Allah’ın adıyla,
Hamd, kendisinden başka bir ilahın bulunmadığı Allah’a (cc); salât ve selam, Muhammed Mustafa’ya (sav), onun temiz Ehl-i Beyt’ine ve sadık ashabına olsun.
İslami bir söylemi, beşerî söylemlerden ayıran şey nedir?
Yeryüzüne hükmetme yarışında olan şu insanlar arasında, biz Müslimleri ayıran ve müstesna kılan unsur nedir?
Islah ve değişim talebimiz kulluğumuzun bir parçası mı, yoksa politik bir söylem mi?
Cahiliyenin amansız saldırıları karşısında sağlam korunaklarımız var mı?
Malumunuz, cahiliye, asrımızda sadece siyasi anlamda var olmuyor ve saldırdığı en can alıcı nokta bu da değil. Bilakis onun varlığının, hayatlarımıza yansıyan en tehlikeli kısmı, ruh dünyamıza yapmış olduğu saldırılardır. Bunu sosyal çevremizde canlı bir şekilde müşahede ediyor, her yönden gelen saldırılara karşı sığınacak bir liman arıyoruz.
Ya da şöyle söyleyelim: O limanı gerçekten arıyor muyuz?
Bu yazımızda, Allah’ın yardımıyla, mezkûr sorulara yanıt vermeye çalışacağız.
İmamımız ve atamız İbrâhîm’i (as) merkeze alarak şunları söyleyebiliriz:
İlk Adım: Dert Sahibi Olmak
“Şüphesiz ki İbrahim, (çokça ‘ah’ çeken, dertli, duygulu) ince kalpli ve yumuşak huylu biriydi.”[1]
Bazıları, ruh dünyamızı saldırılara karşı korumak derken riyazet ehli olmayı kastettiğimizi düşünüyor olabilir, fakat bu, vahye çok dar bir pencereden bakmanın sonucu olup onu tedebbür edememekten kaynaklanır. Evvela maneviyatın yeri kalptir ve kalbin amelleri çeşit çeşittir, aslolan bunlar arasından neyle başlayacağımızı bilmek ve yavaş yavaş bu yolda gelişim göstermektir. Peki, kalbin ilk ameli nedir?
İbrâhîm’in (as) milletinden olanlar bilirler ki hiç şüphesiz, derttir. Bu din için dertlenmeyen birinin mescidden mescide koşmasının, dağlarda dolaşmasının veya çöl kumlarında ayak izinin olmasının hiçbir önemi yoktur. (Eğer bu dini savunmak için Ashab-ı Kehf gibi, bir mağaraya çekilmek zorunda kalırlarsa veya Muhammed (sav) gibi Medine yollarında ayakları çöl kumlarına bulanırsa o başka. Burada eleştirilen nokta dinde olmayan ruhbanlığı dine sokan, sonra da bunu dinin özüymüş gibi yorumlayan çarpık anlayıştır. Din için yapılan mücadele her vakıada özel olarak değerlendirilmedir; yoksa zannım o ki hiçbir mümin, şehrin sokaklarında egzoz dumanı koklamaktan haz duymuyor ve manevi gelişimi için bunu tercih etmeyi düşünmüyordur. Fakat bugün, işte bu dert bizi İslam mescidlerine doğru koşturuyorsa bilmeliyiz ki arınma ve mücadele burada ikiz kardeştir.) Hatta şöyle de diyebiliriz: Derdi olmayanın hiçbir şeyi yoktur; çünkü bu dert, düşman oklarından nasibini almış yaralı bir dinin derdidir.
Kalbimizi şöyle bir yokladığımızda yüzümüze çarpacak hususlardan ilki, gerçek manada bu din için dertlenemeyişimizdir. Bu dert bizim mücadele yoluna girmemiz için atmamız gereken ilk adımdır. Evet, biz ona dert deriz; fakat ölü kalbe şifa olan ilaç, yine bu derttir… Alelade bir dert değildir bu; bilakis asildir, bizimle Rabbimiz arasındadır, özeldir, biriciktir. Bu mübarek dert, alışılmışın aksine insanı miskinleştirmez; ona canlılık, aksiyon, adanmışlık katar. Şirke, zulme ve sömürüye karşı sahibini biler…
Yoksa o ince kalpli, yumuşak huylu İbrâhîm (as); putları parçalarken ve Allah’ın dışında birtakım uydurma ilahlar edinenlere karşı, “Sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık baş göstermiştir, tâ ki siz bir olan Allah’a iman edinceye kadar!” derken melankolik bir derde tutulmuş değildi.
