Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd, Rasûl’üne salât ve selam olsun..
Her sorumluluk bir emanettir. Emanetin zikredildiği yerde iki kavram belirir. Eda ve Hıyanet. Öyleyse her Müslüman hayatında emanet olan sorumluluklarını gözden geçirmeli, hıyanet ehli mi vefa ehli mi belirlemelidir.
Evet kardeşim! Bir önceki hasbihalimizin konusu buydu… Her birimizin İslamî dava adına sorumluluklarımız var. Kimimiz hoca, kimi talebe, kimi amir, kimiyse memur. Birimiz yüzlerce insandan, bir diğerimiz bir veya iki kişiden sorumlu. Kimimiz dinleme sorumluluğunda, kimimiz konuşma. Bir kısmımız düşünme, bir diğeri uygulama. Ancak şu bir gerçek ki; her birimizin dava içinde sorumluluklarımız var. Ve bu sorumluluklar Müslümanların bize emanetidir. Bizler de ya sadık ve eminlerden veya hain ve yalancılardan -Allah korusun- olmak durumundayız.
Genel hatlarıyla diyebiliriz ki bize verilen sorumluluğu istenildiği şekilde yerine getirmek eminliktir. İnsanî acziyetimiz ve kaderî sebeplerden sorumluluklarımızın hakkını veremeyebiliriz. Bu durumda Allah’a subhanehu ve teâlâ tevbe ve istiğfarla yönelip, ilgili insanlardan helallik dilemek ve çözüm arayışında olmakla sorunu hafifletmiş oluruz. İslamî hareket hatasız insanlar zümresi değildir. Adem’den aleyhisselam başlamak üzere her asrın hidayet öncüleri hatalar yapmıştır. Adem aleyhisselam yasaklı meyveden yemiştir. Yunus aleyhisselam sorumluluk alanını terk etmiş, Musa aleyhisselam insan öldürmüş ve kendi gibi Peygamber olan Harun’un aleyhisselam saç, sakalından çekiştirmiştir. Sorumluluk alanlarında yaptıkları bu hatalar onları -haşa- hain kılmamıştı. Bunun nedeni şu ayetlerde davrandıkları gibi olduğundan dolayıydı.
“Dediler ki: ‘Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.’ ” (7/Araf, 23)
“Derken Adem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı. Bunun üzerine (Allah da) tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.” (2/Bakara, 37)
“Balık sahibi (Yunus’u da an); hani o, kızmış vaziyette gitmişti ki; bundan dolayı kendisini sıkıntıya düşürmeyeceğimizi sanmıştı. (Balığın karnındaki) Karanlıklar içinde: ‘Senden başka ilah yoktur, sen yücesin, gerçekten ben zulmedenlerden oldum’ diye çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine duasına icabet ettik ve onu üzüntüden kurtardık. İşte biz, iman edenleri böyle kurtarırız.” (21/Enbiya, 87-88)
“(Musa yalvarıp) Dedi ki: ‘Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kat. Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın.’ ” (7/Araf, 151)
Tüm Rasûller sorumluluklarını en güzel şekilde yerine getirdiler. Emanetleri eda edip hakkını verdiler. Bununla beraber zikrettiğimiz örnekler de yaşandı. Bu örnekler hareket mensupları için nimettir. İnsanlığımızdan kaynaklı hata işleme, emanetlerde sorumsuzluk halinde bizlere yol göstericidir.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ashabı da böyleydi. Onlar en hayırlı yardımcılardı. Ancak zaman zaman hata işleyip sorumluluklarını yerine getiremediler. Uhud günü Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem itaatsizlik ettiler. Büyük hezimete sebep oldular. Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem, çok azı müstesna bırakıp kaçtılar. Benzer bir durum Huneyn günü de yaşanmıştı. Münafıklar onun sallallahu aleyhi ve sellem pak zevcesine iftira atınca, bazısı bu furyaya iştirak etti. Rabblerine tevbe ve istiğfarla inabet edip, Allah Rasûlü’nden ve müminlerden helallik istediler…
Genel hatlarıyla hıyanet ise; sorumlulukları istenilen şekilde yerine getirmemektir. Bunun sebebi günahlar, yalan, olmadığı gibi görünme, olduğu halde bunları kabullenmeme ve sürekli mazeret üretmek suretiyle nefsi temize çıkarmaktır. Allah’a subhanehu ve teâlâ sığınırız. Bu bir haldir. İçine düşenin samimiyet ve Rabbin yardımına dayanarak çıkması şarttır. Yoksa insan, her günü bir öncekine nispetle daha da şer olan bir cehennem çukurunu hazırlar kendi için. Çünkü en çirkin akıbet olan ‘duyarsızlaşma’ baş gösterir. Önce hain oluşuna, sonra akıbetini bildiği halde sonuna karşı duyarsızlaşır insan.
Yukarıda zikredilen örneklerden Uhud gününü tekrar ele alalım. Savaş başlamadan emanetlere hıyanet edip yoldan dönenlere münafık/hain diyoruz. Savaş içinde bırakıp kaçanlara ise hata edip, tevbeleri kabul olunan güzide insanlar. Veya Tebuk günü… Ka’b bin Malik ve arkadaşları radıyallahu anhum dünya rahatını tercih edip cihaddan geri kaldılar. Aynı sebeplerle seksen civarında insan da geri kaldı.. Ancak bu çoğunluğa nerdeyse isimleri zikredilecek münafıklar diyoruz. Ka’b bin Malik ve arkadaşlarına ise tevbesi kabul edilmiş müminler.
Evet Kardeşim! Hasbihalimizin en can alıcı yerindeyiz. Aynı gerekçelerle aynı fiilleri işleyen insanlar var. Bir grup münafık. Bir diğeri Allah Rasûlü’nün güzide ashabı…
İki grup da insan olmaları, nefis taşımaları hasebiyle dünyaya meyledip sorumluluklarını yerine getirmediler. Münafık dediğimiz zümre; hatasına rağmen nefsine toz kondurmayan, mazeretler üretmek suretiyle Rasûl’ü sallallahu aleyhi ve sellem ve müminleri kandırmaya çalışanlardır. Cihaddan geri kaldığı halde kahramanlık pozları sergileyen, insanların namusuna tasallut ettiği halde iffet timsali olan, hırsızlık yaptığı halde dürüstlük konferansları veren insanlardır.
Bir diğer grup hatasını, zaafını kabullenen, tevbeyle Rabbine, helallik ve özürle kardeşlerine yönelendir.
İşte fark budur. Aynı amelin doğurduğu farklı sonuçların nedeni bu ince çizgidir. Kardeşim tekrar yineleyelim. İslamî hareket hatasız insanlar topluluğu değildir. Ancak hainler zümresi hiç değildir. Bu zümre, hata yapan, yapacak olan ve hatasında hidayet imamlarının yolunu izleyenler zümresidir. Bize düşen ciddiyet ve eminlik sıfatıyla sorumluluklarımıza sarılmamızdır. Hata yapma, istenileni yerine getirmeme durumunda tevbe ve helallikle sorunu çözmedir. Bunun aksi ise hıyanettir.
Emanet ve hıyanet mefhumunu genel hatlarıyla çizmekle beraber; daha iyi anlaşılması için vakıadan bazı örnekler vermek yerinde olacaktır.
1. Olmadığı Gibi Görünmek
Bu hıyanetlerin en büyüğüdür. Henüz emanete muhatap olmadan onda hain olmaktır. Şöyle izah edebilirim:
İslamî hareket görev paylaşma esasına dayalıdır. Ve Müslümanlar birbirlerinin zahirine göre muamele ederler. Yani biz kendimizi nasıl gösteriyor, ne ile tezahür ediyorsak o şekilde muamele görmüş oluyoruz. Bu halimizle bize düşen sorumluluğumuzu da belirlemiş oluyoruz. Çok hassas, adaletli, haklar konusunda titiz bir portre çiziyoruz. Gerek konuşmalarımız, gerek insanları yargılamamızda hep bu yönümüzü ön plana çıkarıyoruz. Bulunduğumuz hareket içerisinde mali sorumluluk gerektiren bir iş oldu. Göründüğümüz kadarıyla bu işe en uygun insan bizizdir. Ve buna bağlı olarak bu iş bize verilecektir. Şayet, göründüğümüz hal ile hakikatimiz aynıysa bu nur üstüne nurdur. Yusuf aleyhisselam misali ehil bir göreve gelmiş olacak ve kulluğumuza katkısı olacak bir görevle şerefleneceğiz.
Peki hakikat bu değil de farklıysa?! Bizde paraya ve mala karşı zaaf varsa! Koyun kurda teslim edilmiş olacak. Düşünelim ki zaafımızdan dolayı bize emanet edilen mallardan çaldık, israf ettik, çar-çur ettik. Yani emanete hıyanet ettik. Burada sorumluluk kime aittir? Bizlere… Çünkü olmayan sıfatlarla tezahür ettik ve buna bağlı olarak sorumluluk aldık. Evet kardeşim unutmamalıyız, İslamî hareket görev paylaşımı esası üzere kuruludur. Ve her insana tezahür ettiği sıfatlara uygun görev verilir.
Bundan olsa gerek Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
“Kendinde olmayan sıfatlarla tezahür eden iki yalan elbisesini giymiş gibidir.” (Buhari, Müslim) buyuruyor.
Bizler Allah’a, Rasûl’üne ve müminlere karşı sadık olmak zorundayız. Bir sıfat bizde olmadığı halde, varmış gibi görünmeyle, olmuş olmaz. Bunun yolu Allah’a subhanehu ve teâlâ yönelmek ve nefisle mücadeledir. Olmasını istediğimiz ‘mış gibi yapmakla’ olmayacağı gibi, altından kalkılmaz işler açar başımıza. Ehil olmadığımız görevlere getirilmek bunlardan biridir.
Hepimizin ortak kabulüdür ki, dava yolu aile yoludur. Musibetler davanın olmazsa olmazlarıdır. Her hareket öncü/örnek şahsiyetler ve onlara tabi olan, onları takip eden insanlardan oluşur. Musibet her insanın konumuna göredir. Bundan dolayı en ağır imtihan öncülerin başına gelir. Öncü ve örnek olmak belli fedakarlıklar ister. Her Müslüman öncülerden olmak ister. Öncü insanlar etkiledikleri ve davaya kazandırdıkları insanların ecirlerine ortaktırlar. Ancak olmasını istemekle, olmak farklı şeylerdir.
Örneğin; içinde yaşadığımız sistemde zindan, hicret vb. sıkıntılar kaçınılmazdır. Musibet bu harekete takdir edildiğinde, herkes tezahür ettiği sıfatlara göre nasibini alıyor. Kendinde bulunmayan sıfatlarla tezahür edenler imtihanın altında eziliyor, dayanamıyor, sabır ve direnç gösteremiyor. Kendini ve dava arkadaşlarını zor durumda bırakmış oluyor. Sebep: ‘Varmış gibi yaptığı sıfatlar…’ Müslümanların musibetlerini ağırlaştıran, zindanlarını zindan, hicretlerini firak kılan bu tip insanlardır.
Her birimiz insan olarak ‘takdir edilme, kabul görme’ fıtratıyla yaratılmışızdır. Her ortamda insana artı değer katan bazı sıfatlar vardır. İslam’ın öğretisi, her Müslümanın güzel sıfatları elde etmeye çalışmasıdır.
Bu mümkün olmadığında çabalamakla beraber, Allah subhanehu ve teâlâ kendine yönelmemizi, acziyet ve ihtiyacımızı O’na açmamızı ister. Yol budur. O sıfatları elde edemeyebiliriz. Ancak dualarımız, nefsimizin haddini bilme, çabalarımız bizler için kazançtır. İsteyip de elde edemediğimiz bir sıfat ‘helak nedenimiz’ olabilir. Bunu bilecek olan Allah’tır.
Örneğin İslamî ortamda cesaret güzel sıfatlardandır. Ve biz bu sıfata sahip olmak istiyoruz. Bunun için gerekli olan adımları attık. Allah’ın subhanehu ve teâlâ isim ve sıfatlarını, dünyanın değersizliğini, ölümün yazıldığı anda geleceğini, korkunun yazılanı öne alıp, ertelemeyeceğine dair bilgilendik. Bu konuda salihlerin hayatını okuyup, asrımızda cesaret timsali mücahid ve davetçileri örnek aldık. Dualarımızda Allah’a subhanehu ve teâlâ yönelip, O’ndan istedik. Ancak bir türlü bu sıfatı elde edemedik. Belki bunu nasip etmeyen Allah’tır subhanehu ve teâlâ. Cesaret bizi azdırıp, zulme sevk edecektir. Korku nedeniyle yapamadığımız şeyleri, cesaretle işleyeceğizdir. Hikmetiyle bu sıfatı bize takdir etmedi.
Kaybımız yoktur. Dualarımız, çabalarımız, Allah’a subhanehu ve teâlâ yönelişimiz, hayra talip oluşumuz ve cesaretin gerekli olduğu amellere ‘sadık niyetimiz’ onu yapanlarla bizi aynı mertebeye taşır. Belki istediğimiz sıfatı elde edemedik ancak Allah subhanehu ve teâlâ katında ondan çok daha hayırlı bir çok sıfata sahip olduk.
Bir de ikinci yolu düşünelim. Cesaretliymiş gibi göründük. Bu sıfatla tezahür ettik. Cesaret gerektiren her işte gözü kara ve atılgan izlenimi oluşturduk kardeşlerimizde. Peki cesur olabildik mi? Asla! Ve buna yönelik karşılaşacağımız ilk imtihanda foyamız meydana çıkacaktır. Hem Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızasından hem de müminlerin takdiri ve kabulünden mahrum olduk. Allah’a sığınırız.
Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Bundan daha hayırlı olanı, her birimizin kendi muhasebemizi yapmasıdır. Hangi sıfatların nefsimizde olmasını istiyoruz? Ve bunları elde etmek için hangi yolu izliyoruz. Sadıkların yolunu mu? Hainlerin yolunu mu?
Bu hasbihalimizde bir misal vermiş olduk. Bize emanet edilen sorumluluklarda olmadığımız gibi görünmek ihanetin ilk adımıdır. Emanet ise sadık olmaktır.
Allah’ım! Senden nefsimiz, kardeşlerimiz ve İslam davası adına sorumluluk almış tüm Müslümanlar için sıdk istiyoruz. Nefsimizin acizliği, sana olan ihtiyacımız sana ayandır. Bizleri yardımsız bırakma. En güçlü dost ve en sadık vekil sensin.
İlk Yorumu Sen Yap