İsa’nın (as) İlahlaştırılma Süreci

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Yüce Allah her birinize af ve afiyet ihsan etsin. Sizi sevdiği ve razı olduğu kullardan kılsın. Sizleri maddi ve manevi hastalıklardan korusun. Yüce Allah’a hamdolsun, ben iyiyim.

Miladi takvime göre 1 Ocak 2022 yılındayız. Biz Müslim ve muvahhidler için hiçbir anlam ifade etmeyen yılbaşına başka bir açıdan bakacağız. İsa’nın (as) ilahlaştırılma sürecine odaklanacak, sebepleri ele alacak ve dersler çıkarmaya çalışacağız. Gerçekte putperest bir kutlama olup zamanla Hristiyanlıkla özdeşleşen yılbaşı özelindeki hasbihâlimizde, İsa’nın (as) ilahlaştırılması konusunu işlerken bize kaynaklık edecek bir ayet ve bir hadis vardır:

“Hani Allah demişti ki: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Allah’ı bırakıp beni ve annemi ilah edinin.’ diye söyledin? Dedi ki: ‘Seni tenzih ederim! Hakkım olmayan bir şeyi söylemem (doğru) olmaz. Şayet söylemiş olsam elbette sen bunu bilirdin. (Çünkü) sen, bende olanı bilirsin, bense sende olanı bilmem. Şüphesiz ki sen, gaybı bilensin. Ben onlara, bana emrettiğin: ‘Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’ (buyruğu) dışında hiçbir şey söylemedim. Aralarında olduğum süre içinde (onların yaptıklarına) şahittim. Beni kendi katına aldığında (artık onların ne söylediğini ve ne yaptığını bilmem mümkün değildir). Sen onların üzerinde gözetleyicisin. Sen her şeyin üzerinde şahit olansın.’ ”[1]

Ayet göstermiştir ki İsa (as), vefatından sonra ilah edinilmiştir. Ve yine göstermiştir ki bu ilahlaştırma onun bilgisi dışında ve ona rağmen gerçekleşmiştir. Kur’ân’ın işaret ettiği bilgilerin peşine düşmek, o konuda derinleşmek (tefekkuh etmek) ve dersler çıkarmak bir ibadettir. Biz de ilahlaştırma sürecini anlamaya çalışacağız.

Ebu Saîd El-Hudrî’den (ra) Allah Resûlü’nün (sav) şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“ ‘Muhakkak, sizden önceki ümmetlerin yoluna karış karış, arşın arşın uyacaksınız. Hatta onlar bir kelerin deliğine girseler sizler de onları takip edeceksiniz.’

Bizler, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Bu ümmetler Yahudiler ile Hristiyanlar mıdır?’ diye sorduk.

Allah Resûlü de (sav), ‘Başka kim olacak?’ dedi.”[2]

Allah Resûlü’nün (sav) sözü göstermiştir ki İslam ümmeti adım adım Hristiyan ve Yahudilere uyacak, yoldan sapacaktır. Onların izinden gitmemek için onları ve nasıl saptıklarını bilmek, bir zorunluluktur.

Yazıda şöyle bir usul izleyeceğiz: Önce Hristiyanların İsa’yı (as) ilahlaştırma sebebini ele alacak, İncillerden ve onların tarihinden deliller aktaracağız. Sonra o sebebin İslam ümmetindeki izdüşümlerine işaret edeceğiz. Böylece tarihimizdeki hem Allah Resûlü (sav) öncesindeki[3] hem de ondan sonraki sapmalara dikkat çekeceğiz. Çaba bizden, başarı Allah’tandır.

1. İsa Peygamber’in Ayetleri/Mucizeleri

Hristiyanların İsa’yı (as) ilahlaştırma sebeplerinden biri; onun mucizelerini/ayetlerini yanlış yorumlamalarıdır. Örneğin onlar İsa’nın (as) babasız doğmuş olmasını, onun ilah olmasına delil almışlardır.[4] Yüce Allah onların bu yaklaşımını şöyle çürütmüştür:

“Şüphesiz İsa’nın Allah yanındaki durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona: ‘Ol!’ dedi, o da oluverdi. Hak Rabbindendir. Sakın şüphecilerden olma.”[5]

Âdem (as) hem annesiz hem de babasız vücuda gelmiştir. Şayet bu durum, birine uluhiyet isnat etmeyi gerektiriyorsa öncelikli olarak Âdem’i (as) ilah edinmeleri gerekirdi. Âl-i İmran Suresi’nin 59. ayeti bir yönüyle İsa’nın (as) yaratılışına ışık tutarken diğer yönüyle de Hristiyan kıyasının batıllığına işaret etmiştir.

İsa’nın (as) -Allah’ın izniyle- ölüleri diriltmesi ve hastaları tedavi etmesi de Hristiyanlar için itikadi bir fitneye dönüşmüştür. Yüce Allah’ın azamet ve kudretine delil olan ayetleri İsa (as) ile ilişkilendirince Allah’ın (cc) değil, onun yücelik ve azametine delil kabul etmiş, “Bunları ancak bir ilah yapabilir.” sonucuna ulaşmışlardır. Kur’ân-ı Kerim, kullandığı titiz dil ve ısrarlı vurgularla bu hatayı şöyle düzeltmiştir:

“İsrailoğullarına resûl olarak (gelecek ve diyecek ki): ‘Gerçekten ben size Rabbinizden bir ayetle geldim. Size çamurdan kuş sureti yapacağım, ona üfleyeceğim. Allah’ın izniyle kuşa dönüşecek. Kör ve alaca hastalarını Allah’ın izniyle hastalıklarından kurtaracak, ölüleri dirilteceğim. Evlerinizde yediğiniz ve zahire olarak depoladıklarınızı size haber vereceğim. Şayet müminseniz hiç şüphesiz bunda, sizin için (ibret alınacak) ayet vardır.’ ”[6]

Gösterdiği ayetlerin “Allah’tan bir ayet” ve “O’nun izniyle” gerçekleştiğine dair yapılan tekrarlı vurgu, resûllerin ayetleriyle/mucizeleriyle şirke düşmeye engel olmak içindir. İlginçtir; bu dilin benzeri İncil’de de vardır. Ancak bu, Hristiyanların şirke düşmesine engel olamamıştır.[7]

“İsa, Rabbin gücü sayesinde hastaları iyileştiriyordu.”[8]

“Ben cinleri Tanrı’nın eliyle kovuyorsam Tanrı’nın egemenliği üzerinize gelmiş demektir.”[9]

Yine ellerindeki İnciller İsa’nın (as) dilinden, sahte mesih ve peygamberlerin de harikalar gösterebileceğini,[10] İsa’dan (as) her ayet/mucize istendiğinde gösteremeyeceğini[11] açıklamıştır. Ancak bu açık ifadeler, İsa’yı (as) ilah edinmelerine engel olamamıştır.[12]

İsa’nın (as) yaratılışındaki olağanüstülük ve onun Yüce Allah’ın varlığına ve birliğine dair gösterdiği ayetler/mucizeler Hristiyanlar için fitne olduğu gibi İslam ümmeti için de fitne olmuştur. İslam ümmetine mensup bir grup önce Allah Resûlü’nün (sav) yaratılış ve yaratılış gayesine dair hadis uydurmuş, sonra da onu beşer üstü göstermeye çalışmışlardır:

“Şayet sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.”[13]

Hristiyanlar her şeyin İsa (as) için ve onun vasıtasıyla yaratıldığını iddia etmişti.[14] İslam mistikleri de her şeyin Allah Resûlü (sav) için yaratıldığı yalanını uydurdular. Daha da ileri gidip her şeyin ondan yaratıldığını iddia ettiler:

“O, kabrinde bir hayatla diridir.

Tüm canlılar onun hayatıyla hayattadır.

Dünya ve ahiret senin kerimendendir.

Levh-i Mahfuz ve onu yazan kalem senin ilmindendir.”

Oysa Allah Resûlü (sav), herhangi bir şeyin kendisi için yaratılması şöyle dursun, kendisiyle veya yakınlarıyla ilişkilendirilmesine dahi karşı çıkmıştır:

Muğire ibni Şu’be’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü Dönemi’nde, oğlu İbrahim’in öldüğü gün Güneş tutulmuştu. Bunun üzerine insanlar, ‘Güneş, İbrahim öldüğü için tutuldu.’ demeye başladılar.

Allah Resûlü (sav) ise onların bu sözünü duyunca şöyle buyurdu: ‘Güneş ve Ay, hiç kimsenin ne ölümü ne de hayatı dolayısıyla tutulur. Siz Güneş’in ve Ay’ın tutulduğunu görürseniz namaz kılın ve Allah’a dua edin.’ ”[15]

Bir başka aşırılık örneği her şeyin onun (sav) nurundan yaratıldığını iddia eden Hakikat-i Muhammediye/Nur-u Muhammedî teorisidir:

“İslam mutasavvıfları, Hristiyanlara bir rekabet olarak Nur-u Muhammediye hikâyesini uydurmuşlardır. Bu hikâye tasavvuf kitaplarının pek çoğunda bulunmaktadır. Şöyle ki; miladi dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda, milyonlarca Hristiyan, İsa’ya (as) Allah diye taparken; Müslümanların, Muhammed’i (sav), Âdemîler (insanlar) sırasında tutmuş olması bu iki şahsiyete gösterilen sevgi ve saygı derecesinde bir denksizlik doğurabilirdi. Dolayısıyla İslam mutasavvıfları, iki resûlün arasındaki bu farkı kaldıracak bir nazariyye kabul ettiler: Muhammed (sav) insan olmakla beraber onda hilkatten önce yaratılmış bir nübüvvet nuru vardır. Âdem’de (as) parlayan bu nur, kendi evlad ve ahfadına geçerek nihayet Muhammed’de (sav) karar kılmıştır. Bu esasa göre Muhammed (sav) bütün insanlardan önce yaratılmış ve bütün peygamberlerden sonra gönderilmiştir. O, Allah’ın yarattıklarının ilki ve Allah elçilerinin sonuncusudur. Âdem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa’dan önce yaratılmış olan Nur-u Muhammedî’nin mertebesine erişmiş hiçbir peygamber yoktur.”[16]

2. Mecazi İfadeleri Saptırmak

Her dilde zaman içinde gelişmiş mecazi kullanımlar vardır. O dili kullananlar, mecaz ile hakikati rahatlıkla ayırt edebilirler. Hristiyanlar mecazi kullanımları hakikat olarak algılayınca İsa’yı (as) ilahlaştırma sürecine girdiler.[17] Bunların başında baba ve oğul kelimelerinin kullanımı gelir. Yahudi geleneğinde bir şeyin üstünlüğünü ifade etmek için baba, yakınlığı ve seçkinliği ifade etmek için de oğul kelimesi kullanılırdı. Tevrat’ta aynı kullanım sıkça yer almasına rağmen Yahudiler, bu ifadeden yola çıkarak kimseye ilahlık isnat etmediler. Aynı gelenekten gelen Hristiyanlar ise bu mecazi ifadelerden yola çıkarak İsa’yı (as) ilahlaştırdılar. Şayet o, Babanın oğluysa, Babadan bir parçadır ve bir şeyin parçası, onun cinsindendir, gibi batıl bir çıkarım yaptılar. Gerek Tevrat’ta gerek de İncil’de bu mecazi söylemin herkes için kullanılması dahi onların şirke düşmesine engel olmadı:[18]

“Ne mutlu barışı sağlayanlara! Çünkü onlara Tanrının oğulları denecek.”[19]

“Ama ben size diyorum ki düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin. Öyle ki, göklerdeki babanızın oğulları olasınız.”[20]

Görüldüğü gibi İncillerde geçen bu ifadeler İsa’ya (as) nispet edilmiştir. Burada açıkça İsa (as), barışı sağlayan ve düşmanlarını sevenlere “Tanrı’nın oğulları” ve “Babanın oğulları” demiştir. Şayet baba-oğul lafzı birinin Tanrılığını gerekli kılsa, tüm Hristiyanların ve bu iki ahlaki özelliği bulunduranların -hâşâ- İlah/Tanrı oğlu, dolayısıyla Tanrı olması gerekir. Okuduklarımızdan çok daha ilginç bir örnek, -İncillere göre- İsa Dönemi’nde yaşanmıştır:

“ ‘Ben ve Baba biriz.’

