Allah’ın adıyla,
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,
Yüce Allah insanı yarattıktan sonra ona iki büyük lütufta bulunmuştur. Öncelikle ona varlığın isimlerini öğretmiş, sonra düşüncelerini beyan etme kabiliyeti vermiştir:
“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti. Dediler ki: ‘Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi (halife) kılacaksın? Oysa bizler seni tüm eksiklerden tenzih ederek sana hamd etmekte ve seni takdis etmekteyiz.’ (Allah) dedi ki: ‘Şüphesiz ki ben, sizin bilmediklerinizi biliyorum.’ (Varlığa dair) tüm isimleri Âdem’e öğretti. Sonra onları meleklere sundu ve: ‘Şayet doğru sözlülerden iseniz bunların isimlerini bana haber verin.’ dedi. Dediler ki: ‘Seni tüm noksanlıklardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yoktur. Şüphesiz ki sen, (her şeyi bilen) El-Alîm, (hüküm ve hikmet sahibi olan) El-Hakîm’sin.’ ”[1]
“Er-Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona, beyanı (konuşup kendini ifade etmeyi) öğretti.”[2]
Âdem’e (as) isimlerin öğretilmesi, meleklerin sorduğu soruya cevaptır. Yüce Allah onların, “Kan dökecek ve bozgunculuk yapacak birini mi halife kılacaksın?” sorusuna cevaben Âdem’e (as) isimleri öğrettiğini, isimleri bilmek ile yeryüzünde Allah’ın halifesi olma arasında bir bağ olduğunu göstermiş oldu. Âdem’e (as) öğretilen isimlerden muradın ne olduğu ihtilaflı olsa[3] da ayette geçen “kulleha/tüm/hepsini” ifadesi, varlığa dair tüm isimlerin ve aynı zamanda varlığa isim verme kabiliyetinin[4] de insana verildiğini gösterir. Zira Âdem’den (as) sonra gelen zürriyetinin en ayırt edici özelliklerinden biri, karşılaştıkları şeylere isim verebilme, soyut düşünme ve kavramlaştırma becerisidir.[5] İnsana bahşedilen isimler bilgisi, isim verme kabiliyeti ve düşündüklerini beyan etme yetisi; onun seçilmiş olması, meleklere (bazı yönlerden) üstün kılınmasındandır ve halifelik vazifesini yapabilmesi için gereklidir. Buna mukabil şunu söyleyebiliriz: İnsan varlığın isimlerini yanlış bilir veya karşılaştığı durumlara yanlış isimler verirse meleklerin ön gördüğü gibi bir bozguncuya, kan dökücüye dönüşür.
İsimler önemlidir: Rabbimiz dahi zatını kullarına isimler (El-Esmau’l Husna) üzerinden tanıtır.
“En güzel isimler Allah’ındır. (Öyleyse) bu isimlerle O’na dua edin. O’nun isimlerinde ilhada/eğriliğe sapanları (kendi hâllerine) bırakın. Yaptıklarının cezasını göreceklerdir.”[6]
O’nu (cc) isimleriyle tanıyanlar O’na kulluk eder. O’nun (cc) isimlerinde ilhada sapanlar, yani O’nu (cc) O’nun kendine verdiği isimlerle değil de yanlış isimlerle tanıyanlar; O’na (cc) ait isimleri başka varlıklara veren veya başka varlıkların isimlerini O’na (cc) yakıştıranlar cezalandırmayı hak eden sapkın insanlar olurlar. Varlığa veya karşılaştığımız durumlara isim vermek, kendimiz ile bizim dışımızdaki dünya arasındaki ilişkiyi tayin eder. Zira her isimlendirme, isim verilen şey ile isim veren (veya verilen ismi kullanan) arasında bir bağ oluşturur. İsimler bizde inanç, düşünce, duygu ve tavır oluştururlar. Yanlış yapılan her isimlendirme o şeyle aramızda istikamet üzere olmayan ilişki oluşturur. Biz de bu yazımızda yanlış isimlendirmelerin inanç, amel, siyaset ve ahlakımızda ne tür tahribatlara yol açtığına değinecek, birçok örnek üzerinden isimlendirmenin önemine dikkat çekeceğiz. Çaba bizden, başarı Allah’tandır (cc).
