Allah’ın Adıyla…
Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun.
Bir önceki yazımızda İslam ümmetinde vuku bulan ihtilaflara dair örnekler vermiştik. Ve bu örneklerden umumen ihtilafın iki kısım olduğu kanaatine varmıştık. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ ve Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ihtilafın bir kısmını kabul edip göz yumarken, bir kısmına şiddetle karşı çıkmıştı. Buna binaen İslam alimleri ‘geçerli-geçersiz’, ‘övülen-yerilen’ vb. isimlerle dini meselelerde vuku bulan ihtilafı iki kısma ayırmıştı.
Baştan söylemeliyiz ki; akaide taalluk eden meselelerde, asıl olan ihtilafın olmamasıdır. Akaid konusunda vuku bulan ihtilaflar genel itibariyle yerilmiştir. Bunun en belirgin sebebi; İslam ümmetinin akide etrafında toplanıyor olmasıdır. Bir başka tabirle, ümmeti bir arada tutan harç, ümmet binasının üzerinde yükseldiği temel, akidedir. Bundan dolayı esasta ihtilaf ve ayrılık kabul edilemez.
” ‘Dini ayakta tutun ve onda grup grup ayrılmayın’, diye Allah’ın Nuh’a tavsiye ettiğini, sana da vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiklerini, size de dinin kuralları yapmıştır. Müşrikleri davet ettiğin şey, onlara ağır gelir. Allah, dilediğini kendine seçer ve kendine yönelen kimseye yol gösterir. Onlar, aralarındaki hırs ve haset yüzünden, kendilerine bu hususta bilgi geldikten sonra ayrılığa düştüler ve Rabbin, muayyen bir zamana kadar onlara azap etmemeyi takdir etmeseydi, aralarında çoktan hükmedilirdi ve onlardan sonra kitaba vâris olanlar da bu hususta elbette şüphe içindedir, tereddüde düşmüşlerdir.” (42/Şura, 13-14)
Akaid noktasında vuku bulan ihtilaflarda bu ayet çok önemlidir. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ başta Nuh aleyhisselam olmak üzere tüm ‘Ulu’l Azm’ Peygamberlere ortak bir şeriat/kanun kılmış, “…Dini ayakta tutun ve onda grup grup ayrılmayın” buyurmuştur.
Biliyoruz ki; şeriat iki kısımdır.
• Belli zamanın maslahatı gözetilerek teşri kılınan şeraitler. Ki bunlar gözetilen maslahat değişince kaldırılırlar.
– Dinin aslından olan ve her Peygamber döneminde geçerli olan şeriatlar. Bu kısma dahil olanlar dinin özüdür.
İmam Kurtubi rahimehullah bu ayetin tefsirinde;
‘…Dini ayakta tutun’dan kasıt; Allah’ın birlenmesi ve O’na itaat, kitaplara, Rasûllere ve ahiret gününe iman ve bunun dışında kişinin yerine getirdiğinde Müslüman olabileceği şeylerdir. Onda ayrılığa düşmeyin; yani ihtilafa düşmeksizin onu devamlı bir surette muhafaza edin.’ (Özetle.)
İbni Kesir rahimehullah bu ayetleri tefsir ederken:
‘Bütün Peygamberlerin getirmiş olduğu din ise, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibadettir. Nitekim başka bir ayeti kerimede:
“Senden önce hiçbir Rasûl göndermedik ki ona: ‘Benden başka İlah yoktur; şu halde bana kulluk edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (21/Enbiya, 25) buyrulurken,
Bir hadiste de:
“Biz Peygamberler topluluğu baba bir, ana ayrı kardeşleriz. Dinimiz birdir.” buyurulmaktadır.
Yani her ne kadar şerîatleri ve metodları farklı da olsa, onlar arasındaki müşterek olan kısım, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibadettir. Nitekim başka bir ayeti kerimede:
“Sizden her biriniz için bir yol, bir şeriat kıldık.” (5/Maide, 48) buyrulurken,
Allah Teâlâ burada da şöyle buyurmaktadır:
“Dini ayakta tutun ve onda grup grup ayrılmayın.” (42/Şura, 13)
Allah Teâlâ bütün Peygamberlere toplanmayı, birleşmeyi, ünsiyeti ve cemaati tavsiye buyurmuş ve onları parçalanmaktan, ihtilâftan men etmiştir.’
İmam Şevkani Fethu’l Kadir’inde bu ayetleri tefsir sadedinde: ‘Yani Peygamberlerin ihtilaf etmediği, kitapların birbirlerine muvafık olarak indiği tevhid, İslam dini, şeriatların esasını ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ sana vahyettiği Kur’an’ı, İslam şiarlarını, şirkten beri olmayı Allah size izah ediyor.’