Yahudi yetkililer O’nu taşlamak için yerden yine taş aldılar.

İsa onlara, ‘Size Baba’dan kaynaklanan birçok iyi işler gösterdim.’ dedi, ‘Bu işlerden hangisi için beni taşlıyorsunuz?’

Şöyle yanıt verdiler: ‘Seni iyi işlerden ötürü değil, küfrettiğin için taşlıyoruz. İnsan olduğun hâlde Tanrı olduğunu ileri sürüyorsun.’

İsa şu karşılığı verdi: ‘Yasanızda, ‘Siz ilahlarsınız, dedim.’ diye yazılı değil mi?

Tanrı, kendilerine sözünü gönderdiği kimseleri ilahlar diye adlandırır. Kutsal Yazı da geçerliliğini yitirmez.

Baba beni kendine ayırıp dünyaya gönderdi. Öyleyse ‘Tanrı’nın Oğlu’yum.’ dediğim için bana nasıl ‘Küfrediyorsun.’ dersiniz?

Eğer Baba’nın işlerini yapmıyorsam, bana iman etmeyin.

Ama yapıyorsam, bana iman etmeseniz bile, yaptığım işlere iman edin. Öyle ki, Baba’nın bende, benim de Baba’da olduğumu bilesiniz ve anlayasınız.’ ”[21]

Aktarılan pasaja göre İsa (as), “Ben ve Baba biriz.” diyor. Yahudi bilginler de onu kâfirlikle itham ediyorlar. Bu sözüyle onun tanrılık/ilahlık iddiasında bulunduğunu iddia ediyorlar. İsa (as) onlara sizin yasanızda/Tevrat’ta, “Siz ilahlarsınız.” diye yazmıyor mu diye soruyor. İsa’nın (as) kastettiği, Tevrat’a/Eski Ahit’e eklenmiş Mezmurlardan (bizim Zebur olarak bildiğimiz kitap) bir bölümdür: “Siz, ilahlarsınız diyorum. Yüceler yücesinin oğullarısınız hepiniz.”[22]

İsa (as) Tevrat’ta yer alan bir kullanımla Yahudi bilginleri uyarıyor. Bu uyarıya göre yasayla/Tevrat’la hükmeden herkes İlah ve Tanrı’nın oğlu olmuş oluyor. Demek ki bu ifade mecazi bir kullanım ve Allah’ a (cc) yakınlığı ifade ediyor.[23]

Buradan anlıyoruz ki; dilde var olan mecazi kullanımlara dikkat edilmelidir. Aksi hâlde dilin inceliklerine vâkıf olmayanlar, mecazı hakikat zannedip farklı anlamlar yükleyebilirler. Özellikle Kitab’ın indirildiği dile yabancı bir kültürde, aynı kelimeler çok farklı anlamlarda kullanılabilir. İbranicede “Allah’ın oğlu” kelimesi, günümüzde bizim “Allah’a yakın kişi” anlamında kullandığımız veli/takvalı/salih kul gibi bir anlama sahip. Tamlama Yunan veya Arap diline çevrilince putperest bir geleneğe tercüme edilmiş oluyor. Her iki gelenekte de “Tanrı’nın oğlu” ifadesi, Tanrı’ya/İlah’a yakın, tanrısal özellikleri olan, baş ilah ile insanlar arasındaki aracı gibi anlamları çağrıştırıyor. Öyleyse İlahi mesajı, o mesajın ana dili ve yine mesajın kendi oluşturduğu vahiy kültürü içinde anlamak zorundayız. Ana dilden uzaklaşınca veya mesajı kendi kültür kodlarımızı esas alarak okuduğumuzda tahrif başlıyor. Putperestliği kaldırmak için gelen tevhid dini, Putperest geleneklerin meşrulaştırıcısı olabiliyor.

İslam’a ait nasların gayri İslami kültürlerin etkisiyle tefsir edilmesine bir ayetle örnek verelim:

“Onları öldüren siz değildiniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman sen atmıyordun fakat Allah’tı (asıl) atan. Müminlere (zafer nimetini tattırmak ve onları) onunla güzel bir imtihana tabi tutmak için (böyle yaptı). Şüphesiz ki Allah, (işiten ve dualara icabet eden) Semi’, (her şeyi bilen) Alîm’dir. Sizin hâliniz böyledir işte. (Hep yardıma nail olursunuz.) Şüphesiz ki Allah, kâfirlerin tuzaklarını boşa çıkarandır.”[24]

Ayet-i kerime bağlamıyla birlikte okunduğunda gayet açık ve anlaşılırdır. Müminlerin kazandığı zafer, onların çabasıyla değil, Allah’ın (cc) yardımıyla gerçekleşmiştir. Bu, Kur’ân’ın genel eğitim metodunun bir yansımasıdır. İnsanlar, zaferle şımarmasın ve kalpler sebepleri yüceltmesin diye başarılar Allah’a (cc) nispet edilir. Okuduğumuz ayet, Bedir Zaferi’ne vurgu yapan şu ayetten farksızdır:

“Allah bunu ancak bir müjde ve kalplerinizin mutmain olması için yapmıştı. Yardım/zafer yalnızca Allah katındandır. Şüphesiz ki Allah, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm’dir.”[25]

İlk nesil de ayeti böyle anlamıştır. Mücahid (rh), “Sahabe, ‘Böyle öldürdüm, şöyle yaptım…’ deyince Allah (cc) bu ayeti indirdi.” der. Urve ibni Zubeyr (rh), “Allah’ın yardımı/zaferi ve düşman kalbine saldığı korku olmasa, senin atışınla zafer gelmezdi.” der.[26] İlerleyen dönemlerde İslam’a mensup toplumlar gnostik/mistik kültürlerle karşılaştılar. Bu kültürün etkisinde kalarak, okuduğumuz ayeti o kültürün kavramları ve ölçüleriyle tefsir ettiler:

“Kuşeyri demiştir ki: ‘Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar.’ âyetinde aynül-cem’ (kulun Allah’ta fâni olması) açıkça ifade edilmektedir. ‘Attığın zaman sen atmadın; fakat Allah attı.’ (Enfâl, 8/17) âyetinde de cem’ hâli ifade edilmektedir.’ (Kuşeyrî, Letâifül-işârat, 5/422)

Bu âyet, Peygamber’in (sav) Allah’ta fâni ve Allah ile baki olma hâlinin en zirvesinde olduğuna işaret ediyor. Âyet, şu hadiste dikkat çekilen cem’ makamına işaret etmektedir:

‘Ben bir kulumu sevdiğimde onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.’ Kulun diğer âzaları için de böyledir. Bu, kul da zuhur eden halifelik sırrı olup o, bekâ billâh (her an Allah ile olma) hâlidir. Bu hâl, Peygamber’in halifelerinin elde ettiği bir durumdur. Onun halifeleri, fenâ fillâh ve bekâ billâh makamına ulaşmış ârifibillâh zatlardır. Onlar, her devir ve zamanda peygamberî metot üzere manevi terbiye verirler. Kim onlara biat ederse, Allah için, Allah adına biat etmiş olur. Kim onlara nazar ederse, Allah’ın nuruna nazar etmiş olur. Kim onlarla yaptığı sözleşmeyi bozarsa, kendi zararına bozmuş olur; onun irade ağacı (Allah yolundaki azmi) kurur, basiret nuru söner, kendisi avam insanların derecesine düşer. Kim de Allah için verdiği söze vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verir. Bu mükâfat, sürekli Cenab-ı Hakk’ın mukaddes zatını müşahede etmek ve mukarrebîn makamını elde etmektir.

Allah Teâlâ bizi doğru yolunda sabit tutsun; bize hak yoldan cayma ve geri dönme hâli yaşatmasın. Âmin.”[27]

İlk dönem tefsirleri ile okuduğumuz bu tefsir arasında ciddi bir farklılık vardır. Şöyle ki;

– Cem makamı diye bir makam ayetle meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Ne Kitap’ta ne de sünnette olan bu makam, İslam’a yabancı kültürlerdeki “Allah ile bütünleşme” anlayışını ifade etmektedir. Peki nedir cem makamı?

“Tasavvufi bir terim olarak şöyle açıklanır: Öncesiz (kadîm) ile sonradan olan (hâdis) arasındaki ayrılığın ortadan kalkmasıdır. Zira, cem’ halindeyken rûh basireti, Allah’ın zât cemâlini müşâhadeye doğru çekilir. Eşyaları ayırt edici akıl, kadim olan zât nurunun kendisine galip gelmesiyle örtülü kalır. Hakk geldiğinde bâtıl kaybolduğu için, hudûs ile kıdem arasını ayırt etmekten uzaklaşır. Bu hale cem’ adı verilir. Sonra, izzet perdesi zâtın vechi üzerine örtülünce, rûh madde âlemine dönüş yapar. Bu hale de, tefrika hali denir. Cem’e, makam olarak yerleşmemiş başlangıç durumundaki müridler, cem’ ve tefrika arasında gelir giderler.”[28]

Kur’ân ve sünnet kavramlarına aşina bir insan, okuduğumuz paragrafın ne lafız ne de mana cihetiyle vahiyden alınmadığını anlar. Başka bir kültürün -örneğin mistisizmin- anlam dünyasına ait bir kavram Arapçalaştırılarak cem ismi verilmiş ve Kur’ân ayetlerinin açıklamasına yazılarak İslamileştirilmeye çalışılmıştır.

– Ayetin mesajı çok açıktır: Zafer ne Nebi’nin (sav) atışları ne de müminlerin öldürmeleriyle gelmiştir; öldüren de atan da Allah’tır (cc). Kalpler Allah’a bağlanmalı, zaferi O’ndan bilmelidir. Okuduğumuz tefsir ise kalpleri Allah’a değil, evliya dediği insanlara bağlamaktadır. Okuduğumuz ayet kulun Allah’a yönelişinde Nebi’yi dahi aradan çıkarırken tefsir, Allah ile aramıza binlerce insan sokuşturmaktadır. İslam’a yabancı kültürlerin etkisiyle yapılan bu tefsir, ayetin vermek istediği mesajın tam zıddı bir mesaj vermiş olmaktadır.

3. Kitab’ın Lafzen veya Manen Tahrif Edilmesi

İsa’yı (as) ilahlaştırma sürecinde bazen Kitab’ın lafzını, bazen de anlamını tahrif ettiler. Örnek olması açısından Aramicedeki “rabbi” kelimesine bakabiliriz. Bir insana öğretmen, üstad, hoca denmek istendiğinde kullanılan rabbi kelimesi, Kur’ân’da da ribbi ve Rabbani ifadesiyle, adanmışlar ve din bilginleri için kullanılır. İlk nesil Hristiyanlar İsa’ya (as) “hocam, üstadım, öğretmenim” anlamında “rabbi” derlerdi. Sonra bu kelimeyi Yunancaya “kyrios” olarak çevirdiler. Kyrios ise “rabbim/ilahım/tanrım” anlamında kullanılan bir kelime. Böylece bir resûl ve eğitici olan İsa (as), bir rab/ilah olan İsa’ya dönüştü. Elimizdeki mevcut İncillerde bile bu tahrifatın izleri vardır. Aynı olayı aktaran üç farklı İncil’de kelimenin nasıl değiştiğini okuyalım:[29]

“Petrus, İsa’ya ‘Rabbi’ burada bulunmamız ne iyi oldu.”[30]

“Petrus, İsa’ya ‘Ya Rabb’ dedi, ‘burada bulunmamız ne iyi oldu.’ ”[31]

“Petrus, İsa’ya ‘Efendimiz’ dedi, ‘burada bulunmamız ne iyi oldu.’ ”[32]

Rabbi, Ya Rabb, Efendimiz… Aynı olayda Petrus’un İsa’ya (as) seslenişi üç farklı İncil yazarı tarafından farklı kelimelerle ifade edilmiş. Rabbi/Öğretmen İsa (as), değişen kelimelerle birlikte Efendi/Rabb İsa’ya dönüşmüş.

