtal/savaş anlamındaki cihadı ele alacağız.

Kıtal: Allah Yolunda Mal ve Canla Savaş

Nübüvvetin ilk yıllarında cihad kavramı, nefis terbiyesi ve kâfirlerin İslam’a davet edilmesi anlamında kullanıldı. İlk dönemde İslam cemaati, kâfirlerin fiilî eziyetlerine karşı savaş izni isteseler de Allah (cc) savaşmaya izin vermedi. Ancak Müslimler Medine’ye hicret ettikten sonra kâfirlerle savaşa izin verildi. Artık nefis terbiyesi ve tebliğ yanında fiilî savaş da cihad kavramına dâhil edildi. Kâfirlerle savaşa izin verilmesi, dört merhalede incelenebilir:[1]

Kâfirlerin eza ve cefalarına karşı sabrın, hoşgörünün ve affetmenin emredildiği ilk yıllar:

“Emrolunduğun (tevhidi) açıkça ortaya koy ve müşriklerden yüz çevir.”[2]

“Hak kendilerine açığa çıktıktan sonra Ehl-i Kitap’tan birçoğu, benliklerinde yer etmiş kıskançlık nedeniyle sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek istediler. Allah bu konuda hükmünü verinceye dek onları affedin, onları hoş görüp (yaptıklarını) görmezden gelin. Şüphesiz Allah her şeye kadîrdir.”[3]

Cihada izin verilen, ancak cihadın emredilmediği dönem: (Hicretten hemen sonra, İslam’ın devletleştiği ilk yıllarda Allah (cc) savaşmaya izin verdi, ama savaşı emretmedi. Bu izinle beraber müminler yeni bir merhaleye geçtiklerini anladılar.)

“Kendileriyle savaşılanlara zulme uğramaları nedeniyle (savaş) izni verildi. Şüphesiz ki Allah, onlara yardım etmeye kadîrdir.”[4]

Müslimlere saldıran ve onlara karşı savaşanlara (müdafaa gayesiyle) savaşın emredildiği, savunma savaşı dönemi:

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. (Çünkü) Allah, haddi aşanları sevmez.”[5]

Kâfirlerle savaşa genel olarak izin verilen dönem:

“Müşriklerin sizlerle topluca savaştıkları gibi, siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, muttakilerle beraberdir.”[6]

Yüce Allah cihadı merhale fıkhını gözeterek, tedrici olarak farz kılmıştır. İslam’ın ilk yıllarında cihadı değil, sabrı emretmesinin birçok hikmeti vardır.[7] Bunların ilki, dürtüleriyle hareket eden Arap toplumunu sabır ahlakıyla süslemek, Allah için öfke duygusunu kontrol etmeyi öğretmektir; ki Allah Resûlü (sav) güç ve dayanıklılığın kas gücünde değil, öfkeyi yenmekte olduğunu söylemiştir.[8] Zulme uğramalarına rağmen sabırla emrolunan sahabe toplumu, Allah için öfkelerini yuta yuta asıl gücü öğrenmişlerdir. İkincisi, sabrın düşmanda uyandırdığı hayranlığı İslam daveti için vesile kılmaktır. Zira pek çok Arap, sahabenin sabrı karşısında hayrete kapılmış, intikam alacak güce ve onura sahip olmalarına rağmen sırf Allah emrediyor diye sabır göstermelerini hayret ve hayranlıkla karşılamışlardır. Üçüncüsü, bir iç savaş çıkmasın diyedir. Zira savaşa izin verilse Mekke’de her evden birinin kanı dökülecek, tam anlamıyla bir iç savaş yaşanacaktı. Akrabalık bağlarını gözetmeyi, yeryüzünü ıslah etmeyi emreden ve kaosu yasaklayan bir dinin buna mahal vermesi düşünülemezdi.

Vahyin şahitliğiyle sabittir ki İslam’ın merhale fıkhını gözetmeyip ısrarla savaş isteyenler, savaş emrine muhatap olduklarında çekingenlik göstermişlerdir. Çünkü onlar, Yüce Allah’ın emrine riayet etmenin başlı başına ruhları terbiye edip arındırdığını ve insanı cihada hazırlayan manevi bir süreç olduğunu anlamamışlardır:

“Mûsâ’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar nebilerine demişlerdi ki: ‘Bize bir komutan tayin et, (onun komutanlığında) Allah yolunda savaşalım.’ O da demişti ki: ‘Ya savaş size farz kılındıktan sonra savaşmazsanız?’ Demişlerdi ki: ‘Biz yurtlarımızdan sürülmüş ve evlatlarımızdan menedilmişken nasıl olur da Allah yolunda savaşmayız?’ Savaş onlara farz kılınınca azı hariç (savaşmaktan imtina ederek Allah’ın emrinden) yüz çevirdiler. Allah, zalimleri bilendir.”[9]