Zaten Peygamberlerin gönderiliş amacı akaid hususunda ihtilafa düşen ümmetlerin arasında hükmetmek ve onları asla davet etmektir. Akaidden kastımız ‘inanılması ve reddedilmesi’ zaruri olan meselelerdir. Yukarıda zikredilen tefsirlerde alimler ortak şeriatı tevhid ve akaidle tefsir etmişlerdir. Bu tefsirin en kuvvetli kısmı olan Kur’an’ın Kur’an’la tefsir edilmesi babındandır. Konumuzla alakalı olan başka bir ayette Allah subhanehu ve teâlâ;
“İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah, Peygamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi; insanların ayrılığa düştükleri hususlarda aralarında hüküm vermek için, onlarla birlikte hak olan kitabı da indirdi. Ancak kitap verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra aralarındaki kıskançlık yüzünden onda ayrılığa düştüler. Allah ise iman edenleri, onların hakkında ayrılığa düştükleri doğruya kendi izniyle ulaştırdı. Allah, dilediğine doğru yolu gösterir.” (2/Bakara, 213)
İnsanlar Peygamberlerin ortak mesajı olan Allah’ı ibadette birleyip, O’na ortak koşmama esasında ihtilafa düşünce Allah subhanehu ve teâlâ, Peygamberler gönderdi. Gayeleri yanlarında bulunan kitaplarla insanların arasında hükmetmek ve hakla batılı birbirinden ayırmaktı. Allah subhanehu ve teâlâ kendine hakkıyla iman etmiş insanların delil ve basiret üzere olmasını istediği için bu vesileyle onları doğru yola eriştirdi.
İbni Abbas radıyallahu anh bu ayetin tefsirinde: “Adem ve Nuh arasında on asır vardı. İnsanlar bu süre zarfında hak üzere idiler. İhtilaf edince Allah müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberler gönderdi.” (Taberi senediyle nakletmiştir.)
Diyebiliriz ki Allah’ın subhanehu ve teâlâ istediği, akaid hususunda insanların tek bir yol üzere olması ve ayrılığa düşmemesidir. Allah subhanehu ve teâlâ bu emri tüm Rasûllere ortak şeriat olarak vahyetmiştir. Buna rağmen insanlar ayrılığa düşerse bunu çözmek ve iman edenleri doğru yola iletmek için Peygamberler göndermiştir. Vahyin Müslümanlara kazandırdığı bilinç de bu yöndedir. Günümüzde özellikle neye davet ettikleri belli olmayan, gereksiz bir vahdet kavramını dillerine dolayan ve bunu süslü gerekçelerle izah edenlere dikkat edilmelidir. Asılda ihtilafa düşmüş insanların bir araya toplanması mümkün değildir. Çünkü bu dinin insanları davet edip, etrafında birleştirdiği esas, tüm Rasûllere vahyedilen ortak davettir.
“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.” (16/Nahl, 36)
“Senden önce hiçbir elçi göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım:’Benden başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin.’ ” (21/Enbiya, 25)
Bunun daha iyi anlaşılması için Peygamberimizin sallallahu aleyhi ve sellem bu konudaki uyarılarına dikkat etmek gerekir. O sallallahu aleyhi ve sellem, önceki milletlerde ihtilaf vuku bulduğu gibi kendi ümmetinde de ihtilafın vuku bulacağını belirtmiştir. Ve bu ihtilaflarda hakkın yanında yer almayan, hevasının peşinde koşan insanların dünya ve ahiret hükümlerini ve biz Müslümanların onlara bakış açısının nasıl olması gerektiğini beyan etmiştir.
” ‘Benim ümmetim 72 fırkaya ayrılacak, onların biri hariç hepsi ateştedir’, ‘Kim o kurtulacak fırka Ey Allah Rasûlü?’, ‘Benim ve sahabemin yolu üzere olanlardır.’ ” (Tirmizi)
İrbad bin Sariye radıyallahu anh:
“Allah Rasûlü bize namaz kıldırdı, sonra bize dönüp çok etkileyici bir vaazda bulundu. Onun etkisinden gözler yaşardı, kalpler titredi. Biri ‘Ey Allah Rasûlü sanki bu veda konuşmasıdır. Bize ne tavsiye ediyorsun’ dedi. Rasûl: ‘Size Allah’tan korkmanızı, Habeşli bir köle dahi olsa işitip, itaat etmenizi tavsiye ediyorum. Sizden kim yaşarsa çokça ihtilaflar görecektir. Siz benim sünnetim ve Raşid Halifelerimin sünneti üzerine olun. Ona azı dişlerinizle yapışın. Sonradan çıkan şeylerden sakının, sonradan çıkan her şey bidat, her bidat sapıklıktır.’ ” (Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace)
Bu ayrılığın ulaşacağı boyutları şöyle tarif etmiştir;
