Allah subhanehu ve teâlâ hiçbir alanda Müslümanları başıboş bırakmamıştır. Müslümanlar bu konuda Allah’a subhanehu ve teâlâ ne kadar hamd etse azdır. Aksi durumda her kafadan bir ses çıkacak, tartışma ve anlaşmaya harcanan enerjiden insanlar dine hizmet edemeyecekti. Ki hali hazırda var olan ihtilafların ümmete olumsuz etkileri ortadadır.
İslam ümmetinin belirleyici vasıflarından bir tanesi ‘Davetçi’ kimliğidir.
“Siz insanların arasından çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehy edersiniz ve Allah’a iman edersiniz…” (3/Al-i İmran, 111)
“Sizden hayra davet eden, iyiliği emredip, kötülükten nehy eden bir topluluk olsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (3/Al-i İmran, 105)
“De ki: Bu, benim yolumdur, ben ve benimle beraber olanlar Allah’a basiret üzere davet ediyoruz. Allah’ı noksanlıklardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.” (12/Yusuf, 109)
Rasûller ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bu hakikatten hiç kopmamıştır. Onların hayatının özeti mücadeledir. Bunun büyük kısmını da Allah’ın dinine davet oluşturur. Aynı ümmetin, tevhid kervanının mensupları olarak aynı özellikleri kendimizde bulundurmak zorundayız. Bir insan veya yapının ümmetin parçası olma iddiası, ümmetin mümeyyiz vasıflarını kendinde bulundurduğu oranda geçerlidir. Davetçi kimliğine sahip çıkacak Müslümanlar bu konuda da başıboş bırakılmadıklarını bilmelidirler. Davet içeriği, üslubu ve araçları sözlü ve pratik olarak belirlenmiştir. Davet imamları olan Rasûllerin davetleri incelendiğinde ‘Davette Rabbanî metot’ ortaya çıkacaktır. Hayati öneme sahip ve tafsilat isteyen bu konunun bir makaleye sığdırılması zordur. Ancak genel hatlarıyla Rasûllerin aleyhimus selam davetleri incelendiğinde en bariz özellikler şunlardır:
1. Davetçilerin kimliği nettir: Hiçbir Rasûl yaşadığı toplumda tanınmayan veya kimliğini gizleyen bir insan değildir. En zor dönemlerde dahi açık kimlikleriyle Allah’a subhanehu ve teâlâ davet etmişlerdir. Onlar vahyin şahidi olan insanlardır. Şahitlik bir misyondur, tabiatı açık olmayı gerektirir. Mekke döneminin en zor zamanlarında Allah subhanehu ve teâlâ bu görevi hatırlatmıştır.
“Biz, Firavun’a bir Peygamber yolladığımız gibi, size de şahit olarak bir Peygamber yolladık” (74/Müddesir, 16)
Onlar vahyin ne istediği, nasıl bir hayat tasavvur ettiği, neyi yıkıp, neyi ıslah ve inşa etmek istediği noktasında insanlara şahitlik ettiler. Sanki Allah subhanehu ve teâlâ; ‘Benim Rasûllerime bakın, onlar bu öğretinin canlı şahitleridir. Onlarda ne görüyorsanız, İslam’ın hedefi onu gerçekleştirmektir’ demektedir.
Misyonu bu olan insanların gizliliği düşünülemez. Ancak yüzyıllar boyu hareket ve canlılığını yitiren ümmet, bu noktada müstakim menhecinden saptı. Seksenlerde başlayan İslamî uyanış modelini sol örgütlerden aldı. İslam’ın gizlilik anlayışı yerine, sol örgütlerin gizlilik anlayışı, iyi niyetli ve arayış içinde olan Müslümanlara örnek oldu.
İslam’da ve Rasûller’in davetinde asıl olan şahitlik ve açıklıktır. Gizlilik ise zarurî durumlarda, davetin selameti için baş vurulucak bir araçtı. Ki tarihte nerdeyse hiçbir Peygamber bu araca başvurmamıştı. Canları ve mallarının tehlikede olması pahasına davetlerini kitlelere açıktan ulaştırmışlardı.