Başka bir örnek verelim:

“Kalabalığın içinden bir adam, ‘Öğretmenim,’ diye seslendi. ‘Yalvarırım oğlumu bir gör, o tek çocuğumdur.’ ”[33]

“Halktan biri ona, ‘Öğretmenim,’ diye karşılık verdi. ‘Dilsiz bir ruha tutulan oğlumu sana getirdim.’ ”[34]

“ ‘Ya Rabb’ dedi, ‘Oğlumun hâline acı. Sarası var, çok acı çekiyor.’ ”[35]

Yine burada Öğretmen İsa (as), rabbe dönüşüyor. İnsan olan elçi, kelimelerin tahrifiyle rububiyet sıfatları kazanıyor.

Farklı bir örnek verelim:

“Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrıyla birlikteydi ve söz Tanrıydı… Söz insan olup aramızda yaşadı.”[36]

Okuduğumuz paragrafta Söz/Lagos İlahi bir varlık, İlahın kendisi… Daha sonra bu Söz/Lagos insan bedenine bürünüp yeryüzüne iniyor. Hâliyle İsa (as) insan suretinde Sözün/Tanrının vücut bulmuş hâli oluyor. Aynı ifadeye Kur’ân’da, “Kelimetullah/Allah’ın kelimesi” olarak rastlıyoruz. Öyleyse yukarıdaki metinde tahrif var. Şayet aynı cümle, “Ve Söz, Tanrının kelimesiydi” diye yazılsa sorun kalkıyor. Zira her birimiz Allah’ın (cc) kelimesi olan, “Ol!” emrinin tecellileriyiz. Ancak bir kelimeyi ayetten silince Allah’ın kelimesi ilah oluyor ve şirk nedeni oluyor. Elimizdeki mevcut İnciller de İsa’nın (as) “kelimeyi işiten” olduğunu destekliyor.[37]

“Ama şimdi beni -Tanrıdan işittiği gerçeği size bildireni- öldürmek istiyorsunuz.”[38] Burada açıkça İsa (as), Tanrının kelimelerini işittiğini söyler. Şayet “Söz/Logos” ilah olsa, İsa’nın kendini işitmesi gibi tuhaf bir anlam ortaya çıkar.

Bir diğer örneği şu şekilde verebiliriz:

İsa (as) öğrencilerine, “Ben kimim?” diye soruyor. Verdikleri cevap iki farklı İncil’de şöyle geçiyor:

“O da onlara, ‘Siz ne dersiniz, sizce ben kimim?’ diye sordu. Petrus, ‘Sen Mesihsin.’ yanıtını verdi.”[39]

“İsa onlara, ‘Siz ne dersiniz,’ dedi, ‘sizce ben kimim?’ Simun Petrus, ‘Sen yaşayan Tanrı’nın oğlu Mesihsin.’ yanıtını verdi.”[40]

İki ifade arasındaki fark Güneş gibi açık. Mesih, kurtarıcı demek. Tüm peygamberler insanları ebedî azaptan korumak/kurtarmak için gelir. Cümleye eklenen bir ifadeyle insan olan elçi, İlahi bir varlığa dönüşüyor.

Son bir örnek verelim:

“Mesih, birine, ‘Kalk, seni bağışladım.’ dedi.

Derler ki: Bağışlama Tanrı’nın/İlah’ın sıfatıdır. İsa Mesih insanları bağışladığına göre o da bir Tanrı’dır. Bu batıl çıkarım, tercüme ile tahrife dayanmaktadır. Zira ‘غفرت‭ ‬لك/Ğafertu leke.’ cümlesi ‘Seni bağışladım.’ anlamına geldiği gibi ‘Senin için bağışlanma diledim.’ anlamına da gelir. Sözün anlamını belirleyen, bağlam ve mesajın bütünüdür. İlahi vahyin bütünlüğü, ‘bağışlama talebi’ anlamını öne çıkarır.”[41]

Buradan anlıyoruz ki; Kitap ve sünnet kendi dili ve kendi bütünlüğü içinde anlaşılmalıdır. Aksi hâlde tahrifi kaçınılmaz olur. Her ne kadar İslam ümmeti lafız tahrifinden korunmuşsa da[42] mana/anlam tahrifi tehlikesiyle her zaman karşı karşıya olmuştur. Daha önce bu köşede vesile kavramının nasıl bir anlam tahrifine uğradığını[43] ve yine “Sadıklarla birlikte olun.” ayetinin Budist bir anlayışla tefsir edildiğinde yaşadığı anlam kaybına[44] örnek vermiştik.

Kur’ân’da anlam tahrifine verilebilecek örneklerin çoğu modern okuma biçimiyle ilgilidir. Kur’ân’ın itikadi ve amelî öğretileri ile modern kabuller arasını uzlaştırabilmek için Kur’ân, modernizm lehine tevil/tahrif edilmektedir. Modern tahrifin bir sınırı yoktur. Modern insanın kabullerine göre sorunlu olan her ayet, tahrife konudur. Modern insan görünmeyen varlıkları inkâr mı ediyor, Kur’ân’da geçen cin ayetleri “uzaktan gelen, yabancı” diye tahrif ediliyor. Modern insan Yüce Allah’ın meleklerle yardımını inkâr mı ediyor, meleklerin yardımı psikolojik yardım veya motivasyon konuşması -yani yalan- olarak tahrif ediliyor. Bir Yahudi Dinler Tarihçisi “Biz; Üzeyir, Allah’ın oğludur.” demeyiz mi dedi, ilgili ayet hemen, “Kur’ân muhtemelen o günkü yanlış bir bilgiyi aktardı.” diye tahrif ediliyor. Modern insan kadın erkek mirası eşit olmalı mı dedi, ilgili ayet/hüküm, bugünün insanının keyfince yeniden, parantez içi ziyadelerle tahrif ediliyor… İster inancı ister ahkâmı, ister lafzı ister anlamı tahrif edilsin; tahrif edilen bir kitap, Allah’ın (cc) indirdiği etkiyi göstermez. Artık o, insanın hevasını meşrulaştıran bir kitaba dönüşmüştür.

4. Çevresel Etkiler, Başka Milletlerden Etkilenmek

İsa’nın (as) ilahlaştırılması olgusundaki önemli etkenlerden biri; Hristiyanların karşılaştığı farklı medeniyet ve kültürlerden etkilenmeleridir. Hristiyanlık karşılaştığı her kültürden bir şey almış ve bünyesine katmıştır. Allah Resûlü’nün (sav) ifadesiyle söyleyecek olursak karşılaştıkları kavimlere benzemişlerdir. İtikadi, ahlaki ve kültürel etkileşimler, Allah Resûlü’nün haber verdiği gibi Hristiyanları benzedikleri kavimlerden kılmış, müşrikleştirmiştir:

Abdullah ibni Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o da onlardandır.”[45]

Hristiyanlığa bulaşan sapmaların başında gelen “İsa’yı (as) ilahlaştırma” sorunu için Yüce Allah şöyle buyurur:

“Yahudiler: ‘Uzeyir, Allah’ın oğludur.’ dediler. Hristiyanlar: ‘Mesih, Allah’ın oğludur.’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri ve daha önceki kâfirlere benzettikleri sözleridir. Allah onları kahretsin, nasıl da çevriliyorlar?”[46]

Ayette geçen “…daha önceki kâfirlere benzettikleri sözleridir.” cümlesi, İsa’nın (as) ilahlaştırılma nedenlerinden birine ışık tutmaktadır. Tahrif edilmiş Hristiyanlık öğretileri incelendiğinde ayetteki ifade çok daha iyi anlaşılmaktadır. Hristiyanlığa iliştirilmiş vahye yabancı öğretilerin tamamı, başka milletlerden alınmıştır.[47]

İsa’nın (as) ilahlaştırmasına dair baba ve oğul kavramlarındaki mecazi kullanımın etkilerine yukarıda değinmiştik. Buradaki temel soru şudur: Eski Ahit’te/Tevrat’ta Yüce Allah için Baba, ona yakın kullar için Baba’nın Oğulları ifadesi, İncil’e göre çok daha fazladır. Neden Yahudiler ve ilk dönem Hristiyanları baba ve oğul ifadelerinden beşerin ilah olduğu sonucunu çıkarmadı da sonraki dönem Hristiyanları bu kullanımlardan bir uluhiyet inancı çıkardı? Çünkü Yunanlı ve Romalı Hristiyanlar, İncil’deki baba ve oğul söylemlerinden İsa’nın (as) ilah olduğu anlamını çıkardılar. Onların mitolojisinde Zeus, baba tanrıdır, ölümlü insanlarla evlenir. Doğan erkek çocuklar da tanrıdır, Perseus ve Herkül gibi.[48] Yani Hristiyanlık Yunan kültürüyle karşılaştıktan sonra, daha doğru bir ifadeyle Yunan filozofları Hristiyanlaşıp birer İncil âlimi olarak kabul edildikten sonra baba ve oğul ifadeleri şirke neden olan, “ilah” anlamında yorumlanmıştır. Daha sonra bu şirk yorumu asıl hâline gelmiş, tevhidi savunan Hristiyan âlimler afaroz edilmiştir.[49]

Okuduğumuz baba ve oğul ifadelerinin şirk üzere yorumlanması hususunda çevresel/kültürel etkinin payına dair Pavlus ile Barnaba’nın bir gezisinde yaşananlar yeterli olacaktır:

“Listra’da, ayakları tutmayan bir adam vardı. Doğuştan kötürümdü, hiç yürüyemiyordu. Pavlus’un söylediklerini dinledi. Onu dikkatle süzen Pavlus, iyileştirilebileceğine imanı olduğunu görerek yüksek sesle ona, ‘Kalk, ayaklarının üzerinde dur!’ dedi. Adam yerinden fırlayıp yürümeye başladı.

Pavlus’un ne yaptığını gören halk Likaonya dilinde, ‘Tanrılar insan kılığına girip yanımıza inmiş!’ diye haykırdı.

Barnaba’ya Zeus, Pavlus’a da konuşmada öncülük ettiği için Hermes adını taktılar.

Kentin hemen dışında bulunan Zeus Tapınağı’nın kâhini kent kapılarına boğalar ve çelenkler getirdi, halkla birlikte elçilere kurban sunmak istedi.

Ne var ki elçiler, Barnaba ile Pavlus, bunu duyunca giysilerini yırtarak kalabalığın içine daldılar.

‘Efendiler, neden böyle şeyler yapıyorsunuz?’ diye bağırdılar. ‘Biz de sizin gibi insanız, aynı yaratılışa sahibiz. Size müjde getiriyoruz. Sizi bu boş şeylerden vazgeçmeye; yeri, göğü, denizi ve bunların içindekilerin hepsini yaratan, yaşayan Tanrı’ya dönmeye çağırıyoruz.

Geçmiş çağlarda Tanrı, bütün ulusların kendi yollarından gitmelerine izin verdi.

Yine de kendini tanıksız bırakmadı. Size iyilik ediyor. Gökten yağmur yağdırıyor, çeşitli ürünleriyle mevsimleri düzenliyor, sizi yiyecekle doyurup yüreklerinizi sevinçle dolduruyor.’

Bu sözlerle bile halkın kendilerine kurban sunmasını güçlükle engelleyebildiler.”[50]

Görüldüğü gibi Lityalılar Havari Barnaba ve Pavlus’un gösterdiği keramet karşısında onlara Zeus ve Hermes diye hitap edip kurban sunmak istediler. Onların bu refleksinin sebebi, yetiştikleri kültürün etkisinde olmalarıydı. Hristiyanlık bu çevrede yayıldıkça da şirk adım adım Hristiyanlığa sızdı.

Hristiyanlığın bir diğer önemli iman esası “teslis”tir. Kur’ân’ın, ismini vererek küfür/şirk dediği teslis inancı şudur:

“Teslisçi Hristiyanlar üç tanrının varlığına inanırlar. Bu tanrılar; Baba Tanrı (Tanrı), Oğul Tanrı (İsa), Kutsal Ruh Tanrı. Sırasıyla birinci tanrı, Baba’dır; ikinci tanrı, İsa’ır; üçüncü tanrı, Kutsal Ruh’tur.

Tanrı, İsa’yı doğurtmakla Baba Tanrı olmuştur; İsa da Oğul Tanrı olmuştur. Hem Baba hem Oğul Tanrılardan üflenmek yoluyla Kutsal Ruh Tanrı çıkmıştır. Bunlar ezelde olmuştur. Yani başka bir ifadeyle teslis, yaratılıştan önce ezelden beri vardır; Oğul Tanrı İsa yaratılışa vesile olmuştur. Sonra, İsa Tanrı, Kutsal Ruh Tanrı aracılığıyla Meryem’e ilka edilmiş ve İsa tanrı bu sefer bedenleşerek (enkamasyon) insan olarak görünmüştür.

Oğul Tanrı, Baba Tanrının kelamı, gücü ve hikmetidir. Kutsal Ruh ise, Baba Tanrının ruhundandır.

Üç tanrının aynı tek bir cevheri vardır. Yani Oğul ve Kutsal Ruh Tanrılar, Baba Tanrının cevherindendirler. Nitelikleri veya sıfatları da aynıdır. Ancak her birisi ayrı ayrı şahıslar ve varlıklardır. Teslis kısaca, ‘bir cevher, üç şahıs’ deyişiyle ifade edilir.”[51]

Hristiyanlar teslis inancına rağmen müşrik olduklarını kabul etmez, kendilerini tevhid inancına mensup kabul ederler. Üç ayrı tanrının nasıl tek tanrı inancı olduğunu açıklayamazlar. Teslis inancından doğan çelişkileri bertaraf etmek için de “Teslis sırdır.” derler.[52] Hristiyanların dahi kitaplarından kaynak göstermekte zorlandığı, açıklamakta zorlandıkları için “sır” dedikleri ve insanların Hristiyanlığı anlaması ve kabul etmesine engel gördükleri teslis; Hristiyanlara nereden bulaştı? Elbette putperestlerden!

“Eş-denk Teslis düşüncesi, sözcükle anlatılamayacak olanı ifadede, makul yöntemler sunar, fakat İsa’nın asla böyle bir fenomenden bahsetmediği ve Yeni Ahit’in hiçbir yerinde ‘Teslis’ kelimesinin yer almadığı unutulmamalıdır. Bu düşünce Rabbimizin ölümünden üç yüzyıl sonra Kilise tarafından uyarlanmıştır ve bu kavramın kökeni tamamen putperestliktir.

MÖ IV. yüzyılda Aristoteles ‘Her şey üçtür ve üç kere bütündür.’ der. Biz de bu sayıyı tanrılarımıza ibadet ederken kullanalım, Pitagoreanların dediği gibi her şey ama her şey üçler ile sınırlandırılır, sonda, ortada ve başlangıçta her şey bu sayılara sahiptir ve bunlar Teslisi oluşturur. Erken dönem dinî düşüncesini derinden etkilemiş olan Antik Mısırlılar, genellikle kendi tanrı ve tanrıçalarını teslisler üzere düzenlerlerdi: Osiris, İzis ve Horus teslisi; Amen, Mut ve Honsu teslisi; Hnum, Satis ve Anukis teslisi ve diğerleri. Hindu teslisindeki Brahman, Siva ve Vishnu da bu çok yaygın teolojik kavramın bir başka şeklidir.”[53]

Görüldüğü gibi teslis; Antik Yunan filozoflarından, kadim Mısır dininden ve Hinduizm’den alınmış sapkın bir şirk inancıdır.[54]

Bir diğer önemli inanç esası kefaret düşüncesidir. Buna göre Âdem’in (as) işlediği günah nedeniyle Tanrı kullarına öfkelendi. Bu nedenle insanoğlunun üzerinde ilk günahın gazabı vardı. Tanrının oğlu Mesih ise çarmıha gerildi, kendini insanlık için feda etti. Onun ölümü ilk günaha kefaret oldu ve insanlar aklandılar.[55] Kefaret düşüncesi vahye yabancıdır. Zira İlahi mesajın en temel öğretisi olan suçun şahsiliği ve tevbenin günahı sildiği inancına aykırıdır. Dinler tarihi araştırmacıları İsa’dan (as) önce on altı ayrı “kurtarıcı ilah” tespit etmiştir. Bunların her biri insanlık için kendini feda etmiş ve ölmüş ya da öldürülmüştür. Birçoğu İsa’nın (as) çarmıha gerilmesi hurafesinde olduğu gibi çarmıha gerilmiş ve insanlık temizlensin diye kendilerini feda etmiştir.[56] Çarmıha gerilme ve kefaret inanışının sembolü olan haç ise İsa’nın (as) vefatından üç asır sonra Hristiyanlığa girmiştir.[57] Bu çirkin bidati Hristiyanlara bulaştıran da putperest Roma Kralı Konstantin’in annesidir.

Dinlerin tevhid inancından sapıp şirke düşmelerinde büyük bir rol oynayan çevresel etkiler küçümsenmemelidir. Hristiyanlardan önce Yahudiler de çevresel faktörler nedeniyle putperestleşmişlerdir:

“Şüphesiz ki İlyas, gönderilmiş resûllerdendir. Hani kavmine: ‘(Allah’tan) korkup sakınmaz mısınız?’ demişti. ‘Siz Baal (putuna) dua edip, yaratanların en güzeli olan (Allah’ı) terk mi ediyorsunuz? Sizin Rabbiniz ve evvelki atalarınızın Rabbi olan Allah’ı?!’ ”[58]

Peygamberleri aralarında yaşarken Baal putuna tapan İsrailoğulları sosyal çevre nedeniyle putperestleşmişlerdir. İsrailoğulları tarihine baktığımızda bu duruma sebep olan iki temel etken görürüz:

– Yüce Allah müşriklerle evlenmeyi yasaklamasına rağmen müşriklerle evlendiler. Müşriklerle kurdukları evlilik/akrabalık onları putperestleştirdi.

– Putperest müşrik kavimlerle bir arada, onlarla yakınlık kurarak, onları taklit ederek yaşamaları onları putperestleştirdi.

Evliliğin Baal putuna tapmaya etkisi!

“Süleyman’ın (as) ölümünden sonra, saltanatı, oğlu Rehobam’ın beceriksizliği ve liyakatsizliği dolayısıyla ikiye parçalanmıştır. Kudüs ve Güney Filistin, Davud’un (as) torunlarına kalırken, Kuzey Filistin, merkezi Şamriya olmak üzere ‘İsrail’ adıyla müstakil bir devlet hâline gelmiştir. Her iki devletin durumu da oldukça kötü bir mahiyet arz ediyordu. Öyle ki, İsrail devleti tâ başlangıcında bile şirk, putperestlik, zulüm, fısk ve fücur içindeydi. Hatta İsrail hükümdarı, Ahyap, Sayda (Lübnan) hükümdarının kızı Ezbil ile evlendikten sonra, bu fesat daha da çoğaldı. Bu müşrike kraliçenin etkisiyle kendisi de şirke düşen Ahyab, İsrail’de Baal Tanrısı adına mabedler, adak yerleri vs. inşa ettirdi. Böylelikle Allah’ın yerine Baal Tanrısı’na tapılmaya başlanmış ve Baal Tanrısı için adak adama, kurban kesme adet hâline gelmiştir.”[59]

Kenanlı putperest çevrenin Baal Putuna tapmaya etkisi!

“Baal tapıcılığı, kadim Ugarit topraklarından güneye, Kenan bölgesini de içine alacak şekilde geniş bir coğrafyadaki bereket kültünün merkezinde yer almaktadır. Baal, antik dillerde ‘efendi’, ‘sahip’ ve ‘koca’ anlamlarına gelmektedir. Genellikle yontularak insan şekli verilmiş olan Baal putuna, bağlıları tarafından dağların ve tepelerin zirvelerine sunaklar yapılır ve buralarda onun adına kurbanlar sunulurdu. Baal kültünün inanç olarak paganist, ritüel olarak da en azından ahlaki bir sapkınlık içeren bu tür tutum ve davranışlarının tek tanrıcı bir temele sahip İsrail inancının tamamen karşısında olduğu açıktır. Ancak İsrailoğulları’nın Kenan hâlkı ile temasları, onları bu tür Baal ritüelleri ile tanıştırmıştır.”[60]

Buradan anlıyoruz ki; iletişim aynı zamanda etkileşimdir. Birbirleriyle ilişkileri olan her topluluk birbirlerini etkiler. Hristiyanlar, ilişkide oldukları kavimlere Hristiyanlığı kabul ettirmek için onların dilini ve konuşma/tartışma metotlarını kullandılar. Bunların başında da felsefe ve -Grek düşünme metodu olan- mantık ilimleri gelir. Onlara Hristiyanlığı anlatmak için felsefe ve mantık öğrendiler. Bir zaman sonra kendi kitaplarını onların düşünce yapısıyla tefsir etmeye başladılar. Toplumları kazanmak adına onların geleneklerine sessiz kalan Hristiyanlar, zamanla onların geleneklerini Hristiyanlık içinde eritmeye çalıştılar. Ancak geleneklerle birlikte o gelenekleri var eden pagan/putperest değerler de Hristiyanlığa bulaştı. Hiç şüphesiz bunda Hristiyanlığın şeriatsızlaştırılmasının da etkisi vardı. İleride geleceği gibi, Hristiyanlık başka milletlere ağır gelen şer’i hükümlerden Pavlus eliyle arındırıldı. İlk etapta “bir tarafta yüz binlerin imanı/kurtuluşu diğer tarafta sünnet olmak” gibi basit bir düşünceye indirgenen şeriatsızlaştırma eylemi, Hristiyanlığı zamanla tüm dış etkilere açık hâle getirdi. Şöyle ki; akide dış dünyaya ibadet, ahlak ve şiarlar bütünü olan şeriat olarak yansır. Böylece hem inancı hem de inancın dışa nasıl yansıyacağını dinin sahibi olan Allah (cc) belirler. Bu Rahmani döngüde inanç, şeriata dönüştüğü gibi şeriat da hükümlerdeki inancı besler. Örneğin benim, Allah’ın varlığına, birliğine ve yüceliğine dair inancım, namaz olarak hayatıma yansır. Namaz kıldıkça da O’na (cc) olan imanım güçlenir… Din ile şeriat ayrıldığında Rahmani döngü bozulur. Ve bozulan inancın dışa yansıması, taklitle olur. Çevrede görülen dinsel ayinler/ibadetler meşru olup olmadığına bakılmaksızın alınır. Gayrimeşru ayinler/ibadetler inancı beslemez, bilakis dönüştürür. Taklit edilen ayin/ibadet hangi dünya görüşüne aitse, kalpteki inancı da o yönde şekillendirir.

Çevresel faktörlerin etkisiyle oluşan sapma, İslam’a mensup milletlerin de sorunudur. Akıllara gelen ilk örnek, İslam kelamcılarıdır. İslami fetihlerle beraber yeni toplumlarla karşılaşan âlimler, dolayısıyla yeni soru ve sorunlarla karşılaştılar. Onlara, onların dili ve metoduyla cevap vermek istediler. Grek felsefesine ait kitapları -özellikle Aristo mantığını- tercüme ettiler. Hristiyanlarda olduğu gibi yavaş yavaş dönüştüler… Felsefi soru ve sorunlara cevap bulmak şöyle dursun; o sorunları akide, tefsir ve usul ilimlerine bulaştırdılar. Allah’ın birliğini idrakten aciz putperest Aristo mantığını, şer’i ilimlerin ve ilmî yeterliliğin miyarı/ölçüsü saydılar. O ölçüden yola çıkınca kendi kitaplarını zan, felsefe/mantıkla beslenen aklı ise yakin kabul ettiler. Bu yolun öncülerinden olan Fahruddin Er-Razi’yi örnek verelim:

Fahruddin Er-Razi şöyle demiştir: “ ‘Bil ki: Katiyet ifade eden akli deliller ile bir şey sabit olur da, şer’i delillerin zahiri (Kur’an-Sünnet), sabit olana muhalefet ederse, önümüzde dört yol oluşur:

1. ‘Aklı ve nakli beraber tasdik ederiz.’ Bu imkansızdır. İki zıt aynı anda tasdik edilemez.

2. ‘İkisini de iptal ederiz.’ Bu da imkansızdır. İki zıttı aynı anda yalanlamış oluruz.

3. ‘Nakli (Kitap-Sünnet) alır, aklı reddederiz.’ Bu imkansızdır. Çünkü biz aklî delillerle Allah’ı, sıfatlarını, mucizelerin Peygamberin doğruluğuna delil oluşunu bilmeseydik; naklin doğruluğunu bilemezdik…

4. Yukarıdaki maddelerden sonra tek bir şey kalır. Aklî olan delilleri alırız. Nakil olana ya sahih değildir deriz, ya da zahiri kastedilmemiştir.’

Başka bir yerde: ‘Naklî deliller yakin ifade etmezler. Yakin/kesinlik ifade edebilmeleri için on şeyden emin olmak gerekir.

1. Lafızları rivayet edenlerin ma’sum olması.

2. İrabının sahih olması.

3. Tasrifinin sahih olması.

4. İştirak olmaması.

5. Mecaz olmaması.

6. Şahsa özel olmaması.

7. Zamana özel olmaması.

8. İdmar olmaması.

9. Takdim ve te’hir olmaması.

10. Aklî bir delilin bulunmaması.’

Başka bir yerde meramını daha açık ifade ediyor: ‘Bunların (on şartın) herhangi bir nasta olmaması zandır. Zanni olan bir şeye dayanan zan olur. Bu sabit olursa naklî delillerin zanni olduğu anlaşılır. Akli deliller ise kat’idir. Ve zanni olan, kat’i olanla çatışamaz.’ ”[61]

Bu zihniyete sahip birinin vahye teslim olması, onunla arınması ve karşılaştığı her soruna vahiyden çözüm araması mümkün mü? Bu zihniyete göre akıl, kesin olanı; vahiy ise zannı ifade ediyor. Hâliyle şeytanın vesvese ve iğvasıyla şekillenen akıl, her çelişki ürettiğinde, naklin önüne geçiyor.

Bunları okuyunca Allah Resûlü’nü (sav) dahi iyi anlıyoruz, değil mi? İslam ümmetini başka milletlere benzemekten sakındırması; batıl dinlere muhalefet etmesi; bayramından eğlencesine, yemesinden içmesine her şeyiyle özgün bir medeniyet inşa etme çabası… daha bir anlam kazanıyor. Dinler tarihi şahittir ki; kültürel benzeşme, zamanla inanç benzeşmesine evrilir. Vahye yabancı dil, düşünce ve gelenekler, muvahhid toplumları bozar ve dönüştürür.

5. Aşırı Övgü (Itra)

İsa’nın (as) ilahlaştırılması olgusundaki önemli etkenlerden bir diğeri aşırı övgüdür. Şöyle ki; Yüce Allah Hristiyanların İsa’yı (as) ilahlaştırdığını haber vermiştir:

“Hani Allah demişti ki: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Allah’ı bırakıp beni ve annemi ilah edinin.’ diye söyledin?..”[62]

Hristiyanlar nasıl oldu da İsa’yı (as) ilah edindiler, sorusuna Yüce Allah şöyle cevap vermiştir:

“Ey Ehl-i Kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah’a dair hak olandan başka bir söz söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın Resûlü ve Meryem’e (babasız doğması için ‘Ol!’ diyerek) ilka ettiği kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a ve resûllerine iman edin. ‘(İlahımız) üçtür.’ demeyin. (Bu batıla) son verin. (Bu) sizin için daha hayırlı olur. Ancak Allah tek bir ilahtır. O bir çocuğunun olmasından münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların tamamı O’na aittir. Vekil olarak Allah yeter.”[63]

“De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Dininizde haksız yere aşırılık etmeyin. Bundan önce sapmış, çok kişiyi saptırmış ve dosdoğru yoldan sapmış olanların arzularına uymayın.’ ”[64]

“ ‘Dinde aşırı gitmeyin.’ Sorunun cevabı dinde aşırılıktır. Onlar dinlerinde aşırı gitmiştir. Peki, ne yapmışlardır da dinlerinde aşırılık etmişlerdir? Bu soruya da Allah Resûlü (sav) cevap veriyor:

Ömer ibni Hattab’dan (ra) Allah Resûlü’nün (sav) şöyle dediği rivayet edilmiştir:

‘Hristiyanların Meryem oğlu Mesih’i övdükleri gibi siz de beni övmede aşırıya gitmeyin. Bilakis, ben Allah’ın kuluyum. ‘Allah’ın kulu ve resûlü’ deyin.’[65]

Evet, övgüde aşırı gitmişlerdir. Hadiste yasaklanan ‘ıtra’ aşırı övmek, aşırı yüceltmek, sınırı aşmak anlamlarına gelir. Malumdur ki övgünün kaynağı kalpteki sevgidir. Onu sevmiş ve sevgilerini göstermek istemişlerdir. Fakat bir yerden sonra El-Hamîd olan Allah’ı över gibi onu (as) övüp tazim etmeye başlamışlar ve o kadar övmüşlerdir ki bu onları bir yerden sonra, ‘Bu sıfatların sahibi sıradan bir insan olamaz, olsa olsa Allah’tan bir parçadır.’ demeye götürmüştür. Yani kalpleri dillerini, dilleri de kalplerini zehirlemiştir.”[66]

Allah Resûlü (sav) ümmetinin benzer bir aşırılığa düşmemesi için, İsa’nın (as) ilahlaştırılmasında aşırı övgünün payına dikkat çekmiştir. Bununla birlikte kendine yönelik her aşırılığa da ânında/yerinde müdahale etmiştir:

Ebu Mutarrıf’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Ben bir gün Âmiroğullarının elçileriyle birlikte Allah Resûlü’nün (sav) huzuruna gitmiştim.

Orada kendisine, ‘Sen bizim efendimizsin.’ demiştik.

O da (sav), ‘Efendi, Allah’tır.’ dedi.

Bu sefer biz, ‘Değerce en değerlimiz, her yönden de en büyüğümüz sensin.’ dedik.

Bunun üzerine, ‘Bu sözünüzü veya bu sözünüzün bir kısmını söyleyiniz ki şeytan sizi dilediği gibi kullanmasın.’ buyurdu.”[67]

İbni Abbas’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Bir adam Allah Resûlü’ne (sav), ‘Allah ve sen dilersen.’ dedi.

Bunun üzerine Peygamber (sav) ona, ‘Beni Allah’a denk mi kıldın?! Bilakis, Allah tek başına dilerse (de).’ dedi.”[68]

Rubeyyi’ binti Muavviz ibni Afrâ’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Evlendiğim günün kuşluk vaktinde Peygamber (sav) benim evlenme törenime geldi ve senin benim yanıma oturuşun gibi benim döşeğimin üzerine oturdu. O sırada kızlar def çalıyor ve babalarımızdan Bedir Gazası’nda şehit olanların güzel vasıflarını zikrediyorlardı.

Nihayet bu kızlardan birisi, ‘İçimizde bir peygamber vardır ki, o, yarın ne olacağını bilir.’ dedi.

Bunun üzerine Peygamber (sav), ‘Böyle söyleme, öncesinde söylemekte olduğun sözleri söyle.’ buyurdu.”[69]

Vefatından sonra kabrine yönelik, yaşanması muhtemel aşırılıklara karşı da uyarıda bulunmuştur:

Aişe’den (r.anha) şöyle rivayet edilmiştir:

“Ummu Seleme, Allah Resûlü’ne (sav) Habeşistan’da gördüğü Mariye diye anılan bir kiliseden bahsetti. Bu kilisenin içerisinde gördüğü resimleri de Allah Resûlü’ne anlattı.

Bunun üzerine Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu: ‘Onlar, aralarından salih bir abid veya adam öldüğü zaman mezarının üstüne bir mescid yapıp içine de o görmüş olduğunuz resimleri çizen bir kavimdi. İşte onlar Kıyamet Günü’nde Allah katında mahlukatın en kötüsüdür.’ ”[70]

Aişe (r.anha) ile Abdullah ibni Abbas’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Allah Resûlü’ne (sav) sekerat hâli geldiğinde kendisine ait hamisayı (üzeri işlemeli örtüyü) yüzüne örtmeye başladı. Sıcaklık basınca yüzünü açıyordu.

Kendisi bu durumdayken Yahudi ve Hristiyanların yaptıklarından sakındırmak için, ‘Allah’ın laneti Yahudi ve Hristiyanların üzerine olsun. Nebilerinin kabirlerini mescidler edindiler.’ dedi.”[71]

Atâ ibni Yesâr’dan (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allah’ım, benim kabrimi kendisine ibadet edildiği bir put kılma. Allah’ın öfkesi, nebilerin kabirlerini mescid edinenlerin üzerine şiddetlenmiştir.”[72]

Bu uyarılara kulak tıkayanlar sahih din yolundan sapmış, batıl/muharref yollara savrulmuştur. Allah Resûlü’nün (sav) işaret ettiği gibi aşırılık, övgüyle başlamış, yani önce dil kirlenmiştir. Dil kalbi, bozulan kalp de dini tahrif etmiştir. Böylece sürekli övülmesi gereken El-Hamîd Rabbimizin yerine “sürekli övülen” alternatif hamidler ikame edilmiştir. Bir yerden sonra peygamberlere yönelik aşırı övgü, onları ilahlaştırmaya/rabbleştirmeye evrilmiştir.

Aşırılığın her türlüsü kötüdür. Kişi bir hayvanı bile aşırı sevdiğinde hayvan onun fitnesi olabilmekte, inancına zarar verebilmektedir.

İsrailoğulları bunun en ibretamiz örneğidir. Biz onların Samiri’ye uyup buzağıya/puta taptığını biliyoruz:

“Buyurmuştu ki: ‘Şüphesiz ki biz, senden sonra kavmini (dinlerinde) imtihan ettik ve Samiri onları saptırdı.’ Musa öfkeli ve üzgün bir hâlde kavmine dönmüş ve: ‘Ey kavmim! Rabbiniz size güzel vaadde bulunmadı mı? Ne o, yoksa size verilen süre uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizin gazabı size vacip olsun istediniz de, ondan mı bana verdiğiniz sözden döndünüz?’ Dediler ki: ‘Sana verdiğimiz sözden irademizle dönmedik. Biz (Firavun ve kavminin) ziynet eşyalarını yüklenmiştik. Onları (ateşe) attık, aynı şekilde Samiri de attı.’ Onlara buzağı suretinde böğüren bir heykel çıkarmış ve: ‘İşte sizin de Musa’nın da ilahı budur. Fakat (Musa) unuttu.’ demişlerdi. Ona (bir şey dediklerinde) kendilerine cevap vermediğini, onlar için bir fayda sağlamadığını ve zararı da defedemediğini görmüyorlar mı?”[73]

Burada şöyle bir soru sorulmalıdır: Muvahhid bir topluluk nasıl oldu da bir buzağıya taptı?

Cevap: “…Küfürleri sebebiyle buzağı sevgisi onların kalplerine içirilmişti/kalpleri buzağı sevgisiyle dolup taşmıştı…”[74]

Evet, bir ümmet saniyeler içinde tevhidi bırakıp puta tapmıştı! Neden? Çünkü kalplerinde buzağı sevgisi vardı, buzağıya sapkın/aşırı bir ilgi, sevgi duyuyorlardı ve sevgide aşırılıkları imtihanları oldu…

6. Pavlus’un Etkisi

İsa’nın (as) ilahlaştırılması olgusundaki önemli etkenlerden bir diğeri de Pavlus isimli Yahudi dönmesi bir felsefecidir. Pavlus, hayatının ilk dönemlerinde İsa’ya (as) ve ona inananlara aşırı düşmanlık eden, onlara sözlü ve fiili eza veren; resmi soruşturma geçirmeleri için onları şikayet eden bir adamdır. İsa’nın (as) vefatından sonra Pavlus, mistik/ruhani bir hâl yaşadığını iddia etmiş ve Hristiyan olmuştur. Havariler hayattayken yer yer onlarla tartışmalar yaşayan Pavlus, İncil’i farklı bir okumaya tabi tutmuştur. Önceki sayfalarda anlattığımız sapmanın temellerini Pavlus atmış, şirk dini onun attığı temeller üzerinde yükselmiştir. Pavlus’un Hristiyanlığa eklediği şeyler nelerdir?[75]

– Peygamberden sonra vahyin devam ettiği iddiası: Pavlus, kendisinin seçilmiş olduğunu ve direkt İsa’dan (as) mesaj aldığını iddia etmiştir:

“Kardeşlerim, yaydığım müjdenin insandan kaynaklanmadığını bilmenizi istiyorum. Çünkü ben onu insandan almadım, kimseden de öğrenmedim. Bunu bana İsa mesih vahiy yoluyla açıkladı.”[76]

Daha açık bir ifadeyle Pavlus, Nebi’den (as) sonra da birilerinin kendisiyle irtibatta olduğu ve onlardan bilgi aldığı anlayışının temellerini atmıştır. Böylece İlahi vahye aykırı öğreti sahibi her sapkın, “Ben bunu direkt Nebi’den aldım.” diyebilmiştir.