“Sizler sizden öncekilerin sünnetine, adım adım (bir rivayette karış karış; başka bir rivayette okun arkasında bulunan tüyler gibi tıpa tıp) tabi olacaksınız. Onlar kelerin deliğine girse siz de gireceksiniz (bir rivayette onlardan biri yolda annesiyle zina yaparsa, sizde yapacaksınız). ‘Kimdir onlar Ey Allah Rasûlü? Yahudi ve Hristiyanlar mı?’, Rasûlullah: ‘Başka kim olacak.’ ” (Buhari, Müslim)
Başka bir hadiste:
“Devs kadınları ‘zul-hulase’ putunun etrafında dönmedikçe kıyamet kopmaz. ‘Zul-hulase’ Devs kabilesinin cahiliyede ibadet ettiği puttur.” (Buhari, Müslim)
Bir diğer hadiste:
“Benim ümmetimden bir grup putlara tapmadıkça, bir grup da müşriklere katılmadıkça kıyamet kopmaz.” (Tirmizi)
İhtilafa düşen insanların ahiretteki durumunu ise; Abdullah b. Mesud radıyallahu anh rivayet ediyor:
“Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Ben havuza ilk gelen olacağım. Sonra sizden birileri gelecek, onlardan bazısı çevrilip, çekilecek, bana ulaşamayacaklar. ‘Allah’ım ashabım’ diyeceğim. Bana: ‘Sen onların, senden sonra ne yenilikler çıkardıklarını bilmiyorsun.’ denilecek.” (Muttefekun Aleyh)
İbni Ebi Muleyke rahimehullah:
“Allah Rasûlü’nden: ‘Ben havuzun başında olacağım, kimin havuzun başında yanıma geleceğine bakacağım. Bazı insanlar alıkonacak, ‘Ya Rabbi, benden ve benim ümmetimdendirler’ diyeceğim, ‘Sen onların senden sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun, topuklarının üzerine gerisin geriye döndüler.’ denecek.” (Muttefekun Aleyh)
Ebu Hazm’dan radıyallahu anh:
“Allah Rasûlü: ‘Yazıklar olsun benden sonra değiştirenlere.’ diyeceğim.” (Muttefekun Aleyh)
Allah Rasûlü’nün terbiyesinde yetişen ve onun bu öğretileriyle hayatı ikame eden ashabın tavrı da önemlidir. Onların döneminde fıkhi, menheci ve itikadi bazı ayrılıklar oldu. Bu ihtilafların bazısını anlayışla karşıladılar. Farklı fetvalar verdiler. Birbirlerini eleştirdiler. Ancak kardeşliği bırakmadılar. Fakat söz konusu itikadi meseleler olunca tavırları değişti. Anlayış yerini keskinliğe, yumaşaklık/hilm yerini savaşa terk etti.
Yahya b. Ya’mer anlatıyor: “Basra’da kader konusunda ilk konuşan Ma’bed El-Cüheni’ydi. Ben ve Humeyd b. Abdurrahman hacı ve umreci olarak yola çıktık. Dedik Allah Rasûlü’nün sahabesinden birilerini görsek de, şunların kader hakkında söylediklerini sorsak. Abdullah b. Ömer’le karşılaşmaya muvaffak olduk. Mescidin içinde ben sağına, arkadaşım soluna geçecek şekilde yanında durduk. Ben dedim ki: ‘Ey Eba Abdurrahman, bizim tarafımızda bir kavim ortaya çıktı. Kur’an okuyor ve ilim talep ediyorlar. Onlar kaderin olmadığını her şeyin aniden ve kendiliğinden geliştiğine inanıyorlar.’ Abdullah b. Ömer: ‘Onlarla karşılaşırsan onlara haber ver. Ben onlardan, onlar da benden beridir.’ Abdullah b. Ömer yemin ediyor: ‘Onlardan biri Uhud kadar altın da infak etse, kadere iman etmeden Allah bu infakı kabul etmez…’ Sonra meşhur Cibril hadisini aktardı.” (Müslim)
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem vefatından sonra yalancı Peygambere tabi olan, zekat vermeyi reddeden insanlar zuhur etti. Ve irtidat edenler İslam ümmetinin çoğunluğunu oluşturuyordu.
Enes radıyallahu anh bu durumu: “Arapların geneli irtidat etmişti” (İbni Huzeyme) diye nakleder.
Tarih kitapları ‘riddet savaşlarını’ anlatırken şu noktaya dikkat çekmişlerdir: ‘Mürtedleri cesaretlendirip Medine’ye saldırtan, İslam üzere kalan Müslümanların azlığıdır. Medine’ye gelip Ebubekir radıyallahu anh ile görüşen mürted kabilelerin elçileri, döndüklerinde kavimlerini cesaretlendiriyor ve Medine İslam devletine karşı kışkırtıyorlardı.
Böylesi bir durumda sahabe onların üzerine yürüdü ve onlarla savaştı. İtikad alanında zuhur eden bu ayrılığa toplu olarak karşı koydular. Bu savaşta mürtedler hezimete uğrayıp tevbe edince, önlerine en ağır şartları koydular. Bunlardan biri de: ‘Sizin ölülerinizin ateşte, bizlerin ise cennette olduğuna şahitlik edeceksiniz’ şartıydı.’
Buraya kadar olan kısımda itikadi ihtilaflar konusunda Kitap, Sünnet ve selefin anlayışından bakış açısı sunduk. Konunun tafsilat ve örneklerine değineceğiz.
İslam’ın kabul etmediği bu ihtilaf türünün ümmet arasında vuku bulmasının nedenleri vardır. Bu sebepleri incelediğimizde ihtilafın kaynağını ve çözüm yolunun ne olduğunu zikretmiş olacağız. Daha sonra itikadi ihtilafların kısımlarına değineceğiz.
İtikadi Meselelerde İhtilafa Sebep Olan Hususlar
1. Aklın naklin önüne geçirilmesi
Allah Rasûlü’nden ve ashabından kalan mirasa azı dişleriyle yapışan Ehli Sünnet, aklı vahye göre değerlendirmişti.
Bu konuda inancımız; akıl insanın sorumlu olması açısında önemlidir. Aklı olmayan mükellef değildir. Ancak aklın tek başına doğru yolu bulması mümkün değildir. Bu sebepten dolayı Allah subhanehu ve teâlâ Rasûller yollamış ve kitaplar indirmiştir. Akıl vahyi anlama ve hayata geçirmeyle mükelleftir. Eski toplumlarda kavimleri yönetenler, günümüzde profesör, bilim adamı gibi toplumlarında akıllarıyla temeyyüz eden nice insan, Allah’ı subhanehu ve teâlâ bulamamışlardır. Küfür üzere hayatlarını devam ettirmişlerdir. Akıllarıyla ön plana çıkan ve toplumları etkileyen bu insanların Allah’a teslim olmamaları, aklın vahiy olmadan insanı hüsrana götüreceğini gösterir.
İslam tarihinde Yunan felsefesinin kelam adı altında İslamî ilimlere girmesi, bu duruma etki etmiş ve itikadi ihtilaflar belirginleşmiştir. İslam tarihinde açıkça aklın nakle takdim edilmesi gerektiğini savunanlar olmuştur. Daha ileri gidip Kuran ve Sünnet’in zanni olduğu, akli kaidelerin kat’i olduğunu, bu nedenle nasların akıl ışığında anlaşılması gerektiğini savunmuşlardır.
‘Felsefecilere cevap verirken kullanmak zorundayız’ dedikleri felsefi ve mantıki deliller onları boğmuş, girdikleri girdaptan kurtulamamışlardır. Oysa Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı filozof, şair, sanatkar, edebiyatçı milletlerle muhatap olmuş, onlara Kur’an’la cevaplar vermişlerdi. Muhataplarının farklı din ve ideolojiden olması, onları Kitap’la yetinmekten alıkoymamıştı. Vahiyle insanları İslam’a davet edip, onunla tartıştılar.
Allah Rasûlü’nden kalan mirasla yetinmeyen ve Aristo’nun mantığına, Yunan’ın felsefesine yönelenler hüsrana uğradıkları gibi, başlattıkları kötü sünnet, çağların sapmasına neden oldu. ” (Kim insanların takip edeceği güzel bir sünnet (âdet) başlatırsa, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Kim de kötü bir sünnet (âdet) başlatırsa, kendisine hem o davranışın hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir.” (Müslim, İbni Mace)
Bu fitnenin asıl kaynağı Mu’tezile olarak bilinir. Ancak yapacağımız nakiller bu anlayışın kelam ilmiyle uğraşmış insanların, genel fitnesi olduğu görülecektir.
Cuveyni rahimehullah: ‘Zahiri tevile açık olan nasların, akliyatta delil alınması uygun değildir.’
‘Akli deliller kişinin içini rahatlatır ve yüreğinde genişliğe sebep olur. Sem’i naslar (Kur’an, sünnet) doğru olsa da; akli delillerin oluşturduğu rahatlık onlarda bulunmaz.’
‘Akaidin usulü üçtür. Sadece akılla bilinip nassa ihtiyacı olmayanlar. Sadece nasla bilinip, akla ihtiyacı olmayanlar. Hem akıl hem de nasla bilinecek olanlar. Ancak; nasla sabit olan akla muhalif ise reddedilir. Çünkü şeriat akla muhalefet etmez.’ (Bu komedinin neticesi: Akaidin usulü tektir. O da akıldır. Ona uyduğu takdirde alınıp, uymadığında reddedilen şeyi kısımlar arasında saymak ne anlam ifade eder?)
İmam Gazali rahimehullah: ‘Mantık ilmini kuşatmayanın ilmine güven olmaz.’ (Sahabe ve tabiine nasıl güveneceğiz?)
Fahruddin Er-Razi rahimehullah: ‘Bil ki; katiyet ifade eden akli deliller ile bir şey sabit olur da, şer’i delillerin zahiri (Kur’an, Sünnet) sabit olana muhalefet ederse, önümüzde dört yol oluşur:
1. ‘Aklı ve nakli beraber tasdik ederiz.’ Bu imkansızdır. İki zıt aynı anda tasdik edilemez.
2. ‘İkisini de iptal ederiz.’ Bu da imkansızdır. İki zıttı aynı anda yalanlamış oluruz.
3. ‘Nakli (Kur’an, Sünnet) alır, aklı reddederiz.’ Bu imkansızdır. Çünkü biz aklî delillerle Allah’ı, sıfatlarını, mucizelerin Peygamberin doğruluğuna delil oluşunu bilmeseydik; naklin doğruluğunu bilemezdik…
4. Yukarıdaki maddelerden sonra tek bir şey kalır. Aklî olan delilleri alırız. Nakil olana ya sahih değildir deriz, ya da zahiri kastedilmemiştir.’