Gizlilik; teşkilat alanında çalışan Müslümanların, iç işleyişi ve projeleri düşmandan gizli tutmasıdır.
Bu noktada bize düşen tekrar Rabbanî metoda dönmektir. Davet açık ve davetçiler net olmalıdır. Ancak bu davetçilerin yetişmesi, bunlara dair plan ve program gizli olmalıdır. Burada ana gaye kalplerin selameti değil, davanın selametidir. Ta ki İslam için düşünülen bu projeler müşrikler tarafından dumura uğratılmasın…
2. Davet ettikleri şey nettir: Onlar Allah’ın subhanehu ve teâlâ tek ilah olduğu, onların ve atalarının ibadet ettiği sahte ilahların, dünya ve ahirette fayda vermeyeceğine davet ediyorlardı. Bu davette hiçbir kapalılık yoktu. Toplumun tepkisini çekip onları zor durumda bıraksa da bu netlikten hiç vazgeçmediler.
Müşrikler onları alıkoymak için her yolu deniyordu. Alay, hakaret, yalanlama ve fiziki işkence… Muvahhidlerin sebatını görünce farklı yollar aramaya başlamışlardı. Söylemlerin yumuşatılması için çalışmaya başladılar. İlahların fayda ve zarar vermediği ve babalarının ateşte olduğu hakikatini dillendirmemeleri için Ebu Talib aracılığıyla Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem baskı kurmaya gayret ettiler ama tüm çabaları nafile! Ne Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ne de sahabe netlikten hiç vazgeçmedi, geri adım atmadılar.
Bugün İslam davetçisi de, söylemlerinde net olmalıdır. Allah’a subhanehu ve teâlâ tevekkül edip hakka davet etmelidir. Aksi durumda davetine heva karıştırmış ve müstakim menhecten sapmış olur.
3. Toplumda revaçta olan özelliklerle donanmışlardır: Peygamberlerin davetçi olarak bulundukları toplumlarda, revaçta olan ve insanların rağbet ettiği şeyler vardı. Meşru daire içerisinde Peygamberler bunları kullandılar.
Sihrin yaygın olduğu bir toplumda, Musa aleyhisselam sihirbazların sihrini alt edecek mucizelerle donatılmıştı. Başta sihirbazlar olmak üzere, insanlar üzeninde ciddi etki bırakmıştı. Onların davete icabet etmesine vesile olmuştu.
Tıbbın revaçta olduğu bir dönemde İsa aleyhisselam tıbbi bir takım mucizelerle donatılmıştı. Allah’ın subhanehu ve teâlâ izniyle, ölüler diriliyor, hastalar şifa buluyordu.
Rüya tabirinin revaçta olduğu, insanların gördükleri rüyaları önemsediği bir dönemde Yusuf aleyhisselam rüya tabiri ilmiyle donatılmıştı. Başta zindan arkadaşları olmak üzere, kralı dahi etkilemesine de bu özelliği vesile olmuştu.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem edebiyatın ve Arap şiirinin revaçta olduğu bir dönemde, Kur’an’la gelmişti. İçinde barındırdığı edebi değer müşrikleri aciz bırakmış, en önemli şiirlerini Kâbe duvarından indirmişlerdi. Düşmanlık etmelerine rağmen gizli-gizli Kur’an dinlemelerine bu i’caz ve edebilik sebep oluyordu.
Günümüz davetçileri de her toplumda revaçta olan, İslam nezdinde meşru olan araçları kullanmak durumundadır. Müntesibi olduğumuz İslam toplumu ve önderleri bu araçlarla donanımlı bir şekilde davet yapmışlardır.
Bu bir meslek olacağı gibi, bir sanat olabilir. Her toplumun şartları ve revaçta olan unsurları farklıdır. Mühim olan meşru dairede olmasıdır.
4. Davetlerine aracı olarak her meşru yolu kullandılar: İnsanları davet ederken, davetin içeriği sabittir. Allah subhanehu ve teâlâ tarafından belirlenmiştir. Ancak davet için kullanılan araçlar meşru olmak kaydıyla davetçilere bırakılmıştır. Allah’a subhanehu ve teâlâ kullukta ihsan ilkesiyle hareket etmekle me’mur Müslümanlar bu konuda da seçici ve hassas olmalıdırlar. Çünkü örneğimiz olan Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir meşru aracı kaçırmamış, her yolla İslam’a davet etmiştir.