Allah’ın Dini İçin Mücadele Alanı
Bu din için dertlenme kısmından bir sonraki aşama ise karanlıklar içinde nereye gideceğini bilmeyen bir kavmin ortasına düşen bizlerin, bu karanlıktan payını almaması için yapacaklarıdır. Öyleyse bize sönmeyen bir nur lazımdır.
Bu nurun kaynağı nedir, ne yaparsak bu kaynakla aramızda kopmaz bir bağ bulunur? Gelin, bu soruların cevaplarını bizzat kendisi nur olan Kitabımızdan bulalım:
“Ey Ehl-i Kitap! Şüphesiz ki Kitap’tan gizlemekte olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan ve büyük bir bölümünü de görmezden gelen/üzerinde durmayan Resûlümüz size geldi. Şüphesiz ki size, Allah’tan bir nur ve apaçık/açıklayıcı bir Kitap geldi.”[2]
“Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali, içinde kandil bulunan bir oyuk(tan yayılan ışığa) benzer. Kandil de bir camın içindedir. Cam, inciyi andıran bir yıldız gibidir. Doğuya da batıya da ait olmayan, mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Onun yağı, neredeyse ateş ona dokunup (tutuşturmasa dahi) ışık verir. Nur üstüne nurdur. Allah (cc), dilediğini nuruna hidayet eder. Allah (cc), insanlara misaller verir. Allah (cc), her şeyi bilir.”[3]
Bu nurun kaynağı vahyin bizzat kendisi olmakla birlikte aynı zamanda onun gündem edildiği, okunduğu, tefekkür edildiği bir ev veya bir mesciddir. Evdir; çünkü kişi, onu Allah’ın anıldığı ve yüceltildiği bir mescid kılmıştır. Mesciddir; zira topluluklar vahyin gösterdiği bir metodla toplanmış ve Allah’ın dini için mücadele alanı oluşmuştur:
“(O nur) Allah’ın yüceltilmesine ve içerisinde Allah’ın adının anılmasına izin verdiği evlerde (mescidlerdedir). Orada, gece ve gündüz O’nu tesbih ederler.”[4]
Şimdi… Vahyin kendisini anmaya ve anlamaya yönelttiği bu ayetler acaba bize ne anlatmaktadır?
Meramımızı, Seyyid Kutub’un (rh) tefsiriyle açalım:
“Biz Musa’ya ve kardeşine şöyle vahyetmiştik: ‘Kavminiz için Mısır’da evler hazırlayın. Evlerinizi (içinde namaz kılınan) kıblegâh hâline getirin. Namazı dosdoğru kılın. Müminleri de müjdele.’ ”[5]
“İşte bu sistemli, sosyal düzenlemenin hazırlığı yanında, manevi (ruhi) hazırlığın da ta kendisidir. Bu iki hazırlık hem bireyler, hem de topluluklar (cemaatler) için zorunludur. Özellikle zorluklardan ve savaşlardan önce böyle bir hazırlık kaçınılmaz bir zarurettir. Bazı insanlar bu manevi hazırlığı hafife alabilirler.
Şu kadar var ki, şu ana kadar elde edilen deneyimler savaşlarda ilk ve en önemli silahın inanç olduğunu, inancını yitirmiş bir askerin elindeki savaş araç gereçlerinin çarpışma esnasında fazla bir önem taşımadıklarını göstermektedir.
Yüce Allah’ın örnek alsınlar diye mümin topluluğa sunmuş olduğu bu deneyim, sırf İsrailoğullarına has değildir. İman kafilesinin elde ettiği pürüzsüz iman deneylerinden biridir. Bir gün başka müminler de cahilî toplumda kendilerini dışlanmış bulabilirler. Başlarına gelen musibet yaygınlık kazanabilir ve içinde bulundukları çevre kokuşabilir. Zaten bu dönemde Firavun’un iktidarı sırasında durum bundan ibaretti. İşte böyle bir durumla karşılaşan mümin topluluğa yüce Allah, şu şekilde yol göstermektedir:
1. Mümkün olduğu kadar bütün pislikleriyle, bozukluklarıyla ve kötülükleriyle cahiliyeden ayrılmak. Bu tür pisliklerden tertemiz olan seçkin mümin grubun oluşturduğu kitleye katılmak. Böylece kendisini arındırıp tezkiye etmek ve eğitip düzene koymak, Allah’ın vaadi gelip çatıncaya kadar sistemli bir düzene girmek.