Başka bir yerde: ‘Naklî deliller yakin ifade etmezler. Yakin/kesinlik ifade edebilmeleri için on şeyden emin olmak gerekir.
1. Lafızları rivayet edenlerin masum olması.
2. İrabının sahih olması.
3. Tasrifinin sahih olması.
4. İştirak olmaması.
5. Mecaz olmaması.
6. Şahsa özel olmaması.
7. Zamana özel olmaması.
8. İdmar olmaması.
9. Takdim ve tehir olmaması.
10. Aklî bir delilin bulunmaması.’
Başka bir yerde meramını daha açık ifade ediyor: ‘Bunların (on şart) herhangi bir nasta olmaması zandır. Zannî olan bir şeye dayanan, zan olur. Bu sabit olursa nakli delillerin zannî olduğu anlaşılır. Aklî deliller ise kat’idir. Ve zannî olan, kat’i olanla çatışamaz.’
Amidi rahimehullah: ‘Haşevilerin: ‘İlme ve elde edilmek istenilen gayeye ancak Kitap ve Sünnetle ulaşılır’, sözü batıldır. Biz naklî delillerin gelmemiş olduğunu varsaysak; Allah’ın varlığı, alemin sonradan meydana geldiğini, cevher ve a’razla ilgili hükümleri nakli delillerden önce de biliyorduk.’ (Menhec Es-selef ve Mütekellimin 1/119-130; Makalatu’l Cehm bin Safvan, Eseruha Fil Firek 1/180-187… Bu imamların birçoğunun bu görüşlerinden tevbe ettikleri naklolunmuştur. Rabbim tevbelerini kabul etsin. İslam’a ve Müslümanlara yaptıkları hizmetlerle mükafatlandırsın.) (Bu konuda daha geniş bilgi için kardeşlerimize Tevhid Dergisi’nin 13. Sayısı ‘Malum Olan Meçhul; Tevhid ve Cihad Ehli Selefiler’ yazısını tavsiye ediyorum.)
Yukarıda zikredilen nakilleri ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ şu sözlerini düşünelim:
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şayet Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (4/Nisa, 59)
Şayet akıl yeterli olmuş olsa, ihtilaf anında dönmemiz gereken merci akıl olurdu. İnsanların ihtilaf etmesine neden olan, akıllarıyla hareket etmeleri ve anlayış farklılığıdır. Bu durumda Allah subhanehu ve teâlâ bizleri nassa yönlendirmiştir. Ancak nassın zahirinde zan olma ihtimalini savunan ve aklın kesinlik ifade ettiğine inanan bir insanın kalbinde, bu emre karşı hangi oranda ta’zim oluşacağı düşünülmelidir.
“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” (4/Nisa, 65)
Allah’ın subhanehu ve teâlâ yeminle pekiştirdiği ve ashabından imanı nefyettiği bu ayet, akıl ehli için anlamsızdır. Çünkü Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem hükümlerini içeren naslar, onların yanında önce akıllarına muhalefetten uzak olmalıdır. Olmasa dahi zandan kurtulmuş olması gerekir. ‘On ihtimal her nasta mevcut olduğu için içeriğine bakmadan bunlar hakkında zanni diye hükmedebiliriz.’ Allah’a sığınırız bu safsatadan. Oysa Allah subhanehu ve teâlâ ayette, önce Rasûl’ü hakem tayin etmemizi ve akla veya nefse uymasa da hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmayı emretmiştir.
“Allah ve Rasûlü, bir işe hükmettiği zaman, mümin bir erkek ve mümin bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (33/Ahzab, 36)
İmam Tahavi rahimehullah: ‘Allah’a ve Rasûlü’ne teslim olup, kafasını karıştıranı daha iyi bilene döndürmedikçe, kimse dininde selamette olmaz.’ (Akidetu’l Tahaviyye metninden.)
Bu kısmı şerh ederken İbni Ebi’l İz rahimehullah:
‘…Çünkü akıl naklin sıhhatine ve Rasûl’ün sıdkına delalet etmiştir. Şayet akılla nakil çatıştığında, aklı takdim edecek olsak, aklın delil oluşunu iptal etmiş oluruz. Çünkü böyle yapmakla aklın ilk etapta yanlış bir şeyin sıhhatini bize gösterdiğini kabul etmiş oluruz ki; bu da hatasından dolayı aklı delil olmaktan düşürür. Bundan dolayı vacip olan, Rasûl’e tam bir teslimiyetle teslim olup onun hükümlerine boyun eğmek, onun haber verdiklerini tasdik etmektir. Onun sözünü akıl diye isimlendirdiği batıl hayallerle çakıştırmamalı, şüphe ve zanna yormamalı, şahısların görüşlerini ona takdim etmemelidir.’ demiştir. (s.165 özetle)
Şeyhu’l İslam İbni Teymiyye rahimehullah:
‘Aklı nakle takdim edemeyiz. Çünkü şeriat her zaman akla uygun ve aklın anlayabileceği şeyler getirmez. Aklın anlamaktan aciz olduğu ve sadece teslimiyetle mükellef olduğu konular varken, nasıl akıl ışığında nassı anlayalım?’ demiştir.
Bunun örneği çoktur. İslam’ın koruma altına aldığı beş zaruretten biri nesebtir. Yani İslam soy ve nesebin karışmasını istemez. Her insanın, ait olduğu neseble anılmasını ister. Bu noktada karışıklık olmaması için bir çok hüküm va’z etmiştir. Bunlardan bir tanesi de eşinden boşanan veya eşi vefat ettiği için evliliği biten kadına yönelik tedbirlerdir. Belli bir müddet kadın evlenemez. Bu döneme iddet müddeti diyoruz. Bunun hikmeti; kadının ilişkisinin kesildiği eşinden hamile olup olmadığının anlaşılması ve yapacağı yeni evlilikte nesep karışıklığı olmamasıdır.
Eşinden boşanan kadın; üç hayız müddeti iddet bekler. (2/Bakara, 228)
Eşi vefat eden kadın dört ay on gün iddet bekler. (2/Bakara, 234)
Boşanmış veya eşi vefat etmiş kadın hamileyse, doğum yapana kadar iddeti devam eder. (65/Talak, 4)
Akla bırakılsa muhakkak bu tablo değişirdi. Veya Allah’ın subhanehu ve teâlâ kısa tuttuğu uzun, uzun müddet tanıdığı kısalırdı. Ancak şeriat her zaman akla uygun hükümler getirmemiştir. Çünkü insan aklı, kendi nefsiyle ilgili kararlarda dahi çoğunlukla isabet etmez. Pişmanlıklar yaşar. Hali bu olan ve hayatın cüz’i meselelerinde dahi hakka isabet oranı düşük olan aklın; tüm insanlığı ilgilendiren hükümlerde hakim konumuna konması, akıl tutulmasından başka bir şey değildir.
İbnu’l Kayyım rahimehullah: ‘Batıl te’vil/yorum ehlinin kendisiyle dinin ana esaslarını yıkıp, Kur’an’ın hürmetini çiğnedikleri ve imanın izlerini sildikleri tağutları dörttür:
Allah ve Rasûlü’nün sözleri lafzi delilledir ve yakin/kesinlik ifade etmez.
Allah’ın subhanehu ve teâlâ sıfatlarını anlatan ayet ve hadisler mecazdır hakikat değildir.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sahih yollarla bize gelmiş ve ümmetin bütün olarak kabul ettiği hadisleri zan ifade eder.
Akıl ile nakil çatışırsa aklı alır, nakle iltifat etmeyiz.’ (Sevaik El-Mursele, 1/632.)
Bu noktada İmam Ali’nin radıyallahu anh sözünü hatırlatalım:
“Şayet din akılla olsaydı, ayakların altının mesh edilmesi, üstünün mesh edilmesinden daha evla olurdu. Oysa ben Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ayaklarının üstünü mesh ettiğini gördüm.” (Ebu Davud)
Buna bazı örnekler verecek olursak;
Yaratılış tarihinde aklını naklin önüne geçirenlerin ilki şeytandır. Allah subhanehu ve teâlâ Adem’i aleyhisselam yaratıp, şeytana Adem’e secde etmesini emredince; buna âsi olan şeytan bakın nasıl bir mazeret ileri sürüyor:
“(Allah) Dedi: ‘Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?’ (İblis) Dedi ki: ‘Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.’ ” (7/Araf, 12)
Burada şeytan Allah’ın subhanehu ve teâlâ emrine akıl yoluyla yaptığı bir kıyasla karşı çıktı. Ancak aklı naklin önüne geçirmenin bedelini en ağır şekilde ödedi:
“(Allah:) Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen alçaltılmış kimselerdensin.” (7/Araf, 13)
İslam tarihinde ise bu işi ilk olarak Hariciler yapmıştır:
“Rasûlullah’ın Huneyn dönüşünde bir adam yanına geldi. Bu sırada Bilal’in eteğinde gümüş (para) vardı. Rasûlullah bundan avuç avuç alıp insanlara dağıtıyordu. Gelen adam: ‘Ey Muhammed! Adil ol!’ dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem (öfkeli olarak): ‘Yazık sana! Ben de adil olmazsam kim adil olabilir? Eğer adil olmazsam zarara ve hüsrana düşerim!’ buyurdular. Ömer radıyallahu anh atılıp:
‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana müsaade buyurun şu münafığın kellesini uçurayım!’ dedi. Rasûlullah: ‘Halkın, ‘Muhammed arkadaşlarını öldürüyor’ diye dedikodu yapmasından Allah’a sığınırım. Bu ve arkadaşları Kur’an okurlar (ama okudukları) hançerelerini aşağı geçmez. Dinden, okun avı delip geçtiği gibi çıkıp giderler!’ buyurdular.” (Buhari, Müslim)
Bu adam Allah Rasûlü’nün ganimet dağıtmasına müdahale etti. Olabilir ki onun aklına göre Allah Rasûlü’nün dağıtımı adil değildi. Ancak o sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’ın Rasûlü’ydü. Yaptığı da, sözü gibi hüccetti. Ve Allah subhanehu ve teâlâ onun sallallahu aleyhi ve sellem yanlış yapmasına müsaade etmez, onu yanlış üzere terk etmezdi.
Bundan dolayı Aişe annemiz aklını nassın önüne geçiren bir kadına (haricilerin yaşadığı mıntıkaya nispet ederek) “Sen Harurî misin?” demişti.
“Bir kadın gelip Aişe’ye sordu: ‘Neden âdetli kadın tutmadığı orucu kaza eder de kılmadığı namazı kaza etmez? Aişe (kızarak): ‘Yoksa sen Harurî misin? diye çıkıştı. ‘Biz Allah Rasûlü döneminde orucun kazasıyla emrolunur, namazın kazasıyla emrolunmazdık.’ ” (Buhari, Müslim)
Verdiği cevap; bir konuda nas varsa aklın orada yerinin olmadığı ve teslimiyetin gerekliliğine vurgu yapar.
Daha sonra başta Mu’tezile olmak üzere, kelam bidatine bulaşan fırkalar, bu musibetten nasiplerini aldılar. Özellikle Allah’ın subhanehu ve teâlâ isim ve sıfatları hususunda varid olan nasların akıllarına uymadığını, teşbih ve tecsim itikadına kapı araladığı gerekçesiyle aklın gerektirdiğini, naklin ifade ettiğine takdim ettiler. Ve bu surette şeytani istidlal metodu olan aklın nakle takdimi, bir usule bağlanmış oldu. Bu bozuk metod, insanlara akide diye öğretildi. Kelami bir tartışma olarak algılanan ve kitap sayfalarında eskidiği düşünülen bu satırlar, akıllara ve kalplere yerleşti.
Şu örnek üzerinde düşünelim;
“Allah’ı bırakıp kıyamet gününe kadar kendisine icabet etmeyecek şeylere dua edenden daha sapmış kimdir? Oysa onlar, bunların dualarından habersizdirler. İnsanlar haşrolunduğu (bir araya getirildiği) zaman, (Allah’tan başka dua ettikleri) onlara düşman kesilirler ve (kendilerine) ibadet etmelerini de tanımazlar…” (46/Ahkaf, 5-6)
“Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar. Güneşi ve ayı hizmetinize sunmuştur. Her biri belirli bir süreye kadar akıp giderler. İşte sizin Rabbiniz Allah’tır. Hakimiyet O’nundur. O’ndan başka dua ettikleriniz, bir çekirdeğin zarına bile sahip değillerdir. Onlara dua etseniz bile sizin duanızı duymazlar, duysalar da size cevap veremezler. Kıyamet günü sizin ortak koşmanızı inkar ederler. Her şeyden haberi olan gibi sana kimse haber veremez.” (35/Fatır, 13-14)
“Kullarım benden sana sorarlarsa; şüphesiz ben yakınım. Bana dua edenin, dua ettiği zaman, duasına karşılık veririm. O halde onlar da benim davetime icabet etsinler ve bana inansınlar ki doğru yolda olsunlar.” (2/Bakara, 186)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular:
“Dua ibadettir.” (Tirmizi)
Bu naslardan anlaşılan; dua ibadettir.Ve her ibadet gibi sadece Allah’a yapılır. Çünkü her namazın her rekatında Allah’a subhanehu ve teâlâ söz veririz.
“Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (1/Fatiha, 4)
İbadeti Allah’tan başkasına yapanlar şirkleri ve küfürleriyle baş başa kalacaklardır.
Şeytani bir mantıkla bu nasların delaleti iptal edilmiştir.
‘Bizler günahkarız. Allah subhanehu ve teâlâ ise çok yücedir. Bizim gibi günahkarların Allah’a ulaşması mümkün değildir. Nasıl ki toplumda değersiz olan biri padişaha ulaşmak için onun yanında değerli insanlara başvurur. Onlardan aracı olmalarını talep eder. Bizim durumumuz da böyledir. Allah’a dua etmeden önce şeyhlere, salihlere dua etmeli, onlardan talep etmeliyiz. Bizi Allah’a ulaştırmaları için onlardan istemeliyiz.’
Aklın tasvip ettiği ve dünyevi ölçülere uyan bu mantık, nassın yanında şirktir. Başta Arap toplumu olmak üzere insanlığın şirke düşmesindeki temel neden de budur. Akıllar nakle takdim edilmiş ve neticesinde Allah’ın subhanehu ve teâlâ dışında varlıklara ibadet edilmiştir.
Bir başka örnek;
“De ki: ‘Bu, benim yolumdur; ben ve bana uyanlar basiretle Allah’a çağırırız. Allah’ı tenzih ederim. Ben asla müşriklerden değilim.” (12/Yusuf, 108)
“Sen, yanındaki yönelmiş insanlarla birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Taşkınlık yapmayın. Kuşkusuz O, yaptıklarınızı görür. Zalimlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka bir veliniz yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz.” (11/Hud, 112-113)
Bu ayetler net bir şekilde Allah’ın dinini anlama, yaşama ve O’na davet konusunda müminlerin de Rasûl’le beraber bir ölçüye tabi olduklarını gösterir. Bu ölçünün temeli davetin Allah’a olması, ‘ben müşriklerden değilim’ diyecek ve bunu kimlik haline getirecek kadar şirkten ve müşriklerden uzak olunmasıdır. Ayrıca istikamet üzere olup, zulmün ve zalimin hiçbirine meyil olmamalıdır.
Müşrikler, Allah Rasûlü’ne başka yollardan yaklaşıp, Allah’ın koyduğu bu ölçülere muhalefet etmesini isteyince; Allah’ın subhanehu ve teâlâ indirdiği ayetler konunun hassasiyeti açısından çok önemlidir.
“Sana vahyettiğimizden başka bir şeyi bizim hakkımızda uydurarak neredeyse seni fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer seni sabit tutmamış olsaydık, az da olsa onlara meyledecektin. O zaman ise, sana hayatın da ve ölümün de azabını kat kat tattırırdık. Hem de bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (17/İsra, 73-75)
Acaba ne olmuştu da Allah subhanehu ve teâlâ kendi Rasûlü’nü bu kadar ağır tehdit etmişti? Cevap çok netti: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem kendisi ve iman edenler için belirlenen metoddan az bir şey meyletmeye niyet etmişti.
Müşrikler ondan bazı taleplerde bulunmuşlardı. Onların ilahlarına dokunmaması halinde Müslüman olacaklarını ve ona tabi olacaklarını söylemişlerdi.
Bir başka rivayette Sakifoğulları Allah Rasûlü’ne gelmiş ve ondan ayrıcalık istemişlerdi. Rüku etmek istemediklerini, ilahlarına bir yıl daha müsaade edilmesini böylece diğer Araplardan daha üstün olmayı istediler. (Taberi, Beğavi ve Kurtubi tefsirlerinden nüzul sebeplerine bakılabilir.)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu istekleri yerine getirmedi. Sadece onların İslam’ını umduğu için aklından geçirdi. Allah subhanehu ve teâlâ İslamî davaya davette çizilen ölçüden az bir şey meyletmeyi dahi, bu ağır tehditlerle bertaraf etti.
Putlara dokunmamak veya varlıklarına bir yıl müsaade düşüncesi naslarda böyle ifade edilmiştir. Akıllarını vahye takdim ederek ‘İslam’a hizmet’ adı altında putlara saygı gösteren, müşriklerin anayasasına bağlı kalacağına dair yemin eden, körpecik yavrularını tağutların küfür ve şirk okullarına teslim eden, anayasal düzeni korumak için var olan yerlerde askerlik yapan, demokrasinin faziletlerini anlatan insanları düşünelim. Evet, akıllarıyla İslam adına tesbit ettikleri maslahatlarını nassın önüne geçirmiş ve şirkin her türlüsüne bulaşmışlardır. Allah’a sığınırız.
Bunca nassın karşısında İslam’ı anlama, yaşama ve ona davet hususunda seçtikleri yolun tek dayanağı ‘bu zamanda İslam’a başka türlü hizmet olmaz’ sözüdür. Selim akılların batıllığında bir an tereddüt etmeyeceği bu safsatayla nesilleri helak ettiler.
Aslında verilecek çok örnek vardır. Ancak tevhidin aslında vuku bulan en yaygın problemlere dikkat çekmek istedim. Aklın nassa takdimi meselesi kelam kitaplarında eskimiş bir tartışma konusu değildir. İslam’ın garipliğini her anlamda yaşadığımız bu garip çağda, her an karşılaştığımız, şerrinden ve ehlinden Allah’a sığındığımız bir durumdur.
İtikadi meselelerde (ki kastımız inanılması ve reddedilmesi zaruri olan meselelerdir) ihtilafların son bulmasını ve ümmetin vahdetini arzulayanlar, aklın nakle takdim edilmesinin önüne geçmek için çabalamalıdırlar. Gerek bireysel ibadetlerinde gerek insanları İslam’a davette ve İslam adına yapılan sair hizmetlerde naslara ve ölçülere bağlı kalmayı şiar edinmelidirler. Çünkü; aklını nassa takdim eden insanlar var oldukça itikadi ihtilaflar da var olacaktır. Ve Allah Rasûlü’nün kabul etmediği bir ihtilaf çeşidine sessiz kalmak, hoşgörüyle yaklaşmak ona iman eden insan için mümkün değildir. Sonra akıl, dibi olmayan ve içinden çıkılması mümkün olamayan bir girdaptır. Bir defa nassın dışına çıkıldı mı artık insanların hevalarının ve akıllarının esiri olunur. Var olan insan adedince din anlayışı meydana çıkar. Ki günümüzde de durum farklı değildir.
Bir sonraki yazımızda; itikadi ihtilafların ana sebeplerinden olan müteşabih nasları alıp muhkem olanları terk etmek konusunu işleyelim Allah’ın izniyle.
Davamızın sonu Allah’a hamd etmektir…
İlk Yorumu Sen Yap