Yanlış İsimlendirme, Şirkin Nedenlerindedir
Yûsuf (as) zindan arkadaşlarına davet yaparken der ki:
“Sizin O’nu bırakıp da ibadet ettikleriniz, ancak sizin ve babalarınızın koyduğu, Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği birtakım isimlerdir.”[7]
Allah (cc) en güzel isimlerin ve en yüce sıfatların sahibidir. O (cc); zatında, fiillerinde ve sıfatlarında dengi ve misli olmayan, tek ve eşsiz El-Vâhid’dir. Yine O (cc); her şeye boyun eğdiren, tüm varlığı hükmüne ram eyleyen El-Kahhâr’dır…[8] Oysa sizin Allah’ı bırakıp veya Allah (cc) ile birlikte kulluk ettiğiniz rabblerin ne güzel bir ismi ne de bu ismi almayı hak edecek bir eylemleri vardır. Onlar sizin ve atalarınızın isimlendirdiği, Allah’ın (cc) hakkında hiçbir delil indirmediği içi boş isimlerden ötesi değildir. Örneğin siz Güneş Tanrısı Ra deyip Ra’ya taptığınızda ne Güneş tanrıdır ne de Ra diye bir gerçeklik vardır. Güneş de El-Vâhid ve El-Kahhâr olan Allah’a boyun eğmiş, O’nun izniyle hareket eden bir kuldur. Hâliyle sizin Ra’ya tapışınız, kendi uydurduğunuz bir isme tapmaktan ötesi değildir. Biri soğana et der ve onun et olduğunu düşünerek yerse gerçekte et yemiş olur mu? İsimleri değiştirmekle en fazla kendisini kandırır. Sizin de verdiğiniz isimler, kendinizi kandırmaktan ibarettir. Gerçek bir ilaha değil, ilah olduğunu düşündüğünüz şey neyse ona tapıyorsunuz.[9]
Yûsuf’un (as) bu vurgusu önemli bir gerçeğe işaret eder. Eşyaya isim vermek sıradan bir hadise değildir. Verilen isimler, eşyaya yüklediğimiz anlamı ifade eder. Aşırılık kokan, yüceltici, yanıltıcı isimler o varlıkla insanlar arasındaki ilişkiye yön verir. Yanlış isimlendirmeler, yanlış ilişkiler doğurur. Allah’a (cc) şirk koşulan varlıklara baktığımızda genelde yüceltici isimlerle anıldıklarını görürüz. Birine “ilah” anlamında Lat, diğerine “azîz” anlamında Uzza, bir diğerine de “mennân (çokça iyilik eden)” anlamında Menat denmesi bundandır.[10] Önce isimlerle onları yüceltmiş, sonra kendi verdikleri isimlerin bir hakikati varmış gibi isim sahiplerine tapmışlardır.[11]
Şeytan insanları saptırmak istediğinde ilk düğmeyi yanlış iliklemelerini sağlar, yüceltici isimleri onlara vahyeder.
İbni Abbâs’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Nûh Kavmi’nin putları daha sonra Arapların putları olmuştur… Bunlar Nûh’un kavminden salih kişilerin adlarıydı. Onlar vefat edince şeytan, onların kavimlerine, oturdukları meclislerde putlar dikmelerini ve bu putlara bu isimleri vermelerini fısıldamıştı. Böyle yaptılar. Bu ilk nesil vefat edinceye kadar bunlara ibadet edilmedi. Onlar helak olup ilim ortadan kalkınca insanlar bunlara ibadet etmeye başladılar.”[12]
Görüldüğü gibi İblis, önce dikili taşlara salihlerin isimlerinin verilmesiyle işe başlamıştı. Taşlara salihlerin isimlerini vermek, taş ile salih insan arasında bir bağ kurmaya sebep olur. Bazı isimler anılınca zihinde beliren iman, ilim, ahlak, örneklik… gibi kavramlar artık o taşlar anılınca zihinde belirmeye başlar. Zamanla salih insanlardan umulan/beklenen şeyler taşlardan beklenmeye başlanır…
Örneğin bugün de ölüler adına dikilen taşlara türbe, ziyaret, makam gibi isimler veriliyor. İsimler avamın kalbini bu taşlara karşı cezbediyor. Zamanla da o kabirlerden rahmet, bereket, şifa, bağışlanma ummaya başlıyorlar. Allah Resûlü (sav) kendi kabri dahi olsa aşırı gidilen her kabri put, mescide dönüştürülen kabirleri ise lanet ismiyle anıyor.
Atâ ibni Yesâr’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ım benim kabrimi kendisine ibadet edilen bir put kılma. Allah’ın öfkesi, nebilerin kabirlerini mescid edinenlerin üzerine şiddetlenmiştir.”[13]
Âişe Annemiz ve İbni Abbâs’tan (r.anhuma) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın laneti Yahudi ve Hristiyanların üzerine olsun. Nebilerinin kabirlerini mescidler edindiler.”[14]
Bir yere put ismini vermek veya bir eyleme lanet ismini kullanmak, o ismi kullanan insan ile o şey arasında uzaklık/çekinme ilişkisi oluşturur. Bir şeye ziyaret, türbe veya makam ismini vermek, o ismi kullanan insan ile o şey arasında yakınlık ilişkisi, bir çekim oluşturur…
Yanlış İsimlendirme, Aşırılık Nedenlerindendir
Abdullah ibni Abbâs’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Allah Resûlü (sav) Akabe sabahı bineğinin üzerinde bana, ‘Gel, benim için taş topla.’ dedi.
Ben de gerekli taşları topladım. Sapan taşı büyüklüğündelerdi. Onları eline koyduğumda elindekilerden (büyüklüğü uygun olanlardan) birini göstererek, ‘İşte bunun gibileri topla. Dinde aşırılıktan sakınınız. Çünkü sizden öncekiler ancak dinde aşırılıkları sebebiyle helak olmuşlardı.’ dedi.”[15]
Aşırılık, ümmetleri helak eden nedenlerden biridir. Şöyle ki; Allah’ın (cc) indirdiği İslam dini aklı ve duyguları tatmin eden, insan fıtratıyla uyumlu, ölçülü bir dindir. Her türlü aşırılık, Allah’ın indirdiği ölçüleri hiçe saymak; fıtrat, akıl ve duygu dünyasını dumura uğratmaktır. Allah Resûlü (sav) helaka götüren aşırılığı yasakladığı gibi aşırılığa giden yolları da kapatmıştır. Bu yollardan biri de aşırı yüceltici, insan aklını ve duygularını manipüle eden isimlerdir.
Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah indinde en çirkin/fahiş/buğzedilen isim ‘Meliku’l Emlak/Mülklerin Meliki’ diye isimlenen insandır.”[16]
İnsanın kâmil ve eksiksiz olduğunu ima eden bu gibi isimlerden/lakaplardan/takılardan sakınmak gerekir. Bu, Yüce Allah’ın isimlerine mana yönünden benzeme çabası demek olduğundan Allah katında çirkindir ve Allah (cc) bu lafzın sahibine öfkelenir.
Rivayet olunur ki İbnu’l Cemaa’nın kadı olan babası vefat eder. Rüyasında babasını görür. Hâlinden sual eder. Babası durumunun iyi olduğunu, fakat dünyada kendisine verilen “Kadi’l Kudat/Kadılar Kadısı” lakabından dolayı eziyet gördüğünü söyler. İbnu’l Cemaa (rh) şer’i mahkemeye gider ve mahkeme sicilinden bu lakabın silinmesini rica eder. Ricası üzerine silinir.
Ne yazık ki İslam ümmeti içinde aşırılığa delalet eden bu ahlak günümüzde de devam ediyor. Doğu toplumlarının mübalağacı üslubu, cahiliye ahlakı olarak mahkûm edilmişken iyi niyetli insanlar tarafından saygı/hürmet adı altında tekrardan ihya ediliyor. Birçok âlim bugün bile “Kadılar Kadısı” diye isimlendiriliyor. Bunun gibi “Bediüzzaman, Vahidu’d Dehr, Feridu’z Zaman, Şeyhu’l İslam, Seyyidu’n Nas, Allame-i Cihan, Huccetu’l İslam” gibi lakaplar da aşırılıktan sakındıran İslam’a rağmen hâlâ kullanılıyor.
Oysa “zamanın bedîsi” de “zamanın vâhidi” de “insanların efendisi” de “cihanın âlimi” de “İslam’ın hücceti” de âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Allah Resûlü’nden (sav) sonra bu ümmetin en faziletlileri olmasına rağmen sahabiler dahi “Şeyhu’l İslam” gibi lafızlarla anılmamıştır. Saygı ve hürmet ifadesi olarak iyi niyetle verilen bu ve benzeri lakaplar, İslam ruhuyla bağdaşmaz.
Çoğu zaman bu lakaplar, lakabın verildiği insana şer’i bir zırh gibi oturur. İnsanlar onun hatasını görmez. Görenler de söylemeye cesaret edemez. Zira “Sen kimsin ki Şeyhu’l İslam/Huccetu’l İslam/Bediüzzaman… hakkında konuşuyorsun!” itirazıyla karşılaşması ân meselesidir.[17]
İsimlendirmenin toplum üzerindeki etkisini görmek isteyenler, siyaset dünyasına bakabilir. Siyasi liderlere verilen isimler/ünvanlar, kitle aklını ve duygularını yönlendirmek için seçilir. Örneğin dinle başı pek de hoş olmayan laik ve seküler bazı ülkeler liderlerine “ulu/yüce” ismini veriyorlar. Yüce Allah’ın El-Aliyy ismine öykünerek verilen bu isim aslında fıtratı manipüle etme amacı taşır. Zira insan ve hayvan, yani bütün bir mahlukat Allah’ın (cc) zatı ve sıfatlarıyla en ulu/âli olduğunu bilir; O’ndan (cc) bir şey umduğunda yüzünü yücelere, semaya döner.[18] Bir lidere “ulu” ismi verildiğinde insan fıtratında var olan “yüce olana duyulan saygı ve yöneliş” belirir… Suudi yöneticilere ısrarla “hâdimu’l harameyn” denir. Yani iki kutsal toprağın, Kâbe ve Mescid-i Nebevi’nin hizmetkârı! Oysa Suud ailesi kutsal toprakları Haçlılara peşkeş çeken, yaşadıkları lüks ve şatafatın gelir kalemi olarak kullanan insanlardır. Gelir kaynakları için titizlik gösteren her patron gibi, kutsal topraklara titiz davrandıkları doğrudur. Ne ki bu, kutsala duydukları saygıdan değildir. Zira Allah katında Kâbe’den daha değerli olan müminlerin kanını dökmek, işkence yapmak ve onları hapsetmekten geri durmuyorlar.[19]
Kur’ân-ı Kerim hakla hükmetmeyen yöneticilere müstekbir (büyüklenen), mele (seçkin, imtiyazlı), mücrim (suçlu günahkâr), suç örgütü lideri (ekabire mücrimiha), mehin (aşağılık), müsrif (haddi aşan) gibi isimler veriyor. Bu isimlerle düşünen birinin onları sevmesi, sayması, itaat etmesi düşünülebilir mi? Buradan anlıyoruz ki bazı insanların “Kur’ân Allah’ın kelamı değildir, Allah hiç hakaret eder mi?” yaklaşımı, hak ile bâtıl mücadelesinin tabiatını kavramamış, sığ bir yaklaşımdır. Allah (cc) hakaret etmiyor, isim veriyor. İnsanlarda sahih inanç, düşünce, duygu ve tutum oluşturacak doğru isimler veriyor. Aksi hâlde insanlar, galip olanın verdiği isimlerle düşünecek ve Allah’ın (cc) razı olmadığı bir tutum içinde olacaktır…
Yanlış İsimlendirme, Hatalı Metod Doğurur
Siyer âlimleri Allah Resûlü’nün (sav) hayatını dönemlere ayırmışlardır. İlk üç yılına Gizli Davet, üç yıldan sonra başlayan sürece Açık Davet Dönemi demişlerdir. Siyeri inceleyen insan, Nebi’nin ilk üç yılı ile sonraki yıllar arasında bariz bir fark olduğunu görecektir. Ancak bu dönemlere verilen isimlendirme, yalnızca isimlendirmeyi yapanın içtihadıdır. Bazı ilim adamları ilk döneme “Gizli Davet Dönemi” ismini verince İslami hareketlerde İslam davetinin ruhuna aykırı, sol örgütleri andıran bir gizlilik anlayışı ortaya çıkmıştır. Oysa davetin en zorlu günlerinde dahi bir gizlilik söz konusu değildir. Allah Resûlü (sav) seçici davranmış, davetini Mekke’nin en temiz, ahlaklı insanlarına götürmüş, insanlarla fert fert ilgilenmiştir. Gizlilikten ziyade özel ilgilenme söz konusudur. “Emrolunduğun (tevhidi) açıkça ortaya koy ve müşriklerden yüz çevir.”[20] “Yakın akrabaların olan aşiretini uyararak (işe başla).”[21] ayetleri inince Allah Resûlü (sav) kitlesel davete başlamış, Mekke toplumuna bir bütün olarak daveti tebliğ etmiştir.
Ebû Hureyre’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“ ‘Yakın akrabaların olan aşiretini uyararak (işe başla).’ ayeti indiğinde Allah Resûlü (sav) ayağa kalkarak şöyle demişti:
‘Ey Kureyş topluluğu! Canlarınızı Allah’tan satın alınız. Allah’tan gelen hiçbir şeyden sizi kurtaramam. Ey Muttaliboğulları! Allah’tan gelen hiçbir şeyden sizi kurtaramam. Ey Muttaliboğlu Abbâs! Allah’tan gelen hiçbir şeyden seni kurtaramam. Ey Allah Resûlü’nün halası Safiyye! Allah’tan gelen hiçbir şeyden seni kurtaramam. Ey Allah Resûlü’nün kızı Fatıma! Benden dilediğini iste! Ama ben Allah’tan gelen hiçbir şeyden seni kurtaramam.’ ”[22]
Bu iki farklı döneme Bireysel Davet – Kitlesel Davet dediğimizde ortaya çıkan metod ile Gizli Davet – Açık Davet dediğimizde ortaya çıkacak metod çok farklıdır. Bu farkı ortaya çıkaran ise iki farklı döneme verdiğimiz isimdir.
Yanlış İsimlendirme, Hatalı Okuma Nedenidir
Müstekbirler isimlendirme meselesinin ne denli önemli olduğunun farkındadır. Bu nedenle siyasi sorunlara itinayla isim seçer, medya aracılığıyla bu isimleri tedavüle sokarlar. Örneğin Türkiye’nin bir Şark/Doğu sorunu ve buna bağlı bir Kürt meselesi vardır. Mevcut sorunu bu isimle düşünen, konuşan ve yazanların zihninde Doğuluların bir sorun olduğu veya sorun çıkardığı algısı oluşur. Oysa sorun Kemalist Türk milliyetçiliğinin baskıcı ve inkârcı politikaları ve bu politikaların doğurduğu tepkilerdir. Ortada bir Kürt sorunu değil, baskıcı Kemalizm sorunu vardır. Yine dünyanın bir Filistin sorunu vardır. Mezkûr isim, Filistinlilerin neden olduğu bir sorunlar dizisini imlemektedir. Hakikatte ise bir siyonizm sorunu vardır. İsrail’in gasp ve işgal ettiği topraklarda insanların hak arayışı meselesi vardır.
Örneğin Kur’ân ekonomik sıkıntıların bir imtihan olduğunu, bazen ceza olarak bazen de sabredenleri seçmek için Allah (cc) tarafından takdir edildiğini söyler. Şayet Kur’ân’ın verdiği isimle düşünecek olursak herhangi bir krizde şunu sorarız: Bu imtihan neden başımıza geldi, nasıl bir günah işledik de Allah (cc) bizi cezalandırdı? Bu da bizi faiz, sömürü, imtiyazlı insanların zulümleri, kamusal hırsızlık, yolsuzluk gibi münkerleri görmeye ve bunlara ses çıkarmaya götürecektir… Oysa biz ekonomik kriz, enflasyon gibi sorunun kaynağına işaret etmeyen, yalnızca soruna işaret eden isimler kullanıyoruz.
Bir diğer örnek, hastaların tedavi edildiği yere verilen isimdir. İslami kavramlarla düşünen toplumlar musteşfa (şifa aranan mekân), şifahane veya daru’ş şifa isimlerini kullanmıştır. Bu isimler İslam’ın hastalık ve tedavi meselesine bakışını özetler. Zira Nebi (sav), “Allah bir hastalık indirmiş olmasın ki mutlaka onun dermanını da indirmiştir. Bilen bilir, bilmeyen bilmez.”[23] demiştir.
Hâliyle hasta insan şifa arayacak, doktor da o şifayı bulmasına yardımcı olacaktır. Doktor ile hastayı bir araya getiren yer de şifahane olacaktır. Kapitalist düzende ise hasta müşteridir. Hastalıkların şifası yoktur, ömür boyu süren tedavisi ve kullanımı zorunlu ilaçları vardır. Hastalık, ekonomik gelir kaynaklarından biridir… Bu sebeple hasta ile doktoru buluşturan yer hastanedir. Yani hastaların konakladığı hastalık mekânı…
Yanlış İsimlendirme, Ruhsal Yük Oluşturur
İnsan olarak her birimiz diğer insanlarla ilişki içindeyiz. Karşılaştığımız durumlara verdiğimiz her isim, duygu ve düşüncelerimizi şekillendirir, dolayısıyla eylem ve söylemlerimizi belirler. Örneğin, iki arkadaştan birinin arkadaşından bazı beklentileri var. Ancak arkadaşı arkadaşlıktan kaynaklı beklentilere cevap vermiyor. Beklentisi karşılanmayan arkadaş bu duruma isim vermek istiyor… Şayet, “Arkadaşım nasıl davranması gerektiğini bilmiyor.” dese bu isimlendirme onda ruhsal bir yük oluşturmayacak; arkadaşına yardım etme, ona öğretme isteği doğacaktır. Şayet, “Arkadaşım çok yoğun, sorumluluklarının altında eziliyor, bu yüzden beni ihmal ediyor.” dese bu isimlendirme yüreğinde merhamet oluşturacak, arkadaşına yardım etmek isteyecektir. Şayet, “Arkadaşım beni önemsemiyor, gereken değeri vermiyor.” dese bu isimlendirme kırgınlık ve öfke duygularına sebep olacak; arkadaşını kırmak, ona zarar vermek isteğiyle dolup taşacaktır… Görüldüğü gibi yaşanan süreçlere verilen isim, insanın duygu, düşünce ve davranışlarına çok farklı şekillerde yansıyor.
Sonuç olarak;
Sahih inanca, ölçülü duygulara ve müstakim davranışlara sahip olmak; doğru kelimeler kullanmak ve bilinçli isimlendirme yapmakla mümkündür. Hâliyle İslam için düşünen ve dava adına konuşanların isimlendirme hassasiyetine sahip olması bir zorunluluktur. Bugün hak ile bâtıl arasındaki en çetin savaşlardan biri kelimeler, kavramlar ve isimler üzerinden yapılmaktadır. Kelimelere hükmedenler, birey ve toplumların düşünce, duygu ve davranışlarına yön vermektedir.
Rabbim, Âdem’e (as) isimleri öğrettiğin gibi bizlere de sahih kelimeler, kavramlar ve isimler öğret!
[1]. 2/Bakara, 30-32
[2]. 55/Rahmân, 1-4
[3]. Görüşler için bk. Tefsîru’l Kurtubî, 1/556 vd; Zâdu’l Mesîr, 1/65 vd. Bakara Suresi, 31. ayetin tefsirleri
[4]. bk. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı, 1/265 vd. Bakara Suresi, 31. ayetin tefsiri
[5]. Sünnet (bk. Buhari, 7516) ve sahabe tefsiri de (bk. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 2/234-235, 1194-1196 No.lu rivayetler) Âdem’e küçük büyük her şeyin isminin ve hem varlığın zatının hem de sıfatlarının (bk. İbn Teymiye Tefsîri, 1/240 vd. Bakara Suresi, 31. ayetin tefsiri) öğretildiğini gösterir.
[6]. 7/A’râf, 180
[7]. bk. 12/Yûsuf, 40
[8]. Yüce Allah’ın güzel isimlerinden El-Kahhâr ismi hakkında detaylı bilgi için bk. El-Esmau’l Husna, 1/393. El-Vâhid ismi hakkında detaylı bilgi için bk. El-Esmau’l Husna, 2/649
[9]. bk. Bedâiu’t Tefsîr, 2/390; Menâr Tefsîri, 14/202, Yûsuf Suresi, 40. ayetin tefsirleri
[10]. bk. Tefsîru’t Taberî, 22/522, Necm Suresi, 19-22. ayetlerin tefsiri
[11]. Vahyin Rehberliğinde Yûsuf Suresi Tefsiri, s. 265-266
[12]. Buhari, 4920
[13]. Muvatta, 475
[14]. Buhari, 435; Müslim, 531
[15]. Nesai, 3057; İbni Mace, 3029
[16]. Buhari, 6205; Müslim, 2143
[17]. El-Esmau’l Husna, 1/178-179
[18]. “Elbette, yüzünü semaya çevirip durduğunu bilmekteyiz. (Çokça yaptığın duaların neticesi olarak) seni hoşnut olacağın kıbleye yönelteceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram’a çevir. Ve siz de her nerede olursanız yüzünüzü Mescid-i Haram’a çevirin. Şüphesiz ki kendilerine Kitap verilenler, (kıble emrinin) Rablerinden gelen hak bir emir olduğunu bilmektelerdir. Allah onların yaptıklarından gafil değildir.” (2/Bakara, 144)
Ebû Sıddîk En-Nâcî’den (rh) şöyle rivayet edilmiştir:
“Suleymân ibni Dâvûd (as), insanlarla birlikte yağmur duasına çıkmıştı. Yolda sırt üstü yatmış, ayaklarını göğe kaldırmış bir karıncaya rastladı. Karınca, ‘Allah’ım! Biz senin yarattıklarından biriyiz ve rızkına muhtacız. Ya bize yağmur yağdırırsın ya da bizi helak etmiş olursun.’ diyordu. Bunun üzerine Suleymân (as) insanlara, ‘Geri dönün, başkalarının duası sayesinde yağmur yağacak.’ dedi.” (Musannefu İbni Ebî Şeybe, 29487)
[19]. Abdullah ibni Amr’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Allah (cc) katında dünyanın yok olması, bir Müslim’in öldürülmesinden daha hoştur.” (Nesai, 3987; Tirmizi, 1395)
[20]. 15/Hicr, 94
[21]. 26/Şuarâ, 214
[22]. Buhari, 2753; Müslim, 206
[23]. Ahmed, 3578
İlk Yorumu Sen Yap