2. Cahiliyenin ibadethanelerini terk etmek, Müslim topluluğun evlerini mescid (cami) edinmek. Böylece orada cahiliye toplumundan ayrı olduğunu bütün atmosferi ile hissetmek ve orada sağlıklı bir şekilde kendi Rabbine ibadet etmek. Bu tertemiz ibadet atmosferi içinde bizzat bu ibadetle bir tür örgütlenmeyi gerçekleştirmek.”[6]
Allah (cc) Seyyid’e (rh) merhamet etsin. Evet o, üzerine çokça düşünülmesi gereken bir konuyu, kitabının sayfalarına nakşetti, lakin idraklerin bunu kavraması için belli bir seviyeye gelmesi şart. Biz ne kadar bağırırsak bağıralım ellerini kulaklarına tıkayanlar, sonra da sıkı sıkıya bastıranlar için bu mesele hiçbir zaman gereken önemi görmeyecek. İslami hareketin gücünü; müntesiplerinin sayısına ve kasasında bulunan paraya göre ölçenler manevi hazırlığın değerini fehmedemez:
“Sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi yenilgiye uğratır. Bu, onların anlamayan bir topluluk olmalarındandır.”[7]
Elbette ki mevzuya bu şekilde yaklaşmamız bizi yanlış bir tevvekül anlayışına sevk etmeyecek ve gerçekçi olmayan bir zeminde slogan atmakla yetinenlerden de olmayacağız. Kastımız davanın beşerî bir dava olmaması hasebiyle farklı iç dinamiklere sahip olmasıdır. İslami harekette, manevi gelişimi erteleyen bazı kimseler, belki zahirde başarılı bir çalışma performansı gösterebilirler, ancak bilinmelidir ki mutlaka onlar ilerleyen zamanlarda tökezleyecek ve geride bırakılan kimseler kervanına katılacaktır. İslam davası uzun soluklu bir yolculuktur ve bu yolculuğa azıksız çıkan kimse ne kadar koşarsa koşsun bir gün yere yığılacaktır.
Bu Yoldaki Azıklarımız
Nur kavramına geri dönecek olursak vahyin akışı içerisinde baktığımızda evvela bu nurun, Allah’ın zikriyle yumuşadığı bir kalbe girmesi gerektiğini görürüz. Kişi ile Rabbi arasındaki bu özel bağ oluşmadan, yani kalp yumuşamadan, vahyin istenilen şekilde hazmedilmesi mümkün değildir.
Biraz daha işin kalp kısmı üzerinde durup sorunu en baştan çözmeye çalışalım, çünkü Nebi’nin (sav) deyimiyle o (kalp) düzelirse her şey düzelir.
Sizce kalbimiz düzeldi mi? İmanla dolduğunu düşündüğümüz kalpler, imanın mükâfatı olan o huzura kavuştu mu? Yoksa biz, din dediğimizde başkalarının ıslahını ve değişimini mi anlıyoruz?
Şayet böyle anlıyorsak, yanlış anlıyoruz demektir. Çünkü bu anlayış Kur’ân’ın önceliklerine uymaz!
“Şüphesiz ki bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez.”[8]
Kendi iç huzurumuzu sağlamadan insanlara mutlu olacakları bir yönetim biçimi vadetmek sizce ne kadar mantıklı? Kusursuz olma iddiası taşımıyor bu sözler, elbette hatamız olacak, ancak hatalarımıza rağmen bu dinin yardımcısı olmaktan geri durmayacağız; lakin siz de bilirsiniz ki yardım için güç gerekir ve bizim gücümüz de manevi azıklarımızdır.
İbni Kayyim el-Cevziyye (rh) şöyle aktarmaktadır:
“Bir defasında İbni Teymiye’nin yanında bulunuyordum. Sabah namazını kıldıktan sonra oturup öğleye yakın bir zamana kadar Allah Teâlâ’yı zikretti ve sonra bana dönerek şöyle dedi: ‘Bu benim kahvaltımdır. Eğer ben bu kahvaltıyı yapmayacak olursam, bütün gücüm ve kuvvetim dağılıp gider.’ Veya buna yakın bir söz söyledi.”[9]
Acaba Moğollara karşı ümmeti uyandıranlardan biri olan İbni Teymiyye (rh), sabah namazından sonra öğleye yakın bir vakte kadar neden Allah’ı zikretme telaşına düşmüştü? Veya şöyle mi sormalıydık: Ümmetin başında bin türlü bela varken neden saatlerce köşeye çekilip insanları umursamaz bir hâlde zikir çekip durmuştu?
Sizce böyle mi anlamalıyız?
Tabii ki hayır. İbni Teymiyye (rh) bununla manevi takviyesini yapıyor, böylelikle düşmana karşı koyacak azmi kendisinde topluyor. Kendisi de sözlerinde zaten bunu belirtmiş.
Peki, biz neden bitmek bilmeyen şu dünya telaşından, düşmanlarımız tarafından zoraki bir şekilde bize dayatılan gündemlerden veya birilerine cevap yetiştirme hırsından bir türlü kurtulamıyoruz da manevi takviyemiz için gereken azmi yakalayamıyoruz?
Yoksa biz İslami hareketin gücünü ve onun müntesiplerinin çabasını sadece somut yansımaları olan, elle tutulan gözle görülen sonuç odaklı bir yaklaşımla mı tartıyoruz?
Tam bu noktada parantez açıp güncel sorunlardan birine değinmekte fayda vardır. Kapital anlayış bizim çalışma sistemimizi o kadar dumura uğrattı ki zaman zaman Allah adına dahi olsa, yaptığımız çalışmalarda bazı gerçekleri unutuyoruz. “Sabah sekiz, akşam beş” anlayışı içimize sirayet ediyor ve bir ânda meşhur beyaz yakalılar zümresine katılıyoruz. Acaba bu robotik döngüde onlardan tek farkımız, güç tuşuna “Bismillah!” diyerek basmak mı sadece?
Bilinmelidir ki Rabbimiz (cc), davasını taşıyacak kimseler hususunda çok seçicidir. İnsanlar arasında en hayırlı olanların yürüteceği bu dava, basit mesai hesaplamalarıyla istenilen sonuca ulaşmaz. Bu davayı sırtlanacak olan kimse, tam bir yönelmeyle Allah’a yönelmeli onun rahmetini celbedecek amellere azı dişleriyle tutunmalıdır. Yapılan iş her ne olursa olsun Allah için yapılmaktadır. Allah (cc) için yapılan her amel de ancak takva şartıyla, meyve veren bir hayra dönüşür:
“Kardeşi: ‘Allah ancak muttaki olanlardan kabul eder.’ demişti.”[10]
Şu da bir gerçek ki bugün on dört asır önceki kaynaşmış (statülerine göre tabakalara ayrılmayan) bir İslam toplumu içerisinde değiliz. Bir kimse hem tarlasını sürüp hem Peygamber’in (sav) emriyle cihada çıkan bir kişi olamıyor. “Profesyonelleşme” (özden kopuk bir profesyonelleşme algısının yarardan çok zarar getirdiği bilinmekle birlikte) İslami mücadelede zorunlu bir ihtiyaç hâline gelebiliyor.
Kişinin alanında uzmanlaşması, zamanının çoğunu o amele ayırmasını gerektirdiğinden artık yapılanın rutin bir şey olduğu algısı kalpte kök salmaya başlıyor. Burada İslam’ın eri yaptığı işin bir ibadet olduğu şuurunu sürekli diri tutmalı ve şeytanın bu ameli ifsad için giriştiği saptırmalara da dikkat etmelidir.
Şeytan, ona dört bir yandan sokulmadan önce ihlası kuşanmalı ve Rabbimizin (cc) şu ayetlerini aklından çıkarmamalıdır:
“Sonra kesinlikle onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Çoğunu şükredici bulamayacaksın.”[11]
“Dedi ki: ‘İzzetine yemin olsun ki, onların hepsini azdıracağım. Muhlas/arındırılmış/ihlaslı kulların müstesna.’ ”[12]
“Kim de Er-Rahmân’ın zikrinden yüz çevirirse, ona bir şeytan bağlarız da (hep) onunla beraber olur.”[13]
Kâinattaki her şey Allah’ın tasarrufu altındadır. Kul bunu bilerek vahyin gösterdiği metoda sımsıkı tutunduğu müddetçe Rabbi onu yalnız bırakmaz. Nasıl ki zikirden yüz çeviren, şeytanla beraberdir; zikre sarılan da şeytandan o denli uzaktır, bu sebeple ihlası kuşanmak için evvela Allah (cc) kalpte ve dilde anılmalı, sonra da İslam davası için elden gelen tüm çaba ortaya konulmalıdır.
Yahyâ’nın (as), kavmine verdiği şu öğüde biz de kulak kabartalım:
“Allah size kendisini daima zikretmenizi emretti. Bunun örneğini de düşman tarafından süratle takip edilen ve sonunda kendisini sağlam bir kaleye atıp onlara karşı korunan kimsenin durumu gibidir. Kul da böyledir. Allah’ı zikretmekle kendisini şeytana karşı korumuş olur.”[14]
Ayrıca unutmamamız gereken bir şey daha var. Bazen aylarca, hatta yıllarca üzerinde emek sarf ettiğimiz birtakım projeler, Allah’ın rahmetini üzerimize yağdırmasına vesile olacak küçük bir dokunuşla istenilen sonuca ulaşır. Bizim çalışmalarımızı bereketli kılacak olan unsurlar bu dokunuşlardır. Yoksa İlahi bir davanın yürütülmesi salt beşerî bir çabayla mümkün değildir. Eğer böyle olmazsa, yani Rahmân’a sevimli gelen o küçük dokunuşları yapmazsak dağların dahi yüklenmekten kaçındığı yükün altında ezilir kalırız, Allah (cc) korusun.
“Dilde hafif, mizanda ağır iki kelime vardır. Onlar Rahmân katında sevimlidir:
سُبْحَانَ اللّٰهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ الْعَظِيمِ
‘Allah’ı hamdiyle birlikte noksanlıklardan tenzih ederim. Yüce Allah’ı noksanlıklardan tenzih ederim.’ ”[15]
Son olarak; din, haddizatında ağır bir sorumluluk yükler insana. Kişi, Rabbiyle arasındaki bağı sıkı tutmaz ve gevşek davranırsa bu sorumlulukların altında can çekişir. Çünkü dinin savunulması sadece fikir bazında karşıya hitap etmez, aynı zamanda nefis bazında bizzat içe hitap eder. Bu dinin savunucusu olduğunu iddia eden kimse yalnızca politik bir iddiayla ortaya çıkar, sonra da imar etmediği iç dünyasında şeytana boyun eğmiş bir zavallıya dönüşürse zamanla çöküntü yaşar. Bizim değişim/ıslah iddiamızı sol fraksiyonların devrim iddialarından ayıran faktör de işte budur.
Rabbim bizi gizlide ve açıkta kendisine kulluk eden; O’nu (cc) anmanın lezzetiyle tatlanan dillere, O’na sığınmanın huzuruyla mutmainliğe ermiş gönüllere sahip kullarından eylesin. Allah’a emanet olun.
[1]. 11/Hûd, 75
[2]. 5/Mâide, 15
[3]. 24/Nûr, 35
[4]. 24/Nûr, 36
[5]. 10/Yûnus, 87
[6]. Fî Zilâli’l Kur’ân, Prof. Dr. Seyyid Kutub, 8/53, Yûnus Suresi, 87. ayetin tefsiri
[7]. 8/Enfâl, 65
[8]. 13/Ra’d, 11
[9]. Zikir ve Zikrin Faziletleri, İbni Kayyim el-Cevziyye, s. 103
[10]. bk. 4/Mâide, 27
[11]. 7/A’râf, 17
[12]. 38/Sâd, 82
[13]. 43/Zuhruf, 36
[14]. Tirmizi, 2863; Ahmed, 17170
[15]. Buhari, 6682; Müslim, 2694
İlk Yorumu Sen Yap