Davetin iki boyutu vardır:
1. İnsanlara tevhidin ulaşması (genel davet).
2. Tevhidi kabul edenlerin, İslamî bir yapı içerisinde eğitilmeleri (özel davet)
Birincisi çok geneldir. Her yolla (meşruluk kaydıyla) yapılabilir. İkincisi ise özeldir, gizlilik ve özel çaba ister. Kendine has bir fıkhı ve metodu vardır, tam ehliyet ister.
Ancak birincisi böyle değildir. Ne ciddi bir ehliyete ne de özenle seçilmiş bir programa ihtiyaç vardır. Amaç tevhidin insanlar tarafından duyulmasını sağlamaktır. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem davetinde bu iki boyut çok açıktır.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem davetine baktığımızda;
Kimi zaman; bir kayaya çıkıyor insanlara sesleniyordu, toplananların yaşına, statüsüne, idrakine bakmadan ortak bir mesaj veriyordu.
Kimi zaman; yolda karşılaştığı insanlara ayaküstü Allah’ın dinini tebliğ ediyor, inen ayetleri okuyordu.
Kimi zaman; Kâbe’nin yanına gidiyor, orada bulunan müşriklere tevhidi hatırlatıyordu.
Kimi zaman; müşriklerin kurduğu, onların kotrolünde olan ticaret ve eğlence panayırlarına gidiyor, insanları Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinine davet ediyordu.
Kimi zaman; başka beldelerde ve topluluklarda davet imkanı arıyordu. Ashabını Habeşistan’a yolladığı gibi, kendi Taif şehrine gidiyor, İslam davetinin insanlara ulaşması için çaba sarf ediyordu.
Bu örneklerden anlaşılan, neredeyse her imkan davet için değerlendirilmiştir. Burada gaye; hakkın daha fazla insana ulaşması, daha fazla insanın tevhidi duymasıdır. Özel davette ise tek bir yol kullanmıştır. Daveti kabul edenlerle birebir ilgilenmiş; müşriklerden uzak kimi zaman sahrada, kimi zaman evlerde onları arındırma ve eğitme faaliyetlerine devam etmiştir.
Bu ikisi birbirine karışmamalıdır. Karışma durumunda ya özel davete muhatap insanlar olmayacak; davet, niceliği olan ama niteliği olmayan bir hüviyet kazanacaktır; ya da içine kapanık, dışa açılmamış ve şahitlik görevini yerine getiremeyen topluluklar oluşacaktır. İki durum da Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem metoduna aykırıdır. Bu iki problemden birini bulunduran yapının ‘İslamî yapı’ vasfını sürdürmesi imkansızdır.
Bir yapı kaliteli Müslümanlar yetiştirmeli, onlara kitabı ve hikmeti öğretmeli, onları cahiliyeden arındırmalıdır. Bu eğitim ve arınma esnasında oluşan imanî enerji, genel davet ve o yolda karşılaşılan sıkıntılara harcanmalıdır. Aksi halde yapının enerjisi kendine zarar vermeye başlar, içeride çatlaklar oluşur. İslam tarihi bu durumun en hayırlı şahididir. Rehavet ve rahatlık döneminde itikadî sapmalar ve düşmanlıkların Müslümanları bitirdiğine şahit oluyoruz.
Enerjisi ile hareket eden bir dağ veya buz kütlesi düşünün… Bu hareket önüne set çekilerek dışa dönük ilerleyişi engellendiğinde, enerji iç çatlaklara sebep olacaktır. Kur’an ve Sünnetin pak eğitimi de enerjidir ve hareketsizliği kabul etmez. İslam’da ruhbanlığın yasaklanması da bundandır…
‘Bu noktada en hayırlı yol Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem yoludur.’ ilkesini hatırdan çıkarmamalıyız. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem davetinin iki yönlü oluşu, her yönün farklı özelliklere sahip olduğunu unutmamalıyız. Bizlerin daveti de, bu iki yönü barındırmadığı müddetçe sıkıntılar olacak, istenilen seviye tüm çabalara rağmen yakalanamayacaktır.
Güncel bir mesele: Günümüzde genel davete imkan tanıyan Müslümanların kullanması kolaylaşan radyo, televizyon, dernek, vakıf, dergi ve gazete gibi araçların kullanımı caiz midir? Bunların kullanımı davet metoduna zarar verir mi?
Bu araçların hiçbiri zatından dolayı yasaklanmamıştır. Yani içki, kumar, zina vb. yasaklarda olduğu gibi ‘Bunu yapmayın’ diye bir nehy/yasaklama mevcut değildir. Hakkında yasaklama olmayan hususlarda asıl olan, onun mubah olmasıdır. Ancak bazen bir şey bizatihi yasaklanmasa dahi yapıldığı takdirde Allah’ın subhanehu ve teâlâ başka yasaklarını tetikleyeceği için yasaklanır. Yani bizatihi olmasa da liğayrihi yasaklama söz konusu olur.
Örneğin; ‘Televizyon kanalı kurmayın’ diye bir yasak yoktur. Lakin televizyon kanalı kurulduğunda dinden taviz verme, dinin yasakladığı müzik, kadınların teşhiri vb. unsurları barındırır. Bu noktada bu işlemin yasak olduğuna hükmedilir. Her ne kadar bizzat yasaklanmasa da, (bu unsurlar) bariz yasaklama sebebi olduğu ve işleyişte bu yasaklar meydana geldiği için liğayrihi/kendi dışındaki sebeplerden haramlığına hükmedilir.
Konumuz hassas ve konuşanların dikkatli olması gereken bir konudur. Çünkü sorumuzda zikredilen araçlar aslı itibariyle meşrudur. Hatta, Rasûllerin iletişim ve sosyal araçları kullanmış olması hasebiyle, bu ve benzeri araçlar ‘Rabbanî davet’ metodunun parçasıdır. Hiç kimsenin farazi düşüncelerle Müslümanları bu meşru araçlardan men etme hakkı yoktur. Kitaba ve Sünnete dayalı olmayan hassasiyet, takva değil aşırılıktır. Unutmamak gerekir ki takva ile aşırılık arasında ince bir çizgi vardır. Biri ‘Merğub’ iken, biri ‘Menfur’dur. Hariciler yeryüzünün en hassas insanlarıdır. Ancak Kitaba ve Sünnete dayalı olmayan bu korku ve hassasiyet, Allah subhanehu ve teâlâ adına, Allah’ın subhanehu ve teâlâ cennetle müjdelediklerini tekfire kadar varmıştır. Ne büyük ironi! Ne akıl almaz bir son!!! Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızasına erişmek adına, Allah subhanehu ve teâlâ dostlarına eziyet etmek…
İşte bunun gibi somut delillere dayanmayan her türlü hassasiyet, sahibini Allah ve kul hakkında sıkıntıya sokacaktır.
Bu araçların kullanımı hakkında tafsilat esas olup, aslı itibarıyla meşru ve Rabbani davet metodunun parçasıdır. Bu asrın panayırları, toplanma yerleri, kitlelere ulaşmak için çıkılan yüksekçe yerler mesabesindedir. Bu yönüyle Müslümanların rağbet etmesi gerekir. Bununla beraber; kuruluş ve işleyişte içine düşülecek yasaklar olması halinde bunlardan uzak durulması gerekir. O zaman aslı meşru olmakla beraber, ortaya çıkan özel durumlardan dolayı meşruiyetini yitirmiş olur. Ancak iddia edilen yasaklar açık, zahir ve delile dayalı olmalıdır. Faraza, hayal mahsulü fantazileşmiş hassaslığa dayanmamalıdır.
Kuruluş Aşamasında Ortaya Çıkabilecek Yasaklar
a. Tüzükten kaynaklı problemler: Yaşadığımız sistemin tağuti bir sistem olduğu su götürmez bir hakikattir. Küfrü gelenek haline getirip, insanların her alanda kendine kulluk etmesi üzere kurgulanmış bir sisteme sahiptir. Bu sebepten dolayı Müslümanlar dikkatli olmalıdır. Herhangi resmiyet gerektiren işlemde, sözleşmeler güzelce okunmalı, yasaklara düşmekten sakınmalıdırlar.
Dinde sıkıntıya sebep olacak bir madde veya istek varsa onu reddetmeli yerine İslami bir madde koymalıdırlar. Ancak asla tavize yanaşmamalı, Allah’ın subhanehu ve teâlâ gazabına düçar olmak pahasına onun rızasına ulaşma iddiasındaki ironiye düşmemelidir. Allah subhanehu ve teâlâ temizdir ve ancak temiz olanı kabul eder. Dinde, özellikle de itikadî alanda verilen tavizler o ameli batıl kılar. Allah’ın subhanehu ve teâlâ yanında hiç hükmünde olmasıyla beraber, sahibine vebaldir.
Söz konusu araçlar kuruluş ve inşa aşamasında bu noktada irdelenmelidir. Her ihtimale karşı, İslami esaslara dayalı tüzük oluşturulmalı, inanç ve amaç ortaya konmalıdır.
b. İşleyişte meydana gelebilecek problemler: Aslı meşru olan bu araçlar işleyiş esnasında ortaya çıkacak bazı yasaklardan dolayı meşruiyetini kaybedebilir. Bu konu çok geniş olmakla beraber, en bariz hallerine bazı örnekler verelim.
İnancın gizlenmesi: Bu araçların devamı ve elden çıkma endişesiyle hakkın anlatılmaması…Tağutların istediği ve tehlike görmediği kadarıyla yetinilmesi.
İslam’da açık olan haramların işlenmesi: İslam’da yasaklanan unsurların bu meşru araçlarda işlenmesi, o işin meşruiyetini zedeler… İçki, müzik, kadın-erkek ihtilatı, haramların reklamının yapılması vb.
Aracın amaç haline gelmesi: Bunların araç olduğunu unutup, amaç ve asıl gayeymiş gibi hareket etmek. Bu menhecî sapmadır. Muhakkak beraberinde ameli ve itikadi sapmalar da meydana gelecektir.
Unutulmamalıdır ki, asıl gaye Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinini insanlara ulaştırma, tevhide gönül verenlerle bu dinin hakimiyeti için çalışmaktır. Bu kurum ve unsurlar bu amaca hizmet eden araçlardır. Dava ve menhec bu kurumlar üzerinden okunamaz. Asıl olan mücadelenin ve hedefin selametidir. Yeri geldiğinde bu kurumlar kapatılabilmeli, işlevini yitirdiğinde başka araçlar aranmalıdır.
Bunlar amaç haline gelirse, daha fazla insan, daha fazla organizasyon sevdası, nitelikli insan yetiştirme ve onlarla mücadeleye katkıda bulunmayı unutturur. Sayı ve kalabalıkla yetinilir. Toplumsal kabul, reyting, satış reklamları başarı göstergesi olarak kabul edilir. Oysa bu araçlar, özel davet ve dinin hakimiyetine yardımcı olacak unsurlardır.
Daha fazla satmak, daha fazla izlenmek, daha fazla faaliyet ve organize adına Allah’ın subhanehu ve teâlâ hoşnut olmadığı insanlarla ilişki içine girilecek, insanlar onların meş’um fikirleriyle zehirlenecektir.
Bu noktada iç mekanizma oluşmalıdır. Yapının kendini denetleyen, menhecine bağlı bireyler yetişmelidir. Ayrıca uyarı ve nasihatlere kulak verilmeli araçların amaç haline gelmesinin önüne geçilmelidir.
Sözün Özü
Müslümanların dergi çıkarması, televizyon kanalı açması, dernek kurması, internet siteleri kurması ve bunları İslami çalışmada araç olarak kullanmasında asıl itibarıyla sorun yoktur. Ancak kurulma ve işleyiş esasında meydana gelebilecek sıkıntılar olabilir. Bunlara dikkat edilmelidir. Bu sıkıntıların varlığı durumunda, bu araçlar meşruiyetini yitirir.
Bu konuda endişesi olan Müslümanlar olabilir. Şayet bu davaya olan bağlılıkları ve kardeşlerinin selametine olan düşkünlüklerinden kaynaklanıyorsa, bu Müslümanlar için rahmettir. Böyle Müslümanların olması, her daim şükür kaynağı olmalıdır. Onlar sapmaların önünde engeldir. Diyalog ve karşılıklı paylaşımlarla bu endişeler giderilmelidir.
Bu noktada önemi ve lüzumu gereği bir konuya dair bakış açımızı ve kardeşlerimize tavsiyemizi beyan etmekte fayda görüyorum. Eleştirilere karşı nasıl tutum olmalı, nasıl karşılık vermeliyiz.
Öncelikle eleştirinin varlığı hareketler için rahmettir. Bir yapı ihsan ilkesini çalışmalarında esas alacaksa, eleştiriye açık olmalıdır. Hiçbir şey başlangıcında kemale eremez. İşleyiş esnasında yapılan ıslah ve yenilikler o çalışmayı mükemmele doğru götürür. Bu anlamda iç ve dış eleştiri çok önemlidir. Bu dayanışmayı artırdığı gibi, çalışmaları kemale götürür. Bu mekanizmanın adı yapıcı eleştiridir. Bununla beraber; münafıkların moral bozmak, yapılan işleri ağırlaştırmak, yarı yolda bırakmak için kullandıkları en tehlikeli silah eleştiridir. Bu da yıkıcı eleştiridir. Ve bu ikisi arasında ince bir çizgi vardır. Çünkü münafıklar da İslam toplumunun zahiri üyeleridir. Bu noktaya dikkat edilmeli, yapıcı eleştiriye teşvik edilmeli, yıkıcı olanın önü alınmalıdır. Allah subhanehu ve teâlâ, münafıkların savaşa çıkmasını bu sebepten engellemiştir. Çünkü eleştirileriyle müminleri zayıflatacak, onların moralini bozacakdır (bkn; Tevbe 47-48). Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem yapıcı eleştiri oluşması için ashabıyla istişare ediyor, onlardan gelen her türlü öneriyi dikkatle dinliyordu.
İslami bir yapı olarak herhangi bir eleştiri karşısında şu adımları izlemeliyiz:
1. Eleştiri yapanın mücadele sahasında olması: Müslümanları eleştiren şahıslar, İslami sahada çalışan ve bilinen insanlar olmalıdırlar. İslam için dikili bir tek ağacı olmayanların Müslümanları eleştirme hakkı yoktur.
Saha içerisinde olmayanların mücadeleyi, ruhunu ve gereklerini anlamaları mümkün değildir. Bu tiplerin genelde moral ezmeye endeksli eleştirileri olur. Çalışma ve bireyler bu tip eleştirilerden korunmalıdır.
2. Bariz problemlere sahip, hastalıklı insanlar olmamaları: Eleştiri yıkıcı olduğunda Müslümanları olumsuz etkilediği gibi psikolojik olarak sahibini rahatlatır. Yapamadıklarına haset edenler, kıskananlar; yapabilenleri eleştirerek kendilerini rahatlatırlar. Bu tipler Allah’a subhanehu ve teâlâ kulluk yapamadıkları gibi mü’minlere kardeş de değildirler. Sorun yaşamadıkları insan yok gibidir. Kendilerine sınırsız tolerans beklerken, başkalarına karşı çok sert ve hassastırlar.
İslam toplumunun kalbi hastalıklı tipleridir. Ne tam İslam’a gönül verebilirler, ne de fıskı tam manasıyla yaşarlar. Her zaman iki şey arasında sıkışık ve huzursuzdurlar. Huzursuzluklarının faturasını Müslümanlara keserler. Bunun dışa yansıması da eleştiridir. Yapılan hiçbir şeyi beğenmez muhakkak eksik bulurlar. Ancak hayatlarında hakkını vererek yaptıkları hiçbir şey yoktur. Yapamadıklarını bastırdıkları bu yol, üzerlerine sinen iş gibidir. Onlar görünmediğini sanır, ancak kokusu kilometrelerce öteden hissedilir. Sineğin sağlam bedende yaraya konduğu gibi, her daim bardağın boş tarafını görürler. Bu tiplerin eleştirileri kaale alınmamalı, yokmuş gibi davranılmalıdır. Çünkü bunlar kaale alındıkça nefsi tatmin olan ve eleştiri hakkının kendilerine teslim edildiğine inanan insanlardır.
3. Eleştiri konusunun içtihadi olmaması: İçtihadi konularda eleştiri olmaz, herkes kendine ve şartlarına uygun olanı yapar. Bu konularda fikir alışverişi olabilir, kimse kendi doğrusunu karşısındakine dayatmaz. Bu tip konularda tartışma anlamsız ve vakit kaybıdır.
4. Eleştirinin muhkem ölçülere dayanması: Yapılanın yanlışlığına dair açık nass bulunmalıdır, aksi halde insanların akıllarının ve duygularının sınırı yoktur. Bir aklın hoş görmediğini, bir başka akıl hoş görebilir. Duygular da böyledir. İnsanların duygularını, yetişme şekilleri ve mizaçları belirler. Her insanın duygusu ve olaylara tepkisi farklıdır. Hiç kimsenin kendi mizaç ve karakterini Müslümanlara dayatma hakkı yoktur. Açık verilere dayanmayan eleştiri ya akli ya da duygusaldır. İkisi de sonuca götürecek etkenlerden değildir.
Bu noktada gereksiz hassasiyetlere dikkat etmeliyiz. Konu içinde dikkat çektiğimiz gibi ölçüsü olmayan hassasiyet, sahibine ve Müslümanlara zarar verir. Faraza ve ihtimallerle eleştiri olmaz. Bir insanda göz olması, onun harama bakma tehlikesi var demektir, bu ihtimalle gözü eleştirmek ve kullanmayalım demek ölçüsüz hassasiyet olduğu gibi; meşru davet araçlarını faraza ve ihtimaller sebebiyle kullanmayalım deyip eleştirmek de böyledir. Ve bu hassasiyet, günün birinde insanı helaka götürecektir. Haricilerde olan hassasiyet bunun en güzel örneğidir. Örneğin; Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem Taif dönüşü ‘Neden müşriklerin korumasına girdi, Allah’a tevekkül etmesi gerekmez miydi?’, ‘Ecel Allah’ın subhanehu ve teâlâ elinde değil mi?’, ‘O dilemezse kimse zarar veremez; akidemizin bir parçası değil mi?’, ‘Neden azimeti tercih etmedi?’, ‘Ashabı o durumdayken onun gerek amcası, gerek girdiği himayeden dolayı işkenceden muaf kalması doğru mu?’, ‘Yanlış anlaşılmaya sebep olmaz mı?’…
Sorular, sorular, sorular… Gereksiz hassasiyetle Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem eleştirebilirsiniz. Allah subhanehu ve teâlâ muhafaza bu noktaya dikkat etmeliyiz. İnsanların ölçüsüz ve hamasete dayalı hassasiyetleri kendilerini bağlar.
Bunun yanında sahibinin İslami mücadele sahasında olduğu, Müslümanların elinden, dilinden selamette olup, eleştirisi nassa dayalı her insan ve kurum rahmet olarak görülmeli, detaylı dinlenmeli, anlamaya çalışılmalıdır. Haklı bulunan noktalarda tevbe edilip, geri dönülmeli, yanlış anlaşılmalarda endişeler giderilmelidir.
Bu yazı iki tür eleştiriye cevap mahiyetinde ele alınmıştır. Kendilerine her daim müteşekkir olduğumuz, hürmetimizden ellerinden öpmeyi şeref kabul ettiğimiz büyüklerimizin endişelerini gidermek maksadıyla lafı uzattık. Yazıda yer alan bazı olumsuz ifadelerden dolayı helallik isteriz, hiçbiri onlara yönelik değildir; yıkıcı eleştiri yapıp, buna ehil görmediğimiz, ne idüğü belirsiz şahıslara yönelik kullanılmış ifadelerdir. Yapıcı eleştirileriyle kardeşlerini nasihatten mahrum bırakmayan tüm hocalarımızdan ve büyüklerimizden Allah subhanehu ve teâlâ razı olsun.
İlk Yorumu Sen Yap