“Kendilerine, ‘(Savaştan) elinizi çekin, namazı kılın, zekâtı verin.’ denilen kimseleri görmedin mi? (Savaşın farz kılınması için ısrar ediyorlardı.) Savaş onlara farz kılınınca da onlardan bir grup Allah’tan korkar gibi veya daha şiddetli bir korkuyla insanlardan korkmaya ve ‘Rabbimiz! Niçin bize savaşı farz kıldın? Bize yakın bir zamana kadar mühlet verseydin ya!’ demeye başladılar. De ki: ‘Dünya metası azdır. Ahiret ise korkup sakınanlar için daha hayırlıdır. Ve size kıl kadar dahi zulmedilmez.’ ”[10]

El-Cihâdu fî Sebîlillah: Allah Yolunda Savaş

İslam savaşa izin vermeden önce Araplar savaş için “harb” kelimesini kullanmayı tercih ederdi. İslam şeriatı düşmanla savaşı “el-cihâdu fî sebîlillah”, yani “Allah yolunda savaş” şeklinde kavramlaştırdı. Düşmanla savaş eylemine verilen bu yeni isim; İslam’daki cihad kavramının bilinen tüm savaşlardan farklı olduğunu, İslam’ın bu kavramla çok daha farklı bir şeye işaret ettiğini gösterdi. Bu fark, savaşın gayesi ve ahkâmındaydı.

1. Savaşın Gayesi

İslam’dan önce savaş; intikam almak, üstün olmak, maddi kazanç (ganimet) veya siyasi nüfuz elde etmek gibi sebeplerle yapılırdı. İslam, cihadı çok üstün bir gayeye, Allah’a (cc) kulluk ilkesine bağladı. Artık savaş, sadece hayvani dürtülerle yapılmayacaktı. Namaz kılar gibi, oruç tutar gibi Allah’ı (cc) razı etmek gayesiyle düşmanla savaşılacaktı. İşte bu ulvi gayelerden bazıları şunlardır:

a. Şirk Düzeninin Son Bulması ve Egemenliğin Allah’a Verilmesi İçin Cihad Etmek

“Fitne/şirk sonlanıncaya ve din/otorite Allah’a ait oluncaya dek onlarla savaşın. Yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.”[11]

Ebû Mûsâ El-Eş’arî’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Birisi Nebi’ye (sav) gelerek şöyle bir soru yöneltti: ‘Bir adam ganimet elde etmek için, diğeri nam salmak için, bir başkası da ne kadar cesur olduğunu göstermek için savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?’ Allah Resûlü (sav) ona şöyle cevap verdi: ‘Kim Allah’ın kelimesi en üstün olsun diye savaşıyorsa o, Allah yolundadır.’ ”[12]

İslam ümmeti savaşırken Allah (cc) için savaşır, O’nun (cc) dinini yüceltmek için mücadele eder. Basit kan davaları, kişisel hesaplar, kabile kaprisleri için harekete geçmez. Kendisi için yaratıldığı gaye uğruna savaşır, yeryüzü gönüllü olarak Allah’a kul olsun diye çaba gösterir. İran ordusunun komutanı Rüstem, sahabi Rib’î ibni Âmir’e (ra), “Sizi yurdunuzdan çıkarıp bu topraklara getiren nedir?” sorusunu sorduğunda -Rüstem’in şahsında tüm insanlığa söylenen- şu sözleri duymuştur:

“Allah (cc) kullarını; kullara kulluktan çıkarıp yalnızca kendine kul yapmak, dünyanın darlık ve perişanlığından çıkarıp rahat bir hayata kavuşturmak, batıl din ve inanışların zulüm ve kötülüklerinden kurtarıp İslam’ın adaletine ulaştırmak için bizleri buraya gönderdi. Allah bizleri, hak dinini insanlara iletmekle görevlendirmiştir ki halkı davet edelim. Kim bu daveti kabul edecek olursa biz de ondan razı ve memnun olur, geldiğimiz yere döneriz. Lakin reddedecek olursa Allah’ın bize vadettiği mükâfatı elde edinceye kadar savaşırız.”[13]

b. Zulmü Sonlandırmak İçin Cihad Etmek

“Kendileriyle savaşılanlara zulme uğramaları nedeniyle (savaş) izni verildi. Şüphesiz ki Allah, onlara yardım etmeye kadîrdir.”[14]

“Mustazaf erkekler, kadınlar ve çocuklar, ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu beldeden çıkar. Bize kendi yanından bir dost kıl. Bize kendi yanından bir yardımcı kıl.’ (diye yardım istedikleri hâlde) size ne oluyor da Allah yolunda savaşmıyorsunuz?”[15]

İslam ümmeti adil ve şahit bir ümmettir. Zira Allah (cc) zulmü kendi nefsine haram kılmış, kullarının birbirlerine zulmetmesini de yasaklamıştır.[16] Zulmün yasaklanması, İslam’ın en tekitli yasaklarından biridir. İslam ümmeti zulümden, zalimlere meyletmekten, zulme sessiz kalmaktan menedilmiş; zulmün ve zalimin her çeşidiyle mücadele etmekle emrolunmuşlardır:

“Sakın zulmedenlere/zalimlere meyletmeyin! Yoksa size ateş dokunur. Allah’ın dışında dostlarınız olmaz, sonra yardım da olunmazsınız.”[17]

c. Bozgunculuğu Önlemek İçin Cihad Etmek

“Şayet Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile (tarih sahnesinden silip) savmasaydı, yeryüzünde düzensizlik/kaos/bozgun olurdu. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf ve ihsan sahibidir.”[18]

İnsanın en büyük zaaflarından biri güç zehirlenmesi, Allah’ın (cc) bir imtihan olarak bahşettiği güçle yeryüzünde bozgunculuk yapmasıdır. Güç zehirlenmesi yaşayan toplumları durduracak tek şey, ilkeli ve Rabbani güçtür. Cihadın meşru kılınma nedenlerinden biri de yeryüzünde bozgunculuk yapan, güç zehirlenmesi yaşamış zorbaları engellemek, mustazaf ve mazlum toplumları onların şerlerinden muhafaza etmektir.

d. Mabetleri Korumak İçin Cihad Etmek

“Onlar ki; yalnızca, ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için, haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah, insanların bazısını diğer bir kısmıyla savıp (yeryüzünde bozgunculuk yapmalarına engel olmasaydı) şüphesiz ki manastırlar, kiliseler, havralar, içinde Allah’ın adının çokça anıldığı mescidler yıkılırdı. Elbette Allah, kendisine yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz ki Allah, (güç ve kuvvet sahibi olan) Kaviy, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz’dir.”[19]

Allah (cc) cihad ile insanlardan bir kısmını defeder. Şayet Allah’ın (cc), toplumları birbirinin eliyle savması olmasaydı ibadete tahsis edilen mabedler her dönemde yıkılırdı. Cihad; mabetler korunsun, gücü eline geçirenlerin elinde oyuncak olmasın diye meşru kılınmıştır. Cihadın bu gayesi düşünüldüğünde şu soruya cevap vermek gerekir: İçerisinde Allah’a (cc) şirk koşulan kilise, manastır ve havralar; Allah’ın (cc) razı olmadığı yerlerdir. Neden Allah (cc) buraların korunmasını istesin? İbni Kayyim (rh) bu soruya şöyle cevap verir:

“İslam’dan sonra -her ne kadar rızası olmasa da- o mabedlere müsaade etmiştir. Nitekim oralarda ibadet eden gayr-ı Müslimlere de -kızıyor olsa da- müsaade etmiş ve onları Müslümanlar vasıtasıyla savunmuştur. Hoşnut olmadığı hâlde onların mabedlerini de aynı şekilde Müslümanlar vasıtasıyla korur. Allah Teala, onların mabetlerinin korunmasını hem ezelde yaratıcı iradesiyle takdir etmiş, hem de bunu hoşnut olduğu dinî bir gereklilik saymıştır. O mabedlerden hoşnut değildir ama onların savunulmasından hoşnuttur. Nitekim o mabedlerde tapınan gayr-ı Müslimlerden hoşnut değildir, ama onların savunulmasından hoşnuttur. Allah’ın izniyle tercih edilen görüş budur. Ayet hakkında İbni Abbas’ın görüşü de bu istikamettedir.”[20]

Hâliyle Müslimlerin cihadı, yalnızca İslam ümmetini korumaya yönelik bir mücadele değildir. Onlar hem kendilerinin hem de başkalarının can, mal ve din emniyetini sağlamak, bozgunculuğun her türlüsünü nefyetmek için mücadele verirler.

e. Kâfirlere Korku Salmak İçin Cihad Etmek

“Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve (cihad için tahsis edilmiş) besili atlar hazırlayın. Onunla Allah düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve sizin bilmediğiniz Allah’ın bildiği (gizli düşmanlarınızı) korkutursunuz. Allah yolunda infak ettiğiniz her ne varsa, size eksiksiz ödenir ve siz zulme de uğramazsınız.”[21]

Kâfirler sınıf sınıftır. Kimisi kendi hâlindedir, müstekbirler tarafından aldatılmıştır ve yalnızca yaşam mücadelesi verir. Kimisi haddini aşıp tağutlaşır, insanları Allah’a kulluk etmekten alıkoyar. Onları siyasi, dinî ve ekonomik yönden sömürür. İkinci sınıfın anladığı tek dil güç, onları dizginleyecek tek duygu korkudur. Allah (cc) böylesi kâfirlerin korkup ürkmesi için cihadı meşru kılmıştır.

Yeryüzünde bazı kötülüklerin önlenmesi ve bazı hayırların önünün açılması, güç ve kuvvetle mümkündür. Seyyid Kutub şöyle der:

“Yeryüzünde insan türünün özgürlüğünü gerçekleştirmek için İslam’ın kuvvet bulundurması kaçınılmazdır. Bu kuvvetin davet açısından yerine getirdiği ilk görev, İslam inancını benimsemek isteyenlerin hiçbir engelle karşılaşmadan bu inancı seçmelerini, aynı şekilde bu inancı benimsedikten sonra dinlerinden döndürme girişimlerine uğratılmamalarıdır. İkinci görev, bu dinin düşmanlarını bu kuvvet tarafından korunan İslam yurduna saldırmayı düşünmekten caydırmaktır. Üçüncü görev, bu düşmanların bütün yeryüzünde tüm insanları özgürlüklerine kavuşturmak için hareket eden İslam’ın yayılmasının karşısına dikilmekten korkmalarını sağlamaktır. Dördüncü görev, bu kuvvetin yeryüzünde kendisine ilahlık sıfatını yakıştıran, insanları kendi yasaları ve otoriteleriyle yöneten, ilahlığın tek başına Allah’a ait olması gerektiğini, dolayısıyla hâkimiyetin sadece O’na ait olması gerektiğini kabul etmeyen tüm maddi güçleri yerle bir etmesidir.”[22]

f. Pis ile Temizin, Sadıklar ile Yalancıların Ayrılması İçin Cihad Etmek

“Allah sizin aranızdan cihad edenleri ve sabredenleri açığa çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?”[23]

“Allah pis ile temizi birbirinden ayırmadan, siz müminleri bulunduğunuz hâl üzere öylece bırakacak değildir.”[24]

Yüce Allah’ın cihadı teşri kılmasındaki hikmetlerden bir diğeri pis ile temizin, sadık ile yalancının birbirinden ayrılmasıdır. Zira cihad nefislerin hoşlanmadığı, meşakkatli bir ibadettir.[25] Cihad sancağı kaldırıldığında sadıklar ile yalancılar, canını ve malını cennet karşılığında Allah’a satanlar ile bu kârlı ticaretten geri duranlar ayrışırlar. Diğer tüm imtihanlar gibi cihad imtihanının gayesi de safları arındırmaktır.

2. Savaşın Ahkâmı

“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. (Çünkü) Allah, haddi aşanları sevmez.”[26]

İslam öncesi Araplarda savaş; her şeyi mübah kılan ilkesiz, merhametsiz bir süreçti. Allah (cc) müminlerin savaşını müşriklerin savaşından ayırdı, savaşta dahi olsa haddi aşmayı yasakladı. Haddi aşmak, İslam’ın savaş yasaklarının tümüne verilen isimdir. Kur’ân-ı Kerim haddi aşmaya, saldırıya uğramadığı hâlde “haram beldede ve haram aylarda savaşmayı” örnek verdi.

“Onları bulduğunuz yerde öldürün. Sizi (yurtlarınızdan) çıkardıkları gibi onları yurtlarından çıkarın. Fitne/şirk öldürmekten daha beterdir. Sizinle orada savaşmadıkları sürece Mescid-i Haram’ın yanında onlarla savaşmayın. Şayet sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kâfirlerin cezası işte böyledir… Haram ay, haram aya karşılıktır. (Gözetilmesi gereken) hürmetler/haklar/dokunulmazlıklar da karşılıklıdır. Kim size karşı haddini aşar saldırırsa, siz de ona saldırarak misliyle karşılık verin. Allah’tan korkup sakının. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.”[27]

Allah Resûlü (sav) savaşta haddi aşmaya başka yasaklar ekledi. İbni Kesîr (rh) haddi aşmayı ve Nebi’nin yasaklarını şöyle açıklar:

“ ‘Allah yolunda savaşın, ancak bu hususta sınırları aşmayın.’ ayetindeki sınırlara riayet etmemek, yasak fiilleri işlemek anlamına gelir. Hasan El-Basrî’nin söylediği gibi, bu yasaklar arasında düşmana işkence yapmak, ganimetten çalıp zimmete geçirmek; kadınları, çocukları, savaşa katılmayan yaşlıları, keşişleri ve inzivaya çekilmiş kişileri öldürmek; ağaçları yakmak ve herhangi bir fayda olmaksızın hayvanları öldürmek yer alır. Bu hususta İbni Abbâs, Ömer ibni Abdülaziz, Mukâtil ibni Heyyân ve diğer âlimler de aynı görüşü dile getirmiştir. Bu yüzden Sahih-i Müslim’de Bureyde’den rivayet edildiğine göre, Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur: ‘Allah yolunda savaşın, Allah’ı inkâr edenlerle savaşın. Savaşın; ancak ganimetten çalmayın, hainlik yapmayın, işkence etmeyin, çocukları ve inzivaya çekilmiş kişileri öldürmeyin.’ Yine İmam Ahmed’in Müsned’inde İbni Abbâs’tan rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) ordularını sefere gönderirken şöyle buyururdu: ‘Allah’ın adıyla yola çıkın. Allah yolunda, O’nu inkâr edenlerle savaşın. Hainlik yapmayın, ganimetten çalmayın, müsle (ölünün etini koparmak) yapmayın, çocukları ve inzivaya çekilmiş kişileri öldürmeyin.’ ”[28]

İslam Ümmeti Mücahid Bir Ümmettir

İslam ümmeti canını ve malını Allah yolunda infak eden bir ümmettir. Onlar için en değerli şey, Rabblerinin rızasıdır. O’nun uğruna, sahip oldukları en değerli şeyi, canlarını ve mallarını feda ederler:

“Şüphesiz ki Allah, cennet karşılığında müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.”[29]

İslam’da en faziletli amel, Allah yolunda cihaddır. Bu nedenle hiçbir amel Allah yolunda cihada denk değildir:

“İman eden, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla savaşan kimseler, Allah katında en büyük dereceye sahiplerdir. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Rabbleri onları kendinden bir rahmet, rıza ve içinde onlar için sürekli nimetlerin olduğu cennetlerle müjdeler.”[30]

Ebû Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Bir adam Allah Resûlü’ne (sav) geldi ve ‘Bana cihada denk bir amel öğret.’ dedi. Nebi de (sav), ‘Böyle bir amel bulamıyorum.’ diye cevap verdi ve ekledi: ‘Mücahid savaş meydanındayken sen mescide girip aralıksız namaz kılabilir, oruç tutabilir ve hiç orucunu bozmamayı başarabilir misin?’ Adam, ‘Bunu kim başarabilir ki?’ dedi. (Ebû Hureyre şöyle dedi:) Mücahid, uzun bir ipe bağlı olarak otlamak için dolaşan atının ayak seslerinden bile mükâfat alır.”[31]

Ümmeti ümmet yapan temel kavramlardan biri, Allah yolunda cihaddır. Bu nedenle Allah Resûlü (sav) cihad ruhunu canlı tutmuş, her müminin gönlünde cihad arzusunun canlı kalmasını istemiştir.

Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Cihad etmeden, içinde cihad etme arzu ve niyeti de taşımadan ölen kimse, münafıklıktan bir şube üzere ölmüş olur.”[32]

İbnu Amr’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Birisi bir hastayı ziyaret ettiği zaman şöyle desin: ‘Allah’ım, bu kuluna şifa ver; senin için bir düşmana zarar versin/bir düşmandan intikam alsın ya da senin için namaza gitsin.’ ”[33]

Allah Resûlü’nün (sav) hastalanan Müslim için öğrettiği dua, önemli bir hakikate işaret eder. Müslim, hastalandığında dahi Allah yolunda mücadele hayali kuracak, Allah düşmanlarına zarar vermek isteyecektir. Hastayken ona yapılan bu dua aynı zamanda ona bir hedef belirlemek, onu yönlendirmektir.

Allah Resûlü (sav), Rabbinin değişmez yasalarını en iyi bilen kişidir. Cihadı terk edip dünyaya meyleden ümmetlerin başına ne geldiğini bilen odur. Bu nedenle hasta yataklarında dahi cihad şuurunu ümmetine aşılamaya devam etmiştir.

Cihadı terk etmenin değişmez iki cezası vardır. İlki tebdil sünnetine uğramak, yani Yüce Allah’ın bir ümmeti silmesi ve onların yerine başkalarını ikame etmesidir:

“Şayet (çağrıldığınız hâlde) savaşa çıkmazsanız, size can yakıcı bir azapla azap eder, sizin yerinize yeni bir topluluk getirir ve siz O’na hiçbir zarar da veremezsiniz. Allah, her şeye güç yetirendir.”[34]

İkincisi ise zillettir. Cihadı terk eden ümmetler zelil olmaya mahkûmdur.

İbni Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“I’yne yoluyla alışveriş yaptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapıştığınız, tarımı seçtiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size öyle bir zillet musallat eder ki dininize dönünceye kadar onu üzerinizden atamazsınız.”[35]

Cihad Kavramına Dair Yanlış Yaklaşımlar

İslam ümmetini ümmet yapan kavramlardan biri cihaddır, dedik. İnsî ve cinnî şeytanlar ümmetin altını oymak için cihad kavramını tahrif etmiş, vahyin inşa ettiği bu kavramın içini boşaltmışlardır. Kavramı tahrife yönelik bu yaklaşımları şöyle özetleyebiliriz:

İlki indirgemeci yaklaşımdır. Cihad, İslami bir kavramdır. Tüm İslami kavramlar gibi bu kavramın içi de vahye uygun şekilde doldurulmalıdır. Ne yazık ki günümüzde kimisi cihadı nefis cihadına, kimisi kıtale, kimisi de davete indirgemektedir. Bu da İslam ümmeti içinde gerginliğe sebep olmakta, Allah için mücadele eden insanlar/topluluklar birbirlerini cihad etmemekle suçlamaktadır.

Bir diğer yanlış yaklaşım, cihadın teşri kılınmasındaki merhale fıkhının gözetilmemesi, (beldelerin işgal edilmesi gibi zorunluluk durumları dışında) İslami bir yönetim/devlet olmadan kıtale kalkışmaktır. Müslimleri koruyup kollayan bir devlet olmadığından cihadla/kıtalle umulan her neyse onun zıddı vuku bulmakta, telafisi mümkün olmayan hatalar yaşanmaktadır. Şu unutulmamalıdır ki cihad, bir ibadettir. Tüm ibadetler için geçerli olan yasa onun için de geçerlidir. Bir ibadetin kabulü için ihlas ve sünnete ittiba şarttır. Cihad ibadeti Allah Resûlü’nün (sav) merhale fıkhı gözetilmeden hayata geçirildiğinde sünnete ittiba şartını kaybedecek, sünnete muhalefetin cezası olan “fitne ve can yakıcı azap”, bu ameli kuşatacaktır.[36]

Bu yanlışlardan bir diğeri de kâfirlerin ve özellikle müsteşriklerin, cihadı sadece savaş olarak, hem de kan dökücülük istilâ/işgal, vahşilik ve barbarlık gibi İslam’ın savaş anlayışında olmayan özelliklerle tanımlamasıdır. Dinin kılıçla yayıldığı algısı da bu yanlış mantığın empozesidir. Kur’ân’daki cihadla ilgili emirleri hep bu mantıkla çarpıtmışlar ve dinin temel esaslarından birinin devamlı savaş olduğunu iddia etmişlerdir.[37]

Bir diğeri, yukarıdaki maddenin tam zıddı, oryantalistlerin ithamına cevap vermeye çalışan karşı uçtur. Bu savunmacı anlayışa göre İslam sadece barış ve iyilik, merhamet ve hoşgörü dinidir. Hakikatler yalnızca güzel söz ve tatlı dille anlatılmalıdır. Bu anlayış, Hristiyan misyonerlere özenen, onların yerli versiyonlarını öne çıkaran bir yaklaşımdır. Propaganda yapar gibi “resmî din görevlileri” tarafından ve de devletin uygun gördüğü yerlerde, onun belirlediği kurallar içerisinde dinin anlatılmasını isteyenlerdir. Bırakın mücahid kimliğini, davetçi/tebliğci kimliği bile bu anlayışta doğru değildir; hatta propaganda şeklinde bile din anlatılmamalı, kişilere empoze etmeden, dolaylı bir yaklaşım üzerinden dinin güzelliklerini saymakla yetinilmelidir. Bu yaklaşıma göre cihad da bu demektir.[38]

Bir diğer yanlış şudur: Bugün cihad/savaş devri geçmiştir. Cihad eskidendi, şimdiki dünyada cihadın yeri yoktur. Çok toplumlu, farklı din ve kültürden insanlarla her konuda uzlaşarak birbirimize karışmadan özgürce yaşamayı sürdürmeliyiz. Herkesin doğrusu kendisinedir. Bırakın başkalarının görüşüne müdahele etmeyi, hiçbir surette kendi görüşlerini empoze etmeyi dahi düşünmemelidir, bu konulara karışmamalıdır. Bu anlayışa göre cihad taraftarlığı irticadır, bağnazlıktır ve yobazlıktır; çağa ve çağdaşlığa uymaz.[39]

Bir diğer yanlış, kâfirlere karşı verilen cihadın küçümsenmesi; nefisle cihadın, kâfirlere karşı verilen cihaddan üstün olduğuna inanılmasıdır. Maalesef bu yanlış, hadis olduğu sanılan bir söze dayanmaktadır. Senedi ve metni pek çok sorun barındıran rivayet şudur:

“Cabir b. Abdullah’tan şöyle rivayet edilmiştir: ‘Peygamber’in yanına cihaddan dönen bir grup geldi. Peygamber onlara, ‘Küçük cihaddan büyük cihada hoş geldiniz.’ deyince, ‘Büyük cihad nedir ya Resûlallah?’ dediler. Peygamber de, ‘Kulun nefsiyle mücadelesidir.’ buyurdu.’

Bu hadis, Beyhakî tarafından İsa ibni İbrahim yoluyla merfu şekilde Ez-Zuhdu’l Kebîr adlı eserinde nakledilmiştir. Beyhakî hadisi naklettikten sonra isnadının zayıf olduğunu söylemiştir.[40] Hadis aynı zamanda Hatip El-Bağdadî tarafından da merfu’ şekilde rivayet edilmiştir.[41] İbni Hacer El-Eskalânî, Tesdîdu’l Kavs adlı eserinde şöyle demiştir: ‘Bu hadis dillerde meşhurdur. İbrahim b. Able’nin Nesâi tarafından aktarılan söylemidir.’[42] Rivayetinde İsa b. İbrahim, Yahya b. Ya’lâ ve Leys b. Ebî Selîm yer almaktadır. Üçü de zayıftırlar.[43] Münâvî de şöyle der: ‘Süyutî bu hadisi merfu olarak bilmediğini söylemiştir. Süyûtî gibi bir alimin bunu bilmemesi ilginçtir. Nitekim ed-Deylemi, Müsnedü’l-firdevs adlı eserinde, Hatip Bağdâdî de bu hadisi Cabir’in lafzıyla ‘Küçük cihattan büyük cihada döndünüz. Nefis ve arzularla mücadele cihadı.’ şeklinde merfu olarak nakletmiştir.’[44]

İbn Teymiyye gibi bazı âlimler de hadisi aslı olmayan bir söylem olarak nitelemişlerdir. İbn Teymiyye konu hakkında şöyle demiştir:

‘Bazı kişilerce Peygamber’in Tebük seferi dönüşünde söylediği iddia edilen ‘Küçük cihaddan büyük cihada döndük’ hadisinin aslı yoktur ve hadis alanında uzman kişilerce rivayet edilmemiştir. Kâfirlerle cihad ibadetlerin en yücesidir. İnsanı Allah’a yaklaştıran en büyük ibadettir.’[45]

Hadisin senedindeki zayıflığın ötesinde ifadelerinin barındırdığı anlam da tehlikelidir. Zira bu ifadelerde düşmanla savaşmayı küçümseme ve basit görme gibi bir ima vardır. Hâlbuki Kur’ân ve sahih sünnet bunun aksini ifade etmekte ve Allah yolunda kâfirlere karşı cihadın kulluğun zirvesi olduğunu şüpheye mahal bırakmayacak şekilde açıkça ilan etmektedir. 

Ebû Zer Gıfarî’den rivayet edildiği üzere şöyle demiştir: Peygambere hangi amelin Allah katında üstün olduğunu sordum o da şöyle dedi: ‘Allah’a iman etmek ve onun yolunda savaşmak.’[46] İbn Hacer bu hadisi şerh ederken şöyle demiştir: ‘Bu hadisten de anlaşıldığı üzere imandan sonra en üstün amel cihattır.’[47] Peygamber başka bir meşhur hadisinde de şöyle demiştir: ‘İslam dininin başı iman, sütunları namaz, zirvesi ise Allah yolunda cihattır.’[48]

Peygamber bu hadisinde cihadın amellerin zirvesi olduğunu belirtmiştir. Bunun nedeni de İslam’daki ibadetlerin cihada bağlı olmasıdır. Zira cihadın olmaması halinde diğer ibadetlerin kâfirlerce engellenmesi ve ortadan kalkması mümkündür.

Ayrıca hiçbir şeyin cihadın dengi olmayacağını ifade eden ve cihadın İslam’daki konumunu gösteren şu ifadeler de sahih rivayetlerle nakledilmiştir: Ebû Hüreyre şöyle demiştir: ‘Allah yolunda cihada denk gelen amel nedir?’ ya Resûlallah diye sorulunca şöyle demiştir: ‘Ona denk bir şeye güç yetiremezsiniz.’ Soru iki defa tekrarlanmasına rağmen her seferinde aynı cevabı vermiştir. Üçüncü defa sorulduğunda da şöyle demiştir: ‘Allah yolunda cihat eden mücahidin savaştan eve dönene kadarki durumu hiçbir namaz ve orucu kaçırmayan, gündüz oruç tutan, gece namaz kılan ve Allah’ın ayetlerini okuyan kişinin durumu gibidir. Buna hanginiz güç yetirebilir ki?’[49]

Bu hadis, bazılarının nefisle mücadeleyi ‘büyük cihat’ düşmanla savaşmayı da ‘küçük cihat’ olarak isimlendirme iddialarını ortadan kaldırmakta ve İslam’da cihadın nefisle mücadeleden üstün olduğunu göstermektedir. Zira insanlardan inzivaya çekilip nefis mücadelesi yapmak için izin isteyen adama Peygamber tarafından izin verilmemiştir.

Ayrıca nefisle mücadele hadisi sahih olsa bile nefisle mücadelenin kâfirlerin saldırılarına ve İslam onurunun korunmasına engel olmadığı gibi, nefisle mücadele ederken cihadın terk edilmesi gerektiği gibi hatalı bir anlayışın hadisten çıkarılamayacağını belirtmek gerekir. Nefisle mücadeleden kasıt nefsin bütün eylemlerinde Allah rızasına uygun hale getirilmesidir. Bu eylemlerinden biri de cihattır. Zira cihat insanı ölüme diğer amellerden daha çok yakınlaştırır. İnsan fıtratı gereği genel olarak güvende olmayı ve yaşamayı sever, ölümden ise korkar. Bu nedenle de cihadı benimseyen mümin, özellikle de etrafta insanı cihattan alıkoyan birçok etken varken nefsiyle mücadele etmelidir. Silahlı mücadele kolay bir iş değildir. Bu nedenle de nefisle güçlü bir mücadele gerektirir…”[50]

Siz bu yazıyı okuduğunuzda Allah’ın izniyle Ramazan’a erişmiş olacağız. Rabbim (cc), Ramazan’da yaptığınız amelleri kabul etsin. Sizleri arınmış olarak bu aydan çıkarsın. Bayramınız mübarek olsun.


[1] bk. El-Cihâdu fi’l İslâm, Abdusselam ibni Sâlim ibni Recâ’ Es-Suheymî, s. 17 vd.

[2] 15/Hicr, 94

[3] 2/Bakara, 109

[4] 22/Hac, 39

[5] 2/Bakara, 190

[6] bk. 9/Tevbe, 36

[7] bk. Fî Zılâl-il Kur’ân, 1/383 vd. Bakara Suresi, 190. ayetin tefsiri

[8] Ebû Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir: “Allah Resûlü (sav), ‘Asıl güçlü, güreşte güçlü olan değildir.’ buyurdu. Sahabiler, ‘Peki kimdir?’ diye sordular. Allah Resûlü (sav), ‘Öfke ânında kendisine hâkim olabilendir.’ buyurdu.” (Müslim, 2609)

[9] 2/Bakara, 246

[10] 4/Nisâ, 77

[11] 2/Bakara, 193

[12] Buhari, 123; Müslim, 1904

[13] El-Bidâye ve’n Nihâye, 9/621

[14] 22/Hac, 39

[15] 4/Nisâ, 75

[16] bk. Müslim, 2577

[17] 11/Hûd, 113

[18] bk. 2/Bakara, 251

[19] 22/Hac, 40

[20] Bedâiu’t Tefsîr, 3/92, Hacc Suresi, 40. ayetin tefsiri

               Bu soruya farklı cevaplar veren âlimler de olmuştur. Örneğin İbni Teymiye (rh) şirk ehlinin bu mabedleri yıkması ile Müslimlerin yıkmasını ayırmıştır: “Şirk ehli bu mabedleri Allah’a (cc) kulluktan rahatsız oldukları için yıkacak, yerine daha şerli yerler inşa edecektir. Müslimler bu mabetlerin yerine daha hayırlı mabetler inşa edecekleri için bu ayetin kapsamına dâhil olmazlar.” (İbn Teymiye Tefsîri, 6/436, Hacc Suresi, 40. ayetin tefsiri)

               Bazı âlimler de var olan mabedlerin yıkılmaması gerektiğini, ancak yeni mabed yapımına izin verilmemesi gerektiği şeklinde cevap vermişlerdir. (bk. Tefsîru’l KurtubÎ, 12/114, Hacc Suresi, 40. ayetin tefsiri)

[21] 8/Enfâl, 60

[22] Fî Zılâl-il Kur’ân, 7/68, Enfâl Suresi, 60. ayetin tefsiri

[23] 3/Âl-i İmrân, 142

[24] bk. 3/Âl-i İmrân, 179

[25] “Hoşlanmadığınız hâlde savaş size farz kılındı. (Olur ki) hoşunuza gitmeyenler sizin için hayır, hoşunuza gidenlerse sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2/Bakara, 216)

[26] 2/Bakara, 190

[27] 2/Bakara, 191-194

[28] Tefsîru İbni Kesîr, Dâru’l Kutubi’l İlmiyye, 1/387

[29] 9/Tevbe, 111

[30] 9/Tevbe, 20-21

[31] Buhari, 2785; Müslim, 1878

[32] Müslim, 1910

[33] Ebu Davud, 3107; Ahmed, 6600

[34] 9/Tevbe, 39

[35] Ahmed, 5007; Ebu Davud, 3462

[36] “Onun emrine muhalefet edenler başlarına bir fitnenin ya da can yakıcı azabın gelmesinden sakınsınlar.” (bk. 24/Nûr, 63)

[37] Ansiklopedik Kur’an Kavramları ve Güncel Yansımaları, 2/259, Cihad Kavramı

[38] age. 2/259

[39] age. 2/259

[40] el-Beyhekî, ez-Zühdü’l-kebîr, 3. BS., thk., Amir Ahmed Haydar, Beyrut: Müessesetü’l-kutubi’s-sikâfiyye, 1996, s. 165, 373

[41] Hatib el-Bağdâdî, Târîhu bağdâd, 15/685

[42] Ismail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşfu’l-hafâ ve muzîlü’l-ilbâs, 1-2, thk., Abdülhamîd b. Ahmed b. Yûsuf b. Hendâvî, Beyrut: el-Mektebetü’l-asriyye, 2000, 1486, 1362; Molla Ali el-Kârî, el-Esrâru’l-merfûa fi’l-ahbâri’l-mevdûa, thk., Muhammed es-Sebbâğ, Beyrut: Dâru’l-emâne, 1/6, 211

[43] el-Munâvî, el-Fethu’s-semâvî bi tahrîci ehâdîsi’l-Kâdî Beyzâvî, 1-3, thk., Ahmed Muctebâ, Riyâd: Dâru’l-âsime, ts., 2/851, 728

[44] el-Munâvî, el-Fethu’s-semâvî, 2/514, 393

[45] İbn Teymiyye, el-Furkân beyne evliyâi’r-rahmân ve evliyâi’ş-şeytân, thk., Abdülkâdir el-Arnâut, Dımaşk: dâru’l-beyân, 1985: s. 44-45

[46] Buhârî, Kitâbu’l-itk, 2518

[47] el-Askalânî, Fethü’l-bârî, 5/149

[48] Ahmed b. Hanbel, Müsnedu Ahmed, 22016; et-Tirmizî, “Kitâbu ebvâbi’l-imân”, 2616. Tirmizî hadisin hasen ve sahih olduğunu belirtmiştir.

[49] Müslim, Kitâbu’l-cihâd, 1878

[50] bk. Günümüzde Cihad Hadislerinin Anlaşılması, Abdulbaset İbrahimoğlu (Doktora Tezi), s. 198-202 özetle

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver