Müslümanların hilafet merkezi Bağdat’a 1258 yılında saldırıp eşi görülmemiş bir vahşet sergileyen Hulagu komutasındaki Moğolların, son Abbasi Halifesi El-Mutasım’ı öldürmesi, İslam ümmetinin altı yüz elli yıldan uzun bir süre sonra ilk kez halifesiz (başsız) kalmasına sebep oldu. Birkaç yıl süren fetret devrinden sonra hilafet müessesesi yeniden canlandırıldı ve en son 3 Mart 1924 yılında Atatürk (2. Hulagu) tarafından ilga edilene kadar devam etti. O tarihten bu yana İslam ümmetinin karşılaştığı büyük saldırıların ve yaşadığı temel sorunların en önemli sebeplerinin başında, ümmetin çobansız koyun sürüsü gibi başsız/halifesiz kalması vardır.
Halifesiz kalan Osmanlı (ümmet) bakiyesi halkların bir kısmı Batılı kurtlara, bir kısmı da Batıcı tağutlara yem oldu adeta. Bununla beraber toplum fertleri içerisinde kalplerin kiri, zihinlerin bulanıklığı ve iradelerin zayıflığı her geçen zaman daha da arttı. Bu vahim durumun en bariz göstergelerinden bir tanesi de Mekke müşrikleri ve Eski Romalılar devrinde kaldığı zannedilen paganizmin/putperestliğin farklı şekillerde yeniden hortlamış olmasıdır. Günümüzde cami minareleri arasına kurulan mahyalarda Ramazan aylarında dinî hayata dair mesajlar verilirken, sonraki zamanlarda laik cumhuriyetin kurucusu ve İslam’ı hayatın ve hukukun her alanından çıkaran Atatürk’e özlem ve övgü mesajlarının yazılması gibi ancak psikiyatrik tanımlamalarla açıklanabilecek bir vahamete ulaşmış itikadi bıçkınlar toplumu gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Bunun haricinde günlük hayatımızda buna benzer birçok örnekle karşılaşıyoruz. Resmî kayıtlarda %99’unun Müslüman olduğu iddia edilen bu müzebzeb hâldeki sevad-ı azama (büyük çoğunluğa) göre kalpleri ve kafaları daha da karışık olan bir kesim de Alevilerdir. Uzun bir süredir Aleviliğin ne olduğu hakkında gerek Alevi gruplar ve gerekse bu grupların dışında bulunan kişiler ve kesimler arasında tartışmalar devam etmektedir.
Alevilik nedir? sorusuna bazı kimseler: ‘Alevilik bir dindir, hem de İslamiyet’ten ayrı ve farklı bir dindir.’ derken; bazıları: ‘Alevilik Şiiliktir, Şia’nın Türkiye’deki özel ismidir. Yani Alevilik, bir İslam mezhebidir.’ diyor. Hâlbuki başka bazı kimseler: ‘Alevilik ne o ne de diğeri değil, Ehli Sünnet ve’l cemaat bir tarikattır!’ diyorlar. İşin doğrusu ‘Alevilik nedir?’ sorusuna verilen birbirine zıt ve uç cevaplar Alevi camiasını da parçalamış durumdadır. Bir yandan mukaddesatçı, tarikatçı ve ülkücü kesimlerin ‘Türkiye’nin %99’u Müslümandır.’ şeklindeki resmî istatistiklerin ardında Aleviliği İslam’ın içinde eritme çabaları ve Aleviliği İslam’ın içinde gören Alevilerin bu bakışa destekleri, diğer taraftan bazı Alevilerin, Aleviliğin İslam’la bir ilgisinin olmadığını söylemeleri ve yazmaları hem bu kesimde hem de Alevi grupların itikadi olarak hakikatte ne olduklarına dair bir fikir edinmek isteyen kesimler arasında ciddi bir kafa karışıklığına neden olmaktadır.
‘Alevi’ kelimesinin isim bilim bakımından dayandığı kökle ilgili olarak Türkiye’deki mukaddesatçılar, ülkücüler ve bazı tarikatlarca kabul gören açıklamalar şöyledir:
A’la: En üstün, en yüce anlamına gelen ve Allah kelimesinde ifadesini bulan Arapça kök kelimedir. (Elif, Lam, Ayn harfleri) ‘Yüce olmak’ anlamı bu kök fiil ile ifade edilir. Ve bu kök fiilden Arapçada 36 civarında kelime türer.
Ef’alu: Üstünlük sıfatı ölçüsü olup, Arapçada bir kalıptır. Ali de bu kökten bu kalıpla türemiş özel bir isimdir. İsm’i mensup kalıbı var. (Ayn, Lam, Y harfleri ve Ali’den önce kimsenin ismi Ali değildi şeklindeki inanış da vardır.)
Alevi kelimesi de mensubiyet eki ile bu kökten türemiş kelimedir. ‘Î’ harfi Arapçada bu halde mensubiyet bağı ifade eder. Kime? Bağlı olduğu kavrama, yani Ali’ye mensup olmayı ifade eder. (Ayn, Lam, Vav, Y) Buradaki nisbeti ‘Vav’ ve ‘Î’ veriyor, aslı ‘Y’ sesidir)
Zaman zaman gündeme gelen ‘alt kimlik-üst kimlik’ tartışmaları çerçevesinde Türkiyeliliği ve İslam’ı bir üst kimlik olarak gören açıklamalar meseleyi daha da girift bir hâle sokmaktan başka bir işe yaramıyor. Alevilik tanımlarının birbirine nasıl da zıt ve uç tanımlar olduğuna dair birkaç örnek:
• Alevilik, biraz İslam öncesi Türklerin Şamanizm dininden, biraz Şia’dan ve biraz da kaynağı bilinemeyen şeylerden etkilenerek meydana gelmiş, apayrı bir inanç sistemidir, bir dindir.
• Alevilik, bir tarikattır. Adı da Bektaşiliktir! Tarikatın piri de Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’dir. Ayin-i cem denilen şey de, bu tarikatın zikir şekli ve ayinidir. Tıpkı, Mevlevi tekkesinin ayin ve zikir şeklinin sema oluşu gibi… Ayin-i cemdeki semah da benzer bir şeydir.
• Türkiye’nin %99’u Müslümandır, binaenaleyh Aleviler de bu ‘Müslüman’ kitlenin içinde İslam’ın temel esaslarına bağlı bir mezheptir. Bunun delili de İslam’ın ve Müslümanların olmadığı ülkelerde Alevilerin de yaşamıyor olmasıdır(!).
• Alevilik, en başta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve ailesinin taraftarları anlamına gelir. Ali radıyallahu anh tarafını tuttukları için bu manada Ali’nin ordu komutanlarından Abdullah b. Abbas, Ammar b. Yasir gibi diğer sahabiler de Alevi’dir. Ali’nin sağlığında onu en üstün sahabi ve halifeliğe en layık insan sayanlara da Alevi denmiştir.
• Arapçada Alevilik, Ali’ye radıyallahu anh mensup, Ali’ye ait anlamlarına gelir. Mezhepler tarihi ve tasavvuf edebiyatında ise, Ali’yi sevmek, saymak ve her hususta ona bağlı olmak anlamlarında kullanılmıştır. Bu bakımdan Ali’yi seven, sayan ve ona bağlı olan kimseye ‘Alevi’ denir.
• Bazı dede ocakları ve taliplerine göre Alevilik: Allah’a kul, Muhammed Mustafa’ya sallallahu aleyhi ve sellem ümmet, İmam Ali’ye talip olan, ehlibeyti seven ve İmam Hüseyin’in yolundan giden topluluğun kabul edip benimsediği inanç/itikad biçimidir. Yani İslam eşittir Aleviliktir. Bu tanıma bağlı olan ve yaşamında bunu uygulayan kişi Alevi’dir.
“Her insan topluluğunu önderleri (imamları) ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklardır.” [1]
Kendilerini ‘Müslüman’ olarak tanımlayan Alevilerin inancına göre bu ayet gereği Müslümanların mutlaka bir imama tâbi olmaları gerekir. Bunlar Ali radıyallahu anh soyundan gelen imamlar olup, günümüzde Türkiye’de bunları takip edenler, Alevi dedeleri olarak kabul edilmektedir. Şii-Rafızi nüfusun yoğun olduğu diğer ülkelerde ise özel bir amaçla üretildiği aşikâr olan ‘Ayetullah, Huccetu’l islam’ vb. isimler kullanılmaktadır. Bu anlamda Türkiye’deki her bir Alevi dedesi kendi ocağında bir A. Sistanî veya bir Hamaney kıratında ağırlığa ve yaptırım gücüne sahiptir.
İsmi Etrafında Muhtelif Rivayetler Dönen Bir Cereyan: Alevilik
Alevi ismi etrafında birbirinden doğu ile batı kadar uzak ve siyah ile beyaz gibi farklı olan zıt tanımlar bulunmaktadır. Aleviliği İslam’ın bir unsuru ve Şia’nın bir kolu olarak görenlerin nezdinde Alevilik kavramının ortaya çıkışı (aynı akımın zincirleme bir devamı olarak) 1827 tarihinden sonrasına dayanır. Şöyle ki:
Osmanlı Devletinin ikinci hükümdarı Orhan Gazi, işi ve mesleği askerlik olan bir ordu oluşturmak amacıyla yeniçeri ocağını kurar. Yeniçeri Ocağı’nı kurduktan sonra da onlardan bir grubu hayır duasını almak üzere Hacı Bektaş-ı Veli’ye gönderir. Hacı Bektaş-ı Veli bu davranışı pek beğenir ve elini gelen askerlerden birinin başına koyarak dua eder. Böylelikle, yeni kurulan askerlik mesleği de, Pir Hacı Bektaş-ı Veli’ye bağlanmış olur. Zaten o dönemde iki tarikat meşhurdur: Biri Mevlevilik, diğeri de Bektaşilik. Bektaşilik, avamın, halk tabakalarının tarikatı; Mevlevilik ise, havasın, okumuş yazmış insanlar ile saray halkının tarikatıdır.
Yeniçeri ocağının Osmanlı’ya büyük katkıları olmuştur. Fakat her şey gibi, bu ocak da ömrünü tamamlar. Yeniçerilerin ömrünü tamamladıktan sonra tasfiye edilmeleri hayli gürültülü ve kanlı olur. Yeniçerilerin karargâhı 1826 yılında, topa tutularak ortadan kaldırılır. Sadece, çeşitli sebeplerle kışla dışında bulunan yeniçeriler kurtulur, diğerlerinin hepsi top mermileriyle can verir. Bu hadise tarihe Vaka-i Hayriye şeklinde geçmiştir.
Kıyımdan kurtulan yeniçeriler, mensubu oldukları Bektaşi tekke ve dergahlarına sığınır, yeniçeri libasını çıkarıp, Bektaşi dervişi kıyafetine bürünürler. Bilahare halkın arasına girerek saray ve padişah aleyhinde konuşmaya başlarlar: ‘Padişahın yaptığı bu nasıl iştir? Ümmet-i Muhammed’in hiç mi düşmanı yoktu? Gariban yeniçerileri Frenklerin yahut Moskof’un önüne sürseydi de bari adamlar şehit olsaydılar.’
Esasen Şii-Batıni olan Bektaşi tarikatı o dönemlerde halk arasında oldukça yaygın ve itibarlı bulunduğu için, söylenen bu sözler, halk üzerinde etkili olur. Öyle ki halk ile devletin arasının açılması tehlikesi zuhur eder. Dönemin hükümdarı 2. Mahmut çaresiz kalır. Şeyhu’l İslam’dan da fetva alarak 11 Ocak 1827 tarihli bir fermanla, Bektaşi tarikatını yasaklar. Hacı Bektaş-ı Veli’ye duyulan saygıdan ötürü, Hacı Bektaş’taki pir postu hariç, bütün Bektaşi tekke ve dergahları kapatılır. Vakıf mallarına el konulur. Muhakemeler yapılır. Birtakım dede veya babalar asılır, bir kısmı da Çorum, Tokat, Sivas, Yozgat, Malatya, Erzincan ve Elazığ’a sürgün edilirler.
Bektaşiler, her şeye rağmen tarikatı yaşatma mücadelesine girişirler. Bektaşilik yasak olduğuna göre, ne yapacaklar?
Yakın geçmişte demokratik siyaset arenasında yer alan sağdan-soldan bazı partilerin anayasa mahkemesi kararıyla kapatıldıktan sonra yaptıkları gibi isim değiştirirler!
Bektaşiler de ‘Biz Bektaşiyiz.’ demezler de, ‘Biz Aleviyiz.’ demeye başlarlar! Alevilik ismi altında, faaliyetlerine gizli gizli devam ederler. 1827 yılına kadar olan hiçbir Osmanlı kaydında Alevilikten bahsedilmez iken, 1827’den sonra da Bektaşilikten hiç söz edilmez. Ta ki, Sultan Abdülaziz bir ferman neşrederek, Bektaşi tekkesinin yeniden kurulmasına izin verinceye kadar. İşte bu suretle, yasak dönemine kadar kullanılan Bektaşi kelimesi yerine, 1827’den sonra, aynı şeyi ifade etmek üzere, yasaklanmamış olan Alevi deyimi kullanılmaya başlanmıştır. Bu sebeple de 1827 yılına kadar olan devlet arşiv belgeleri ile baba ve dedelerin ellerinde bulunan ferman, berat, icazet ve benzeri hiçbir belgede Alevi tabiri yoktur. Bu belgeler ve resmî yazışmalarda hep Bektaşi terimi kullanılmıştır. Bu bakımdan, bugün itibariyle 191 yıldır kullanılan Alevi kavramı, Bektaşi manasına kullanılmaktadır. Alevilik eşittir, Bektaşiliktir. ‘Legal iken Bektaşilik, illegal iken Alevilik.’
Alevilere Göre Gerçek Aleviliğin Mahiyeti
Türkiye’de başka bir kesime nasip olmayan müthiş bir örgütlenme ağına sahip olan Alevilerin kahir ekseriyeti (örgütleri, dernekleri ve yazarlarıyla beraber) bu İslam içinde değerlendirilme girişimlerine ‘Aleviliğin Müslümanlıkla bir ilgisinin olmadığı’ ve Aleviliğin kökünün İslamiyet’ten çok daha eski dönemlere uzanan bir kadim uygarlık olduğu cevabını veriyorlar. En başta Alevilik kavramını bizzat izhar ettikleri inançsızlıklarına ve ideolojilerine göre tanımlıyorlar. Onlara göre Aleviliğin gerçek tanımı şudur:
‘Toplumda yaygın olan inanışın aksine Alevi sözcüğü ‘Ali’ isminden türetilmiş bir kavram değildir. Çünkü Türkçe dilbilgisi kurallarına göre Ali adından Ali’yi seven, Ali’nin yolundan giden anlamında bir kelime türetmek gerekirse bu ancak ‘Alici’ veya ‘Alili’ olması gerekiyor. Dolayısıyla bu hiçbir zaman Alevi şeklinde olmazdı. Türkçe’de -i eki sonuna geldiği kelimeye aidiyet kazandırır. Misal, insan-insani, tarih-Tarihî, mimar-mimari gibi.
Alevi kelimesi bu bağlamda ele alındığında şöyle bir sonuca ulaşılır: Alevi sözcüğü alev kelimesinin sonuna –i eki gelmesi ile oluşturulmuş, aleve ait, ışığa ait, alevden gelen, ışıktan gelen anlamında bir kelimedir.’
Aleviler arasında ciddi ve etkili bir görüş olarak ortaya çıkan Çınarizm teorisinin sahibi Erdoğan Çınar’ın 2004 yılında yayınlanan ‘Aleviliğin Gizli Tarihi’ isimli kitabında ve verdiği konferanslarda ileri sürdüğü görüşler Alevilerin büyük kısmı tarafından hüsnü kabul görmüştür. Bu şahsın ve buna yakın çizgiyi benimseyen diğer kesimlerin hararetle savunduğu görüşe göre Alevilik ile Alevilerin uzaktan yakından (tevhid dini) İslam ile hiçbir bağı ve ilgisi yoktur. Hem adı geçen kişi hem de onun gibi düşünen birçok Alevi yazar ve kanaat önderi, Alevilerin kökeninin Hititlerden önce Anadolu’da yaşamış olan Luvilere dayandığını, Alevi teriminin eski bir Anadolu uygarlığı olan Luvilerden geldiğini, Luvi sözcüğünün Hitit dilinde ‘ışık insanları’ anlamına geldiğini iddia ederler. Onlara göre 16. yüzyıla gelinceye kadar Alevilik içinde çekirdek zümreyi oluşturanlara verilen isim ışıklar veya ışık taifesi idi. Bizans döneminde Polikyenler denen dinî grup Alevidir. Polikyenler altı adet dede ocağı kurmuştur. Pir Sultan olarak bilinen kişi aslında bir Polikyen önder olan Pir Silvanus’tur. Pir Sultan Abdal’ın başına gelen olaylar da esasen Pir Silvanus’un yaşadıklarından başka bir şey değildir. Polikyenler aslında bir Hristiyan mezhebi değil, Alevilerin ta kendileridir.
Buna karşın, geleneksel Alevilikte Alevi terimi, Arapça ‘Ali’ye bağlı’ anlamına gelen sözcükten geldiği kabul edilmektedir. (Arapça: , ‘Alawî’)
Bazı Osmanlı kaynaklarında belirli bölgelerde yaşayan bir kısım Aleviler için ‘ışık taifesi’ tanımının kullanılması, ışık Alevilerine göre, Luviler ile Aleviler arasındaki bağın delilidir.
Ancak Osmanlı kaynaklarında ışık ve ışık taifesi şeklinde ifade edilen söz konusu Batıni kesimlerin türlü türlü şirk ihtiva eden itikatlarına muttali olunduktan sonra ulema ve Osmanlı Devleti nezdinde bu topluluk üzerine baskı ve takibatlar başlatıldığı içindir ki bu insanlar isimlerini değiştirme yoluna gitmişlerdir. Özü itibariyle Batıni bir cereyan olan Alevilik tüm tarihi boyunca defalarca isim değiştirmiştir. Alevilik kadar farklı isimlere bürünen bir başka topluluk, bir başka inanış daha yoktur yeryüzünde. Asıl önemli olan ise, Alevi toplulukların temeldeki inanış kalıplarının tevhid dini İslam’dan farklı olmasıdır.
Hakikat şudur ki, Alevilerin inandığı ilah ile Müslümanların inandığı Allah subhanehu ve teâlâ aynı değildir.
Burada Alevilerin İslam ile hiçbir bağ ve ilgilerinin olmadığını ileri süren Alevi yazar ve kanaat önderlerinin görüşlerinden derlediğimiz bazı pasajları aktarmak istiyoruz:
Müslümanlıkta yaratan ve yaratılan diye bir ayrım vardır. Yaratılışın dışındaki daha ulu bir varlık yaratılmışları yaratmıştır.Alevilerde böyle bir inanış yoktur. Aleviler yaratılışın tamamını yaratanın kendisi olarak görürler (vahdet-i vücud akidesi). Yani yaratılmışın dışında bir ilahî varlığa inanmazlar.
Alevilik ve İslam daha Allah’ın tanımında, yaratanın tanımında birbiriyle uzlaşmaz, örtüşmez bir şekilde birbirlerinden ayrılırlar. Geleneksel tarzda izah etmek gerekirse, ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ der Müslümanlar. Aleviler bunu, ‘Allah’tan başka varlık yoktur’ diye ifade ederler. İkisi birbirinden çok farklı şeylerdir.
Yaratılışı yaratan ve yaratılan olarak ikiye ayırmayı Aleviler doğru bulmazlar. Bu varlıkta ikilik yaratmaktır. Bunun anlamı Alevilikte hakir görünür.
Aleviler varlığın birliğine inanırlar. Varlığın birliği de Alevilerde çok bilinen bir tabirle ‘ene’l hak’ diye tarif edilir. ‘Ene’l Hak’ sözcüğü 910 yılında Bağdat’ta Hallac-ı Mansur tarafından ifade edilmiştir. ‘Ben, Allah’ım.’ demektir.
Aleviler, cennete de cehenneme de inanmazlar. Tüm semavî dinlerde öldükten sonra cennete ya da cehenneme gidileceğine inanılır. Alevilikte böyle bir inanç yoktur.
Aleviler, nurdan geldiklerini ve devriye çemberi tamamladıktan sonra aynı nura geri döneceklerine inanırlar. Bir çembere inanırlar, bu çemberin içinde önce ‘kadir-i mutlak’tan nura, nurdan dört kuvvete düştüklerine inanırlar. Bu dört kuvvet dört nesneyle temsil edilir (ateş, toprak, su ve hava), Bunlar bilimsel gerçeklerdir. Bugün herkes kabul ediyor ki, bir gezegenin doğumundan bir çocuğun doğumuna kadar evrende her şeyin kontrol eden dört kuvvet vardır. Alevi nefeslerinde[2] de bu vardır. Sıradan insanlar kolay anlasınlar diye ateş, toprak, su ve hava olarak adlandırılır.
Sonra bu nur, dört kuvvetin kontrolünde önce cansız nesneye, sonra nebata, sonra hayvana sonra insana ve ardından olgun insana yani insan’ı kamile ulaştıktan sonra tekrar geldiği kaynağa döner. Alevilikte başka bir evrene, başka bir mekâna veya öbür dünyaya, cennete ya da cehenneme gidiş yoktur. Sadece insan-ı kamil oluncaya kadar dünyaya geliş gidişe inanılır.
Ancak bunun derinliği de yaratılmış her şeyin, yaratanın bir parçası olduğunu, bu parçaların bir araya gelmesiyle yaratanın ortaya çıktığının ifadesidir. Daha temel esaslarda Allah inancında (tevhid akidesinde) ayrılırlar.
Alevilerle Müslümanlar aynı tanrıya bile inanmazlar. Aynı Allah’a inanmayan insanlar aynı dinden olabilirler mi?
Hristiyanlıkta, Yahudilikte ve Müslümanlıkta aynı tanrıya inanılır ama bunlar ayrı dinlerdir.
Alevilik, semavi dinlerin dışında bir gizli inanıştır.
Alevi anne babalardan doğan çocukların kendilerini Müslüman olarak tanımlamaları, Alevi yolunu bilmemelerinden kaynaklanır.
Hak aslında gerçektir. Alevilik kökü çok eskiye giden on binlerce yıl öncesine giden çok soylu ve kadim bir inanıştır ve kendisini sürekli sembollerle, simgelerle ifade etmiştir. Bunun nedeni Aleviliğin başka dinlerin hâkim olduğu coğrafyalarda, iklimlerde yaşamasıdır. Yaşarken de saklanmış, saklanırken de uzlaşmacı bir tavır takınarak yaşadığı coğrafyadaki inanışların öznelerini kullanmıştır.
Ali sevgisinin normal ve kabul edilebilir ölçüsü yanında, bunun derece derece Ali’yi tanrılığa vardıracak kadar marazi şekilleri de bulunmaktadır. Bu sevgi ve saygı, çok defa ‘ehlibeyt’ sevgi ve saygısı ile bir arada bulunmaktadır. Ev halkı anlamına gelen ‘ehlibeyt’ten kastedilen, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem ailesi ve soyudur. Rivayete göre bir gün Muhammed, kızı Fatıma, damadı Ali ve torunları Hasan ile Hüseyin’i hırkasının, abasının altına alarak onları korumuş, şefkat göstermiş ve elini abasının üstüne koymuştur. Bundan sonra kendisi ile beş kişi olan ocak mensupları, aile üyeleri ‘ehlibeyt’ adıyla anılır olmuştur.
Kerbela olayı, Alevilikte sırdan uzak, sırra vakıf olmayan asıl büyük kitleyi, mağdur olmuş insanların sempatisini kazanmak için çok iyi kurgulanmış, kullanılmıştır. Aleviler mağdurun yanında görünmeyi seviyorlar. Ali, Alevilik içinde çok etkili bir isimdir.Ancak Ali derken yedinci yüzyılda yaşamış İslami şahsiyet kastedilmez. Kastedilen, bir kişi değil; bir kavramdır. Şimdi Genç Abdaldan (Güvenç Abdal) iki dörtlük aktaralım:
Yoğ iken yerle gökler ezelden
Kudret kandilinde pünhan Ali’dir.
Kün deyince bezm-i elestten evvel
Âlemi var eden sultan Ali’dir.
Müminler sırrını ilden sakınır
Kendin bilmezlere sözün dokunur
Genci Abdal dört kitapta okunur
Evveli, ahiri destan Ali’dir.
Şimdi, dünya kurulmadan var olan ve âlemi vareden bir varlığı hangi özneyle anarsak analım, ister Ali diyelim ister başka bir isim, bunun yedinci yüzyılda yaşamış, etiyle canıyla kanıyla var olmuş İslam’ın Dördüncü halifesi olan Ali olması mümkün değildir. Aşağı yukarı Alevi sırrına vakıf tüm Alevi aşıklarının, ozanlarının nefeslerinde bu durum böyledir. Bir dörtlük daha:
Şah-ı Merdan cuşa geldi, sırrı aşikâr eyledi
Yağmuru yağdıran benim deyi Ömer’e söyledi
Ol dem şimşek yalabıdı yedi sema gürledi
Hem Sakidir hem Bakidir, Nur-u Rahman’ım Ali.
Şimdi, Saki, Baki ve Nur-u Rahman, ‘Esirgeyen, bağışlayan, ışığım Ali.’ diyor aşık. Bu vasıfların, niteliklerin bir insanda toplanması ve bunun da yedinci yüzyılda yaşayan Hz. Ali olması mümkün değildir. Aleviler bunu binlerceyıldır söylüyorlar, dinliyorlar. Bunu söyleyen birisinin kendisini Müslüman hissetmesi zaten mümkün değildir
Alevi sözcüğüyle Ali ismi arasında uzak bir ses benzerliği dışında bir ilişki yoktur. Bu ses benzerliğini kullanmışlardır. Işık, insanı ‘ışıktan gelen’ anlamında Alevi sözcüğüyle yer değiştirmiş. Alevi sözcüğünün kullanılması Ali ile olan ses benzerliğinin ardına saklanma kaygısındandır.[3]
Aleviliğin İnanç-İbadet Bağlamında Şiilikle Münasebeti
Her iki dinin de temelde Batıniliğe dayandığını daha önce kaydetmiştik. Bu hakikatle beraber Türkiye’deki ana akım resmî sunni kitlenin Alevileri İslam’ın bir mezhebi yahut geleneksel bir tarikat olarak kabul etmeleri gibi, İran Şia Cumhuriyeti merkezli ana akım Şia kitlesi de Alevileri kendi dinlerine mensup bir mezhep olarak görmektedirler. Şii ve Farsi damarı çok kuvvetli olan İran, özellikle de bölgesel hedeflerine ulaşmak açısından Türkiye, Lübnan ve Suriye’deki Alevilerle inanç zemininde yakın ilişkiler kurup, geliştirmiştir. Şii İran bu toplulukları kendi amaçlarına kanalize edip örgütlemekle beraber, finansal destek de sağlayarak yeri geldiğinde ortak düşman hâline getirdiği hedeflere saldırtma hususunda harekete geçirmede oldukça mahirdir. İran’ın, İslam coğrafyasındaki halkların büyük bir kısmının gözlerini büyülemek istercesine sık sık İslami söylem ve sloganlar kullandığı Şii-Farsi devrimi, başlangıçta Aleviler nezdinde büyük bir güvensizlikle karşılanmıştı. Öyle ki, söz konusu kesimlerin fikir atölyelerinde üretilen ‘Mollalar İran’a!’, ‘Türkiye İran Olmayacak!’ gibi sloganlar hâlen zihinlerde ve arşivlerdedir.
Her iki taifenin aralarında ortaklaştıkları inançsal esaslar ve ibadi ameller az olmakla beraber, aralarındaki siyasal ve ideolojik yakınlaşma ve muhabbet her geçen gün daha da artıp güçlenmiştir. Bu yakınlaşma ve muhabbet Türkiye’deki kimi Alevi çevrelerde adeta bağlılık derecesine ulaşmıştır. Öyle ki, parlamentoda yer alan laik, Batıcı, sosyal demokrat ve Kemalist bir partinin Alevi milletvekili tüm Türkiye’nin huzurunda ‘… Eğer İran ile T.C. arasında bir savaş çıkarsa, ben İran’ın safında yer alacağım.’ deme cüretini gösterebilmiştir.
İnanç ve ibadi ritüeller bağlamında Şia ile kendilerini İslam’a nispet eden Aleviler arasındaki bazı farklılıkları şöyle sıralayabiliriz:
Her ne kadar birbirlerine yakın gibi görünüyorlarsa da, temelde ortaklaştıkları Batıniliğin yorumlanması ve pratiğinde bile anlaşamamaktadırlar. Zira Aleviliğin inanç esasları ve ibadi ritüelleri Batıniliğe dayanır. Şia’da da Batınilik esas olmakla beraber daha profesyonel ve kurnazca bir yaklaşım vardır.
Şiilikte imamet (son dönemde Velayet-i Fakih) müessesesi vardır. Alevilikte ise Pir/Mürşit/Rehber ve Ana vardır. Şia’da ibadet, Şii camilerinde ve müziksiz yapılırken Alevilikte ibadet, cemevinde yapılır ve bu ibadet müziksiz, sazsız ve semahsız olmaz. Şiilikte ibadet yapılırken kıble olarak Kâbe’ye dönülür ve ibadet haremlik ve selamlıktır. Alevilikte ise ibadet, erkek-kadın ‘can’ olarak yerine getirilir ve her birinin kıblesi bir diğerinin yüzüdür, cemalidir. Şiilikte inanç merkezi (Ali’nin radıyallahu anh medfun olduğu türbenin orada bulunduğuna inandıkları) Irak’ın Necef şehridir. Alevilerin inanç merkezi ise Pir Hacı Bektaş-ı Veli’nin türbesinin bulunduğu Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesidir. Şiilikte tıpkı tasavvuftaki anlamıyla şeriat kapısı varken, Alevilikte de buna benzer dört makam ve kırk kapı vardır. Şiilerde ibadet dili Farsça ve Farsi aksanlı Arapçadır, Alevilerde ise ibadet dili diye bir şey yoktur, herkes istediği dilde ibadet edebilir.
Kendilerini İslam’a nispet eden bazı Alevi gruplar Şiilerle aralarında Ali ve on iki imam sevgisi dışında başkaca bir ortak noktanın bulunmadığını iddia ederler.
Batıni temelli bir din, mensuplarının her devirde ve her yerde bulunup var olmasını salık verir. İnanç, ibadet ve yaşamda belli bir ahlaka göre değil zamanın gereklerine göre varlığını ve yolunu sürdürmek cafcaflı sözcüklerle setredilemeyecek kadar vahim bir sapmadır. Günümüz toplumunda müşahade edilen itikadi ve ahlaki sapmaların en önemli sebeplerinden biri de budur.
Allah’tan subhanehu ve teâlâ dünya ve ahirette esenlikler dileriz. Allah’a hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun.
[1] . 17/İsra, 71
[2] . Nefes: Türk Edebiyatı’nda İslami öğretilere bağlı Aşık Halk Edebiyatı nazım şekillerinden ilahilerin Alevi-Bektaşi aşıklarınca yazılanlarına denir. Nefeslerin konusu genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücud, Alevi-Bektaşi ilkeleri ve tarikat kurallarıyla ilgilidir.
İlk Yorumu Sen Yap