– Allah’ın (cc) İsa’ya (as) hulul ettiği iddiası: Tevhid inancının özü, yaratan ile yaratılmışın ayrıldığı ilkesidir. Yaratan, Allah’tır; birdir, eşsizdir, kulluğu/ibadeti yalnızca O hak eder. Yaratılan, insandır; acizdir, muhtaçtır, yalnızca bir olan Allah’a kulluk etmekle vazifelidir. Pavlus, Allah’ın (cc) İsa’ya (as) hulul ettiğini iddia edince, yaratan ile yaratılmış arasındaki ayrılığı kaldırmış; dolayısıyla insana İlahi bir vasıf yüklemiştir:

“Görünmez Tanrı’nın görünümü, bütün yaratılışın ilk doğanı O’dur… Her şey O’nun aracılığıyla ve O’nun için yaratıldı…”[77]

“Mesih, Tanrı özüne sahip olduğu hâlde, Tanrı’ya eşitliği sımsıkı sarılacak bir hak saymadı. Ama kul özünü alıp insan benzeyişinde doğarak ululuğunu bir yana bıraktı.”[78]

Allah (cc), İsa’ya (as) -hâşâ- hulul edince, artık İsa tanrısal bir varlık olmuştur. İşte bu sapkınlık aracılık anlayışını doğurmuştur:

“Söylediğiniz, yaptığınız her şeyi Rabb İsa’nın adıyla, O’nun aracılığıyla Baba Tanrı’ya şükrederek yapın.”[79]

– Şeriattan kurtulma iddiası: Pavlus’a göre Tanrı, İsa’ya hulûl etmiş, onda vücut bulmuştur. İsa’ya iman edenler ise İsa ile bütünleşmiştir. İsa’yla bütünleştikleri için de artık şeriata ihtiyaçları kalmamıştır.

“Mesih’le birlikte ölüp dünyanın temel ilkelerinden kurtulduğunuza göre, niçin dünyada yaşayanlar gibi, ‘Şunu elleme’, ‘Bunu tatma’, ‘Şuna dokunma’ gibi kurallara uyuyorsunuz?”[80]

“Yine de insanın, Kutsal Yasa’nın (Tevrat’ın) gereklerini yaparak değil, İsa Mesih’e iman ederek aklandığını biliyoruz. Bunun için biz Yasa’nın gereklerini yaparak değil, Mesih’e iman ederek aklanalım diye mesih İsa’ya iman ettik.”[81]

Yani Pavlus şunu diyor: Biz hakikate ulaştık, artık şeriata/kurallara ihtiyacımız yok! Bu tabir bir yerlerden tanıdık geliyor mu?

– Kefaret iddiası: Bir önceki bölümde aktardığımız kefaret düşüncesi de Pavlus’un Hristiyanlığa bulaştırdığı bidatlerdendir. Bir Tarsus Yahudisi ve felsefeci olan Pavlus, çevre dinlerden etkilenerek kefaret düşüncesini geliştirmiştir.

– Tağuta kulluğun, Allah’ın emri olduğu iddiası: Bildiğimiz gibi bütün resûller insanları Allah’a (cc) kulluğa davet etmiş, dinî ve siyasi gayrimeşru otoritelerden (tağutlardan) uzak durmaya çağırmışlardır:

“Andolsun ki biz her ümmet arasında: ‘Allah’a ibadet/kulluk edin ve tağuttan kaçının.’ (diye tebliğ etmesi için) resûl göndermişizdir. Allah içlerinden kimisine hidayet bahşetti, kimisine ise sapıklık hak oldu. Yeryüzünde gezip dolaşın ve yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğuna bir bakın.”[82]

Pavlus, İsa’nın (as) mesajını ters yüz etmiş; insanları tağuta kulluk etmeye, tağuta kulluğun İlahi iradeye teslimiyet olduğuna davet etmiştir.

“Herkes baştaki yönetime bağlı olsun, çünkü Tanrı’dan olmayan yönetim yoktur. Var olanlar Tanrı tarafından kurulmuştur. Bu nedenle, yönetime karşı direnen, Tanrı buyruğuna karşı gelmiş olur… Yönetimden korkmamak ister misin, öyleyse iyi olanı yap, yönetimin övgüsünü kazanırsın…”[83]

Bu mektubun Romalılara yazıldığı ve yönetimde de muvahhidlere baskı yapan putperest Roma olduğu düşünüldüğünde Pavlus’un kime/neye itaate davet ettiği daha iyi anlaşılır.

Buraya kadar Pavlus’un Hristiyanlığa bulaştırdığı itikadi sapkınlıkların bir kısmına değindik. Hiç şüphesiz o, Hristiyanlığın bünyesinde itikadi, siyasi, ahlaki ve ibadi olarak köklü değişiklikler yapmıştır. Günümüz Hristiyanlık anlayışı bir bütün olarak Pavlus’un direkt veya dolaylı etkisiyle teşekkül etmiştir. Bu vakıanın bizi ilgilendiren kısmı ise şudur: Allah Resûlü (sav) Hristiyanlara adım adım uyacağımızı haber vermiştir. Hâliyle bu ümmet içinde de Pavluslar çıkmış olmalıdır. Mehmet Akif’ten mülhem olarak, “Pavlus ölmedi, kıtalar dolaşıyor.” desek, yanlış bir tespit yapmış olmayız. Bu nedenle içimizdeki Pavlusları daha iyi tanımak için Pavlus’un bariz özelliklerine dikkat çekmek yerinde olacaktır:

Pavlus seçilmiş ve vazifelendirilmiştir

Pavlus, benzeri diğer tüm tahrifçi Pavluslar gibi keşif ehlidir. Gaybla direkt ilişki kurar. Pavlus’a bir vazife mesaj/kitap verilir. Vahye ve bedihi akla aykırı konuşsa da bir şey yapamazsınız. Çünkü konuşan o değildir. Ona verilmiş bir mesaj vardır, o yalnızca tebliğ eder:

“Bir keresinde başkâhinlerden aldığım yetki ve görevle Şam’a doğru yola çıkmıştım.

Ey Kralım, öğlende yolda giderken, gökten gelip benim ve yol arkadaşlarımın çevresini aydınlatan, güneşten daha parlak bir ışık gördüm.

Hepimiz yere yıkılmıştık. Bir sesin bana İbrani dilinde seslendiğini duydum. ‘Saul, Saul, neden bana zulmediyorsun?’ dedi. ‘Üvendireye karşı tepmekle kendine zarar veriyorsun.’

Ben de, ‘Ey Efendim, sen kimsin?’ dedim.

‘Ben senin zulmettiğin İsa’yım.’ diye yanıt verdi Rabb. ‘Haydi, ayağa kalk. Seni hizmetimde görevlendirmek için sana göründüm. Hem gördüklerine hem de kendimle ilgili sana göstereceklerime tanıklık edeceksin.

Seni kendi halkının ve öteki ulusların elinden kurtaracağım. Seni, ulusların gözlerini açmak ve onları karanlıktan ışığa, Şeytan’ın hükümranlığından Tanrı’ya döndürmek için gönderiyorum. Öyle ki, bana iman ederek günahlarının affına kavuşsunlar ve kutsal kılınanların arasında yer alsınlar.’ ”[84]

İslam ümmeti olarak gördüğü bir rüyada, manevi bir seyr-i sülukta veya bir keşifte/zuhuratta gaybla ilişki kuran yüzlerce insan biliyoruz. Her birine verildiği iddia edilen kitap/mesaj; hem kendi içinde hem de diğer “verilmiş” kitaplarla/mesajlarla çelişse de ısrarla Allah’tan olduğunu söylüyorlar.[85]

Pavlus çelişkilerle dolu ahlaksız bir karakterdir

Benzeri tüm tahrifçi Pavluslar gibi Hristiyanlığın Pavlus’u da kibirlidir. Sürekli ahlaktan, tevazudan, sevgiden… söz etmesine rağmen, büyüklenmekten geri durmaz. Açıkça kendini över,[86] İsa’nın (as) havarilerini küçümser,[87] gittiği yerlerde açıkça onların dedikodusunu yapar.[88] Yukarıda örneklerini okumuştuk; alenen insanları şeriattan/yasadan kurtulmaya davet ediyordu. Ne ki söz konusu “milletin malını yemek” olursa birden Musa Peygamber’in şeriatını hatırlar. Onun (as) şeriatında tapınak görevlilerinin adaklardan pay aldıklarını ileri sürerek, müjdeyi/İncil’i yayanların da müjdeden geçimlerini sağlayacağı sonucuna ulaşır.[89] O da benzerleri gibi bilgiyi ve aklı küçümser.[90] Zira akıl ve bilgi insanların gözünü açar.

Pavlus’un bu durumu bizlere rezidanslarda zühd anlatan, en küçük eleştiride ağza alınmaz küfürler savuran, işgalcilere elsiz/dilsiz muvahhidlere aslan kesilen, en bayağı ahlaksızlıkları dahi keramet diye sergileyen İslam mistiklerini hatırlatmıyor mu?[91]

Pavlus’ta tüm yollar şeriatsızlığa çıkar

Tüm Pavluslar şeriatı hakikate, zahiri bâtına kurban eder. Yaptıkları tüm çalışmaların neticesi insanları şer’i bağlardan azade kılmak, şeriatsızlaştırmaktır. Yazımızdaki 6. başlık altında buna dair örnekler vermiştik. Velhâsıl şeriatsızlaştırmak, dolaylı yoldan kulluğu reddetmektir. “Ben Allah ile bütünleştim.” ya da “Allah bana hulûl etti.” ya da “Hakikate ulaştım.” gibi iddialar, kulluğu reddin paravanından başka bir şey değildir!

7. Roma Etkisi[92]

İsa’nın (as) ilahlaştırılması olgusunun sebeplerini ele aldığımız yazımızda zikredeceğimiz son madde, Roma devletinin Hristiyanlığı kabul etmesidir. Şöyle ki; MS ilk üç yüzyıl içinde Hristiyanlık, Roma’nın hükümran olduğu bölgelerde yayıldı. Aynı zamanda Hristiyanlık; Pavlusçu muharref çizgi, havarilerin izinden giden muvahhidler ve inançlarına/amellerine bidat bulaştıranlar olarak üç ana gruba ayrıldı. Roma paganlarının baskısı nedeniyle Hristiyanlar, gizli kilise toplulukları şeklinde örgütlendi. Hristiyanlığa sözlü ve fiilî baskı uygulayan ve onları putperest ayinlere katılmaya zorlayan Roma, bir noktadan sonra politika değişikliğine gitti. Zira canları pahasına baskılara direnen din âlimleri mustazaf toplumu etkiledi. Ayrıca Roma’nın zevke dayalı hedonist yaşamı, toplumu manevi krize sürüklemişti. Arayış içindeki toplumun yolu Hristiyanlıkla kesişti. Dalga dalga yayılan ihtida hareketi karşısında Roma, Hristiyanlığın üstündeki resmî yasağı kaldırdı, onu da diğer dinlerle eşit kabul etti. Resmî soruşturmalardan kurtulan Hristiyanlar açıktan faaliyetlere başladılar. Ancak gün yüzüne çıkan yalnızca Hristiyanlık değildi. Hristiyanlar içindeki ihtilaflar, yukarıda işaret ettiğimiz üç akım ve onların teolojik/itikadi tartışmaları da gün yüzüne çıktı…

Hristiyanlık mezkûr seyri izlerken, Roma’da da askerî ve siyasi gelişmeler oluyordu. Örneğin Konstantin parçalanmış Roma’yı birleştirme hedefi güdüyordu. Batı üzerine yaptığı bir harekâtla bu emeline ulaştı, Roma’nın tek hükümdarı oldu. Siyasi birlik sağladığını düşündüğü sırada yeni bir sorunla yüzleşti: Hristiyan mezhepleri arasında çatışma! Kaynakların aktardığına göre mezhebî tartışmalar sokaklara taşmış, sıradan insanlar önce sözlü sonra fiziki kavgaya tutuşmaya başlamıştır… Yaşanan hadiselerin siyasi birlik hayaline zarar vereceğini anlayan Konstantin, tüm Hristiyanları bir çatı altında toplamaya karar verir. İlk Konsül olan İznik Konsülü 325’te, Konstantin başkanlığında toplanır. Konstantin o tarihte Güneş tanrısına tapan bir putperestir ve Hristiyanlar arası tartışmalara dair hiçbir fikri yoktur. Onun tek gayesi Roma’nın siyasi birliği önündeki bir engeli ortadan kaldırmak ve mümkünse Hristiyanlığı da -benzeri diğer dinler gibi- toplumsal bir harç/afyon olarak kullanmaktır. Daha anlaşılır bir dille söyleyecek olursak Konstantin, yerli ve millî bir din arayışındadır. Konsül’de yaşanan tartışmaların neticelenmeyeceğini gören Konstantin, tevhidi savunan Arius ve yandaşlarını aforoz -başka bir deyişle tekfir- ettirip sürgüne yollar. Konsüle İsa ile Tanrı’nın aynı özden/cevherden olduğunu kabul etmelerini önerir, önerisi -biraz da tehditle- kabul edilir. Böylece Hristiyanlıktaki şirk ehli, Konstantin’in çabalarıyla merkezî konuma oturur. Buna mukabil devlet de kiliseden bazı haklar elde eder:[93]

– Kiliseye ait yasaları düzenlemek

– Genel Konsüller toplamak

– Konsüllerin önerilerini saptamak

– Çok önemli dinsel mekanlara psikopos atamak

– Ruhsal alandaki en önemli yargı hakkına sahip olmak[94]

– Tüm dogmatik tartışmaları bir karara bağlamak ve şekillendirmek

Elbette bu konsülde alınan kararlarla ihtilaflar son bulmadı ve daha sonra birçok konsül toplandı. Ancak ilk defa pagan/putperest bir devlet, tevhidî bir dini kontrolüne aldı; saltanatla kilise arasında bir antlaşma imzalandı. Hristiyanlık içindeki pavlusçu/tahrifçi çizgi resmî söylem hâlini aldı. Roma, yüzyıllarca baskı kurarak elde edemediği şeyi, kiliseye tanıdığı haklarla elde etti: Kiliseye para verdi, kilisenin temsil ettiği din gücünü uhdesine aldı ve dini; şirkin, tuğyanın ve zulmün meşrulaştırıcısı/ortağı hâline getirdi. 380 yılında Roma, Hristiyanlığı imparatorluğun resmî dini ilan etti. Ne ki resmî din diye ilan edilen şey, Hristiyanlık olmaktan çıkalı çok olmuştu. O güne kadar Hristiyanlığa bulaşan itikadi ve amelî bidatlere, pagan Roma’nın şirk gelenekleri de eklenmişti. Bu duruma pazar tatilini ve Noel’i örnek verebiliriz.[95]

“Bununla birlikte genel olarak deliller erken dönem Hristiyanlarının her tür Şabat’ı kesinlikle reddettiklerini, yine de yavaş yavaş Pazar gününün haftalık toplanma günü olarak kabul edildiğini ve daha sonraları gerçekte öfkeyle reddedilen eski Şabat’ın yerine geçecek şekilde veya benzer sıklıkla gözlenen bir ölçüde, Pazar gününün dinlenme günü olduğunu göstermektedir. Güneşe adanmış olan bugünkü Pazar günü, (Sunday) paganizmin güneş dinlerinde de kutsal gündü. Bugüne özellikle de Mitra’ya tapanlar tarafından hürmet edilir ve muhtemelen de bugüne ‘Rabbin Günü’ denirdi. İlk Hristiyanların İsa’nın ölüm günü olan Cuma gününü haftalık bir araya gelme günü olarak seçmeleri beklendiği için, O’nun türbesini Pazar günü terk etmesinin, onlar tarafından neden özellikle bugüne hürmet edildiğini açıklamaya yetmediği görünmektedir. Gerçekte onların, burada diğer pek çok konuda olduğu gibi putperest adetlerden etkilendiklerini, Mitra’ya ve diğer güneşe tapanların kutsal olarak kabul etmeleri ve bu alışkanlığı bastıramamaları sebebiyle Pazar gününü seçtiklerini gösterir.

321 yılında henüz Hristiyan olduğunu ilan etmemiş fakat putperestlik ile Hristiyanlık arasında gidip gelmekte olan İmparator Kostantin Pazar gününün zorunlu dinlenme günü yapıldığını ilan eden kararname düzenledi. Lakin gerçekte onun Pazar gününden ‘Güneşin kutsal günü’ olarak bahsetmesi, onu Hristiyanların kutsal günü olarak düşünmesi yanında, geleneksel güneş festivalini de düşündüğünü gösterir. Ancak bu kararname popüler olmadı ve sonuç olarak IX. yüzyılda İmparator Leo tarafından yürürlükten kaldırıldı. Fakat Batıda Charlemagne Pazar günleri her tür işte çalışmayı yasakladı. İngiltere’de de Anglo Sakson krallar olan Ina, Athelstan ve Ethelred’in kanunları o gün ticareti ve her tür işçiliği yasakladılar. Daha sonra Pazar günü Roma Katolikleri tarafından kabul edildiği gibi bütün Avrupa tarafından da Noel gibi kabul edildi. İnsanlar o gün sabah kiliseye giderek iş yapma ve spor hususunda kendilerine tatil ve dinlenme ilan ettiler. Şüphesiz bu Pazar gününü gözleme hususunda erken dönem Hristiyan metoduna en yakın yaklaşımdı.”[96]

“14. Yüzyılın sonuna doğru kilise, İsa’nın bir fantezi olduğunu ve asla doğmuş olmadığını iddia eden Manichaenlar’ın etkisini yok etmek için, doğum günü festivalini vaftizden ayrı bir tarihte kutlama gereği hissetti ve Ruhsal doğuşun yıl dönümü veya ‘ortaya konması,’ Chrysostom ve İsa’nın tanrısal hayatının, vaftiz edilmesinden önce başladığını iddia edenlerin hükmü gereği 6 Ocak’a bırakıldı ve Doğuş Yıldönümü ‘bedenden sonra’ doğum olarak dikkatli bir şekilde ayrılarak yeni tarih 25 Aralık olarak değiştirildi.

Bununla birlikte bu yeni tarih tamamen putperest etki altında seçildiği açık olduğu için, ilk önceleri çok fazla ikna edici olmadı. Zira 25 Aralık çok eski zamanlardan beri Güneş’in doğum tarihiydi ve bu nedenle pek çok yerde büyük şölenlerle kutlanırdı. Gerçekte Hristiyanlar, antik gelenekleri baskılamanın veya insanların güneşin doğumuyla İsa’nın doğumunu özdeşleştirmelerini engellemenin olanaksız olduğunu görmeleri sebebiyle bu seçime zorlandılar; bu nedenle bastırılamayan putperest adete Hristiyanlık değeri vermek suretiyle, Kilise tarafından sıklıkla kullanılan ve açıkça itiraf edilen hileye başvurmak gerekli hâle geldi. Antik çağların Hristiyan Suriye’li yazarı açıkça, ‘Papaların, kutlama tarihini 6 Ocak’tan 25 Aralığa taşımalarının sebebinin, putperestlerin festival işareti anlamında ışıkları yakarak, 25 Aralık’ta güneşin doğum gününü kutluyor olmaları ve Hristiyanların da bu adet ve festivallere katılıyor olmaları dolayısıyla kilisenin doktorlarının Hristiyanların bu festivallerden hoşlandığını algılamalarıyla birlikte, gerçek Doğuş’un bugün olması gerektiğine karar vererek bunu çözdüler.’ demektedir.”[97]

Buradan anlıyoruz ki; saltanatın dine müdahalesi, özelde İsa’nın (as) ilahlaştırılmasında, genelde dinin tahrifinde önemli bir etkiye sahiptir. İslam’ın başına gelen itikadi, amelî, siyasi ve ahlaki felaketlerin birçoğu saltanatın direkt ve dolaylı etkisiyle oluşmuştur. Örneğin İslam’ın, “Gaybı Allah bilir.” ilkesine zıt olan müneccimlik, saltanat eliyle İslam toplumuna bulaşmıştır. Emevi Yöneticisi Halid ibni Yezid’in tercüme ettiği, Hermes’e ait “El-Esas fi’n Nucum” kitabıyla başlayan bulaş, Abbasilerin sarayda kadro açmasıyla müneccimliği/falcılığı/kâhinliği İslam(!) saraylarının köklü kurumlarından biri hâline getirmiştir.[98] Yine İslam’ın pak yüzü olan şeriat, saltanat eliyle “tek adam hukukuna” dönüştürülmüşür. Tevhidle gelen birlik, saltanatın entrikalarıyla parçalanmış, şûra ve adalet ilkesine dayalı İslami yönetim bir diktatörlüğe evrilmiştir. Kur’ân ve sünnetten meşruiyet bulmayan sultanlar, cebri akideyi yayarak İslam’ın kadere iman ilkesini tahrif etmişlerdir. Saltanatla birlikte başlayan ahlaki yozlaşma, toplumda tepkiyle karşılanmış, insanlar bir kaçış felsefesi[99] olan tasavvufa veya diktatör dini/itikadı olan irca akidesine savrulmuştur.[100]

Allah’a (cc) emanet olun. Selam ve dua ile…

 


[1]. 5/Mâide, 116-117

[2]. Buhari, 7320; Müslim, 2669

[3]. Bizler Âdem’den (as) Nebimiz Muhammed’e (sav) dek tek bir ümmetiz ve adımız İslam’dır. Hristiyanlık ise İslam tarihindeki, dolayısıyla bizim tarihimizdeki bir sapmadır.

[4]. bk. El-Mesîh ve’t Teslîs, Dr. Muhammed Vasfî, s. 77 vd.

[5]. 3/Âl-i İmran, 59-60

[6]. 3/Âl-i İmran, 49

[7]. Hristiyanların ayet/mucizeleri nasıl yorumladığına dair bk. Hristiyanlığın Temelleri, John R.W. Stoot, s. 37-39

[8]. Luka, 5/17

[9]. Luka, 11/20

[10]. Matta, 24/24

[11]. Matta, 12/38-40; Markos, 6/5

[12]. bk. El-Mesîh ve’t Teslîs, Dr. Muhammed Vasfî, s. 78-80

[13]. bk. El-Fevâidu’l Mecmûa, Eş-Şevkânî, s. 326; Mevdûât, Mollâ Aliyyu’l Kârî, s. 288; Keşfu’l Hafâ’, El-Aclûnî, 2123

[14]. bk. Yuhanna, 1/1

[15]. Buhari, 1043; Müslim, 915

[16]. Tasavvuf ve İslam, Prof. Dr. İbrahim Sarmış, s. 549

[17]. El-Mesîhu Dirâseti Selefiyye, Rifâî Surûr, s. 294-295

[18]. Örnekler için bk. Pavlus Hristiyanlığın Mimarı, Şinasi Gündüz, s. 219-224

[19]. Matta, 5/9

[20]. Matta, 5/44-45

[21]. Yuhanna, 10/30-38

[22]. Kutsal Kitap: Tevrat-Zebur-İncil, Mezmurlar, 82/6 (Kitabı Mukaddes Yayınları)

[23]. Mezmurlardan/Zeburlardan aktardığım bu bölüm (Mezmurlar 82/1-8) bir bütün olarak ilginçtir. Yüce Allah’ın bir kurulda konuştuğu iddia ediliyor. Bu kurul “Tanrısal Kurul” diye de tercüme edilebilir “Yargıçlar Kurulu” diye de. Zaten mütercimler dipnotta bu konuya dikkat çekmişler. (Kullandığım kitap Tevrat, İncil ve Zebur’u içeren, “Kutsal Kitap” adında, Kitabı Mukaddes Yayınevinin tercümesi. Basım tarihi 2019) Yani birinci tercümeye göre sözün sahibi hâkimlere/yargıçlara tanrı, ikinci tercümeye göre yargıç/yönetici demiş oluyor. Emin olmamakla birlikte şöyle bir tahminim var: Hâkim, hem Yüce Allah’ın güzel isimlerinden hem de Arapça bir kelime olarak hükmeden yargıçlar anlamında da kullanılıyor. Zamanla iki anlam arasındaki fark buharlaşıyor ve hükmeden krallara isimlerinden esinlenerek uluhiyet sıfatları atfediliyor. Muhtemelen İbranicede de böyle bir anlam kayması olmuş olmalı… Bu ilginç pasajı okuduktan sonra Allah Resûlü’nün (sav) isimler konusundaki hassasiyetini daha iyi anlamış oldum. Konumuzu da ilgilendiren şu hassasiyeti örnek verebiliriz:

           Şureyh’ten (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

           “Babası Hâni ibni Yezid, kavmiyle birlikte Allah Resûlü’ne (sav) gelince Allah Resûlü (sav), kavminin onu ‘Ebu’l Hakem’ künyesiyle çağırdığını duymuş ve kendisini çağırarak şöyle demiştir: ‘Muhakkak ki gerçek hakem Allah’tır. Hüküm ona aittir. Sen niçin Ebu’l Hakem künyesiyle çağırılıyorsun?’

           O da, ‘Benim kavmim bir anlaşmazlığa düştükleri zaman bana gelirler, ben de aralarında hüküm veririm. Her iki taraf da (benden) razı olurlar.’ dedi.

           Allah Resûlü (sav), ‘Bu ne kadar güzel şey! Kaç çocuğun var?’ diye sordu.

           Adam, ‘Şureyh, Muslim ve Abdullah (isimli üç oğlum) var.’ diye cevapladı.

           Allah Resûlü (sav), ‘(Yaşça) hangisi daha büyük?’ diye sordu.

           Adam, ‘Şureyh.’ cevabını vermiş.

           Allah Resûlü (sav) de, ‘Öyleyse sen Ebu Şureyh’sin.’ buyurdu.” (Ebu Davud, 4955; Nesai, 5387)

[24]. 8/Enfâl, 17-18

[25]. 8/Enfâl, 10

[26]. bk. Mevsûatu’t Tefsîri’l Me’sûr, 9/691-697

[27]. Bahrü’l Medîd, İbn Acîbe El-Hasenî, 9/224, Fetih Suresi, 8-10. ayetlerin tefsiri

[28]. Tasavvuf Terimleri ve Deyimler Sözlüğü, Ethem Cebecioğlu, s. 121-122

[29]. Örnekler için bk. Hz. İsa Nasıl Tanrılaştırıldı, Mehmet U. Sakioğlu, s. 68-72

[30]. Markos, 9/5

[31]. Matta, 17/4

[32]. Luka, 9/33

[33]. Luka, 9/38

[34]. Markos, 9/17

[35]. Matta, 17/15

[36]. Yuhanna, 1/1-15

[37]. bk. El-Mesîh ve’t Teslîs, Dr. Muhammed Vasfî, s. 87-88

[38]. Yuhanna, 8/40

[39]. Markos, 9/29

[40]. Matta, 16/16

[41]. bk. El-Mesîhu Dirâseti Selefiyye, Rifâî Surûr, s. 293

[42]. Kur’ân Allah’ın koruması altındadır: “Şüphesiz ki zikri/Kur’ân’ı biz indirdik. Onu koruyacak olan da hiç kuşkusuz yine biziz.” (15/Hicr, 9)

[43]. Tevhid Dergisi, S 91, s. 6

[44]. Tasavvuf, Tanımı/Menşei/İslamla İlişkisi, Halis Bayancuk, s. 187

[45]. Ebu Davud, 4031

[46]. 9/Tevbe, 30

[47]. Konuya dair geniş bilgi için bk. Hristiyanlığımızdaki Putperestlik, Arthur Weigall. Yazar Hristiyan öğretilerini tek tek ele almış ve arka plandaki putperest etkiye işaret etmiştir.

[48]. bk. Bir Hristiyan Dogması Teslis, Prof. Dr. Mehmet Bayraktar, s. 91

[49]. bk. Tahrîfu Risâleti’l Mesîh Abre’t Târîh, Besme Ahmed Cestaniyye, s. 295-331

[50]. Elçilerin İşleri, 14/8-18

[51]. Bir Hristiyan Dogması Teslis, Prof. Dr. Mehmet Bayraktar, s. 217-218

[52]. age, s. 96-102

[53]. Hristiyanlığımızdaki Putperestlik, Arthur Weigall, s. 107

[54]. Teslisin kaynaklarına dair geniş bilgi için bk. Hz. İsa Nasıl Tanrılaştırıldı, Mehmet U. Sakioğlu, s. 323-373; Bir Hristiyan Dogması Teslis, Prof. Dr. Mehmet Bayraktar, s. 61-96

[55]. bk. Hristiyanlık, Şinasi Gündüz, s. 83-85; Hristiyanlığımızdaki Putperestlik, Arthur Weigall, s. 83-94

[56]. bk. Tahrîfu Risâleti’l Mesîh Abre’t Târîh, Besme Ahmed Cestaniyye, s. 360-364

[57]. bk. Hristiyanlık, Şinasi Gündüz, s. 174-175

[58]. 37/Saffât, 123-126

[59]. Tefhîmu’l Kur’ân, 5/37, Saffât Suresi, 123. ayetin tefsiri

[60]. Ugarit Metinleri Çerçevesinde Baal Tapıcılığı ve İsrailoğulları’na Etkisi, s. 10-11

[61]. Nakiller için bk. Menhecu’s Selefi ve’l Mutekellimîn, 1/119-130; Makâlâtu’l Cehm ibni Safvân ve Eseruhâ fi’l Fireki’l İslâmiyye, 1/180-187

[62]. 5/Mâide, 116

[63]. 4/Nisâ, 171

[64]. 5/Mâide, 77

[65]. Buhari, 3445

[66]. Tevhid Akidesini İnşa Eden Kavramlar (inşaallah yakın zamanda çıkacak)

[67]. Ebu Davud, 4806; Ahmed, 16307

[68]. Ahmed, 1839

[69]. Buhari, 4001

[70]. Buhari, 434; Müslim, 528

[71]. Buhari, 435; Müslim, 531

[72]. Muvatta, 475

[73]. 20/Tâhâ, 85-89

[74]. 2/Bakara, 93

[75]. Geniş bilgi için bk. Tahrîfu Risâleti’l Mesîh Abre’t Târîh, Besme Ahmed Cestaniyye, s. 131-206; Pavlus Hristiyanlığın Mimarı, Şinasi Gündüz, s. 243-298; Pavlus Hristiyanlığına Giriş, Fuat Aydın, s. 121-355

[76]. Galatyalılar, 1/11-12

[77]. Koloseliler, 1/15-16

[78]. Filipliler, 2/6-8

[79]. Koloseliler, 3/17

[80]. Koloseliler, 2/20-21

[81]. Galatyalılar, 2/16

[82]. 16/Nahl, 36

[83]. Romalılar, 13/1-3

[84]. Elçilerin işleri, 26/12-18

[85]. “Pavlus’un Şam vizyonuna ilişkin anlatıların ayrıntılarında görülen çelişkili ifadeler de oldukça dikkat çekicidir. Örneğin Pavlus’un Galatyalılara Mektup 1:16’daki ifadesinde, bu hadisede Tanrı tarafından Oğul’un (İsa Mesih’in) kendisine gösterildiği vurgulanırken, Resullerin İşleri’ndeki anlatılarda hadise esnasında aniden ortaya çıkan ışık nedeniyle Pavlus’un hiçbir şey görmez bir hâle geldiği, hatta olayı izleyen 3 gün bu geçici körlüğün devam ettiği belirtilir. Bu körlük nedeniyle Pavlus, kendisine hitap eden İsa Mesih’i yalnızca duymuş ve onunla konuşmuştur (Res. İş. 9: 7-9, 26: 14). Yine Resullerin İşleri 9. bölümde (Bab’da) anlatılan rivayete göre, Pavlus’un beraberinde olan kişilerin, bu olay esnasında dilleri tutulur, oldukları yerde kalakalırlar; onlar da Pavlus’a hitap eden bu sesi duyarlar, ancak hiç kimseyi göremezler. Oysa 22. bölümdeki rivayete göre ise onlar da Pavlus gibi ışığı görürler, fakat konuşulanı anlamazlar. Yine 9. ve 22. bölümlere göre Pavlus, ışığın etkisiyle hiçbir şey görmez olur ve bu durumda beraberinde bulunanlar onun elinden tutarak onu Şam’a götürürler. Kendisinin ışık nedeniyle kör olmasına karşın, 22. bölümde kendisiyle birlikte ışığı gördükleri belirtilen arkadaşlarının bundan etkilenmemesi oldukça ilginçtir. Yine Resullerin İşleri 26. Bölümde Pavlus’un, bu olayda İsa’nın kendisine İbranice konuştuğunu vurgulamasına rağmen, İsa’nın dilinden İbranice değil de Yunanca bir deyiş aktarması oldukça dikkat çekicidir. Son olarak Luka, Resullerin İşleri’nde vizyon esnasında Pavlus’un yanında bulunan kişilere sıkça vurgu yaparken, olayın anlatıldığı Galatyalılara Mektup’ta Pavlus’un, olay esnasında yanında bulunanların varlığından hiç bahsetmemesi de gözden kaçmamaktadır.

           Pavlus’un bu vizyonuna ilişkin Luka’nın anlatısında bulunan çeşitli çelişkili hususlara ilaveten, bu vizyonda İsa’nın görülüp görülmemesi hususu da ayrı bir sorun oluşturmaktadır. Her ne kadar Resullerin İşleri’nde İsa’nın görülmesi konusunda bazı tutarsızlıklar olsa da mektuplardaki ifadelerden Pavlus’un İsa’yı gördüğü anlaşılmaktadır. Ancak ilginç olan husus, bu vizyonda İsa’yı gören ve onun sesini duyan Pavlus’un ona ‘Sen kimsin?’ diye sormasıdır. Bu ifadeden Pavlus’un İsa’yı tanımadığı anlaşılmaktadır; nitekim Pavlus ancak sesin kendisine ‘Ben, senin zulmettiğin İsa’yım.’ demesinden sonra onun İsa olduğunu anlamaktadır. Peki, bu vizyonda Pavlus’un gördüğü kişi gerçekten de İsa mıydı?” (Pavlus Hristiyanlığın Mimarı, Şinasi Gündüz, s. 52-53)

[86]. 2. Korintililer, 11/16-18

[87]. Galatyalılar, 2/6

[88]. Galatyalılar, 2/11 vd.

[89]. 1. Korintililer, 9/8-15

[90]. 1. Korintililer, 3/18-23

[91]. Örnekler içn bk. Tasavvuf, Tanımı/Menşei/İslamla İlişkisi, Halis Bayancuk, s. 141

[92]. Hz. İsa Nasıl Tanrılaştırıldı, Mehmet U. Sakioğlu, s. 135-299

[93]. bk. Hz. İsa Nasıl Tanrılaştırıldı, Mehmet U. Sakioğlu, s. 239

[94]. Afarozların, bir nevi tekfirlerin onaylanması ve kaldırılması gücü

[95]. bk. Hristiyanlığımızdaki Putperestlik, Arthur Weigall, s. 119-144

[96]. age. s. 124-125

[97]. age. s. 137-139

[98]. Geniş bilgi için bk. Et-Tencim ve’l Muneccimin ve Hukmuhum fi’l İslam, A. Mecid Selim A. Muşa’ibi, s. 117-123

[99]. Kavram Feriduddîn Aydın hocaya aittir.

[100]. Saltanatın İslam’a verdiği zararlara dair bilgi için bk. -inşaallah yakın zamanda çıkacak olan- Tevhid Akidesini İnşa Eden Kavramlar, s. 460-476; s. 616-619; s. 891-898

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver