Hicretten Geri Kalanlar Üzerine Birkaç Değerlendirme

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam O’nun Resûlü’ne olsun.

Allah Resûlü’nün Mekke’de yaptığı davet birçok engelleme ile karşılaşmış, artık sağlıklı bir çalışma yürütülecek zemin kalmamıştı. Bela ve musibetlerin en yoğun olarak geldiği zaman diliminde Allah, peygamberlerine ve onların sadık takipçilerine olan vaadini bir kez daha gerçekleştirmiş, Medine ehlinden bir topluluk Akabe biatları ile beraber davete yeni bir soluk katmışlardı. Müşrikler durumdan ikinci Akabe biatı sonrası haberdar olmuşlar ama biat edenleri ele geçirmeye muvaffak olamamışlardı.

Allah Resûlü’nün ensar eli ile Musab’ın radiyallahu anh kontrolünde başlattığı çalışma istenilen düzeye gelince Allah’ın emri ve izni ile Mekkeli Müslümanlar Medine’ye doğru yola çıktılar. İkinci Akabe biatından sonra işkence, alay ve hakaretlerin üst düzeye çıktığı Mekke’den, genç yaşlı, kadın erkek onlarca Müslüman kısa sürede hicret yurduna ulaştı.

Bu yolculuk elbette normal bir seyahat değildi. Müşrikler hicretin farkına varınca yola çıkan ya da hazırlık yapan Müslümanlara baskılarını artırdılar. Kiminin malına, kiminin çocuğuna, eşine el koydular. Bazı Müslümanları hapsettiler. Öyle anlar geldi ki Müslüman bir fert malı, eşi, çocuğu ile İslam yurdu arasında tercih yapmak zorunda kalıp tek başına Medine’nin yollarına düştü.

Bu sürecin sonunda Allah Resûlü, Ali radiyallahu anh, Ebu Bekir, geçerli sebepler ile hicret edemeyenler ve şeytanın kendilerine farklı kanallardan yaklaşıp fitneye uğrattığı bir grup dışında kimse geride kalmadı.

Ali ve Ebu Bekir’in radiyallahu anhuma niçin geride kaldığı malumdur. Ali Peygamber’in hicret edeceği gece gözünü kırpmadan onun yerine geçeceği anı bekliyordu.

Ebu Bekir radiyallahu anh ise Allah Resûlü ile yapacağı kutlu yolculuğun hazırlıkları ile meşguldü.

Aişe radıyallahu anha şöyle dedi: “Medine’ye hicret edecekler grup grup hicret ettiler. Habeşistan’a hicret edenlerin çoğu da Medine’ye dönmüşlerdi. Ebu Bekir de Medine’ye hicret için hazırlanmıştı. Fakat Resûlullah: ‘Sabret. Bana da izin verilmesini umarım.’ dedi. Ebu Bekir de: ‘Ya Resûlallah! Anam babam sana feda olsun. Böyle bir izni umar mısın?’ diye sordu. Resûlullah: ‘Evet, umarım.’ diyerek tasdik etti. Bunun üzerine Ebu Bekir de Resûlullah’a hicrette arkadaşlık etmek üzere hemen hareke geçmekten vazgeçti. Aynı zamanda en kuvvetli iki devesini dört ay ağaç yaprağıyla evinde besledi.” [1]

Allah Resûlü ise Rabbinden gelecek emri bekliyordu. Müslümanlara izin verilmiş ama kendisine henüz özel bir izin çıkmamıştı. Burada Allah’ın subhanehu ve teâlâ Peygamberi’ni Mekke’den en son çıkartmasının birçok hikmeti olabilir. Biz o sebeplerden bir tanesi olarak düşündüğümüz bir hususa kısaca değinmek istiyoruz. Allah’tan bizi doğruya isabet ettirmesini dileriz.

Mekke’de İslam’a davet sırasında hem Peygamber hem de Müslümanlar birçok zorlukla karşılaşmışlardı. Bu zorlukları göğüslemede Peygamber ashabı ile ortaktı. Ashabı işkence görmüş o da eziyete maruz kalmıştı. Sahabiler hakarete uğramış, alaya alınmış, Peygamber de aynı şeyler ile karşılaşmıştı. Açlığı, korkuyu, yalnızlığı beraberce tatmışlardı. Hatta çoğu yerde Peygamber’in musibetlere uğramada bir adım önde olduğunu görmekteyiz.

O, ashabına karşı çok şefkatli ve merhametli idi. O yüzden onları çektikleri ezadan kurtarabilmek için her şeyi yapar, elinden bir şey gelmediğinde musibetleri onlar ile beraber göğüslerdi.

“Andolsun ki size, içinizden olan, sizi zora sokan şeylerin kendisine ağır geldiği, size pek düşkün, müminlere karşı şefkatli ve merhametli olan bir Resûl gelmiştir.” [2]

Eğer Peygamber rahat bir yaşam istese idi, kendisinin yerine eziyet çekmeye hazır birçok Müslüman bulacaktı. Ama o buna yeltenmedi. İşte Allah Resûlü bu merhameti nedeniyle, Medine’ye ilk gidenlerden olup hemen can emniyetine kavuşmak yerine, geride hiçbir Müslümanı bırakmayıncaya kadar bekledi. Hicretinden sonra da Müslümanlardan Mekke’de zorla alıkonanları unutmadı ve onları kurtarmak için girişimlerde bulundu.

“Resûlullah Medine’de iken dedi ki: ‘Benim için Ayyaş b. Ebi Rebia ve Hişam b. As’a kim gidecek?’ Velid b. Velid b. Muğire: ‘Senin için onları getirmeye ben varım ya Resûlallah!’ dedi ve Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Gizlice oraya geldi. Yemek taşıyan bir kadına rastladı. O kadına dedi ki: ‘Ey Allah’ın kulu! Nereye gidiyorsun?’ Kadın da –o ikisi kastederek-: ‘Şu mahpusa gidiyorum.’ dedi. O da kadının peşine gitti, nihayet onların yerlerini öğrendi. Onlar, damı olmayan bir odanın içinde mahpus idiler. Akşam olunca duvarın üzerinden onlara baktı, sonra bir taş aldı ve onu ayaklarının altına koydu, onların iplerini kılıcıyla vurarak kesti. Onun kılıcına bundan dolayı Zu’l Merve[3] denildi. Sonra onları devesinin üzerine bindirdi ve onları götürdü. Ayağı kaydı ve kanayınca şöyle dedi: ‘Sen ancak kanayan bir parmaksın. Başına gelen ise Allah yolunda olan birşeydir.’ Sonra onları Medine’ye Resûlullah’ın yanına getirdi.” [4]

Allah Resûlü’ndeki bu hassasiyet ve özveri nerede; halkları için her şeyi yapacaklarına dair üç-beş kelamı ağızlarında tekerleme yapan, halkı her türlü sıkıntıyı tadarken keyiflerinden asla taviz vermeyen sözde liderler nerede?

Tebaları dinlerinden dolayı zorluk üstüne zorluk ile karşılaşırken, kendilerini emniyette tutmak için her türlü yolu deneyenler nerede; canların, malların, ırzların tehlikeye girdiği cihada sürekli çıkamadığı, müminleri savaşta yalnız bıraktığı için üzüntüsünü şu cümleler ile paylaşan Peygamber nerede?

“Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin olsun ki eğer Müslümanlara zor gelmesinden endişe etmese idim, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyeden geri kalmazdım. Fakat ne ben onları cihada gönderecek maddi imkân bulabiliyorum ne de onlar bulabiliyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak da onlara zor geliyor.” [5]

Salât ve selam ona olsun. Şüphesiz ki o, istisnasız her alanda tüm insanlık için en güzel örnektir.

■■■

Allah Resûlü ile Mekke’de bulunan, eziyetler ile karşılaşan, dinini açıktan yaşayan ya da imanını gizleyen birçok Müslüman vardı. Hicret emri gelince Müslümanların çoğu yola çıktı ancak bir kısmı fitneye kapılıp nefislerine yenik düştüler ve geride kaldılar. Allah’ın izni ile bizler bu kişilerin geride kalma sebeplerini ve bu hastalığa Kur’an ve Sünnetin koyduğu çözümleri incelemeye çalışacağız.

Öncelikle şu hususun altını çizmek gerekir. Hicret zor bir meseledir. Mümin kulun gerektiğinde geride her şeyini bırakıp hiç bilmediği, tanımadığı bir toprak parçasına tabiri caiz ise bir bilinmeze yelken açmasıdır.

İslami harekette, dinin zirvesi olan cihaddan önceki son merhaledir.

“Size Allah’ın bana emrettiği beş şeyi emrediyorum: Dinlemek, itaat, cihad, hicret ve cemaat!” [6]

Fazilet derecesinin büyüklüğü nedeni ile şeytanın vesveselerinin en yoğun olduğu ameldir.

“Şeytan, cihad yolu üzerine oturur ve şöyle der: ‘Cihad yorgunluk demektir! Hem kendini yorarsın hem de malını kaybedersin! Savaşacak ve öldürüleceksin! Karın başkasına nikahlanacak! Malların taksim edilecek!’

O kimse de şeytanın bu sözlerine kulak vermez ve ona isyan ederse o da cihadını yapmış olur. Kim bunları böylece yaparsa o kimseyi cennete koymak Allah’ın üzerine bir borçtur! Savaşta öldürülse de boğularak ölse de hayvanın sırtından düşüp ölse de Allah o kimseyi mutlaka cennetine koyacaktır!” [7]

Kimse doğduğu, toprağından beslendiği, havasından soluduğu, uzun yıllar boyunca bir düzen kurduğu beldeyi, alıştığı bir yaşamı hemencecik terk edemez. Allah Resûlü yurdundan çıkarılırken Mekke’ye dönmüş ve şöyle nida etmiştir:

“Vallahi! Sen Allah’ın arzının en hayırlısısın ve Allah’a, Allah arzının en sevimlisisin. Şayet beni senden çıkarmasalardı, senden çıkmazdım.” [8]

Muhacirler, Medine’ye geldiklerinde başkalarının evlerinde kalmış, onların mallarına ortak olmuş, bu durum onların nefislerine çok ağır gelmişti. Bir an önce kendi ayakları üzerinde durmaya, kardeşlerine yük olmamaya çalıştılar.

Sadece bunlar değil hicretin akabinde de hava değişimi nedeni ile birçok muhacir yatağa düştü.

“Aişe şöyle dedi: ‘Resûlullah Medine’ye geldiği zaman orası Allah’ın topraklarının en vebalı (sıtmalı) yeri idi. Onun ashabına orada ateşli hastalık isabet etti. Allah bunu Resûlullah’dan uzak kıldı.’

Amir b. Fuheyre ve Bilal ki bu ikisi Ebu Bekir’in azadlıları idiler. Ebu Bekir ile birlikte bir tek odada idiler ve onlara sıtma isabet etti. Onların yanına ziyaret etmek üzere girdim. Bu bizim üzerimize hicap farz olunmadan önce idi. Onlarda Allah’tan başka kimsenin bilmediği hastalık eleminin şiddeti vardı. Ebu Bekir’e yaklaştım ve ona şöyle dedim:

— ‘Ey babacığım! Kendini nasıl buluyorsun?’ O da dedi ki:

— ‘Her bir kişi ehli içinde sabahlamıştır. Ölüm ise onun ayakkabısının bağından ona daha yakındır.’ Ben de:

— ‘Vallahi babam ne dediğini bilmiyor.’ dedim. Sonra Amir b. Fuheyre’ye yaklaştım ona da:

— ‘Ey Amir! Kendini nasıl buluyorsun?’ dedim. O da şöyle dedi:

— ‘Muhakkak ölümü onu tatmadan önce buldum. Korkak kişinin ölümü onun başındadır. Her kişi kendi takati ile mücahede edicidir. Tıpkı derisini boynuzu ile koruyan öküz gibi.’

— ‘Vallahi Amir de ne söylediğini bilmiyor.’ dedim.

Aişe Bilal’i sıtmalı olarak bıraktığı zaman Bilal odanın kapısı önünde yattı, sonra sesini yükseltti ve şöyle dedi:

— ‘Keşke bilsem! Acaba bir daha Fahh’da (Mekke dışında bir yer ismi) etrafımda izhir ve nemmam denilen otlar bulunduğu hâlde geceleyebilecek miyim? Ve acaba bir gün Mecenne (Mekke’de bir çarşı ismi) sularına gidebilecek miyim? Ve acaba bana Şame ve Tafil (Mekke’de bulunan iki dağ ismi) bir daha görünecek mi?’

Onlardan işittiğim şeyi Resûlullah’a zikrettim ve dedim ki:

— ‘Onlar saçmalıyorlar ya da sıtmanın şiddetinden dolayı akılları başlarında değildir.’ Resûlullah da:

— ‘Ey Allah’ım! Bize Mekke’yi sevdirdiğin gibi veya oradan daha çok Medine’yi de sevdir. Ve bizim için oranın müddi vesa-ı (eski bir ölçü birimi) bereketli kıl ve vebasını da Mehye’ye (Cuhfe’ye yakın bir yer) naklet.’ dedi.” [9]

Kimileri hicret yolculuğunu gerçekleştirdi ancak yeni yurtlarındaki hicret onları zorladı ve hicretlerini bozdular.

“Bir gün bir bedevi, Resûlullah’a gelip İslam üzerine biat etmişti. Ertesi gün bu adam hummaya tutulmuş olarak geldi. Ve:

— ‘Ya Muhammedi Beni bedevilik hâlime döndür.’ dedi. Resûlullah onun dileğini yerine getirmeye yanaşmadı. Bedevi tekrar geldi:

— ‘Beni bedevilik hâlime döndür.’ dedi. Resûlullah onun dilediğini yerine getirmeye yanaşmadı. Bedevi çıkıp gidince Resûlullah:

— ‘Medine demirci körüğü gibidir. Temizi alıkoyar, kiri pası dışarı atar.’ buyurdu.” [10]

Giriş olarak bu bilgileri vermemizin sebebi; imtihanların sıklaştığı anda hicret gibi bir gerçek ile karşılaşacak müminlere, meselenin zorluğun dair bir hatırlatmada bulunmak ve onları hicret olgusu ile karşılaşmadan önce hazırlık yapmalarının zorunluluğuna dikkat çekmektir.

İster sadece Mekke dönemini inceleyelim istersek de ondan önceki veya sonraki kuşaklara bakalım, hicretten geride kalanların bazı bahaneler ile kendi nefislerini kandırdıklarını çok açık bir şekilde görürüz.

Onlardan bazısı yaşadıkları topraklarda yıllardır elde ettikleri birikime bakar ve ondan vazgeçmemek için hicretlerini ertelerler. Malları ile beraber yola çıkmaya imkân buldukları anda harekete geçeceklerine dair kendi kendilerine söz verirler.

Bazıları takiyye yapıp imanını gizleyerek küfür beldesinde yaşamayı tercih eder. Böylece kâfirlerin şerrinden muhafaza olduğunu düşünür. Bir yandan da Müslümanların hicret ettiği beldeye gözlerini ve kulaklarını dikmiştir. Orada rahat bir yaşamın kokusunu alıncaya dek küfür beldesini daha emniyetli görür.

Hicretten geride kalan başka bir grup da hicret için yola çıkan ya da hazırlık yapan Müslümanlara kâfirlerin yaptıkları eziyetleri görür, aynı eziyetlere düşmekten korkup hicret gibi bir düşüncenin yanından dahi geçmediğini her ortamda deklare etmeyi kendine görev bilir. O insanların azabını Allah’ın azabından daha şiddetli olarak gördüğüne lisan-ı hâli ile şahitlik etmektedir.

Bu insanların büyük bir kısmı ise uzun emel hastalığına tutulmuşlardır. Onlar kendilerine göre bir hayat planı yapmış ama bu planın Allah’ın rızasına, İslami hareketin merhalelerine uygun olup olmadığını hiç düşünmemişlerdir. Aniden karşılarına çıkan hicret, hayata yönelik planlarını bıçak gibi kesen bir hakikat olur.

Aynı şekilde eşlerini, çocuklarını terk etme ihtimali, hicret emri geldiği ana kadar ehlini kendisinin muhafaza ettiğine dair yanılgısı nedeniyle “Onları geride bırakınca ne yaparlar?” gibi batıl bir düşüncenin zihnini kemirmesi kişilerin ayaklarını yere çakılı hâle getiren başka bir sebeptir.

Elbette bu liste uzatılabilir. Herkesin fitne ve imtihanı başka başkadır. Ve herkes ne kadar görmezden gelse de kendi nefsini ve zayıflıklarını en iyi bilendir. Değişmeyen ve bu grupların hepsini kapsayan tek gerçek ise şudur:

Geride kalan bu kişiler Allah ve Resûlü’nün, hicret aşamasına hazırlık için müminleri geçirdikleri eğitim merhalelerini görmezden gelmiş ve bunlara gerekli ihtimamı göstermemişlerdir. Böylece nefisleri ile baş başa kaldıklarına şeytanın sesine kulak vermekten onları koruyacak bir kalkan bulamamışlardır.

Peki Kur’an ve Sünnet eğitimden geçirdiği mümin nefisleri hicrete nasıl hazırlar?

En öncelikli husus diğer birçok amelde olduğu gibi mümin kulları ilgili salih amele teşvik etmektir.

“Zulme uğradıktan sonra Allah (yolun)da hicret edenleri, dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz. Ahiret mükâfatıysa çok daha büyüktür. Keşke bilselerdi.” [11]

“Sonra Rabbin, işkenceye uğradıktan sonra hicret eden, sonra cihad edip sabredenlere karşı (evet) hiç şüphesiz ki Rabbin, (böylelerine) (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) pek Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir.” [12]

“İman eden, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla savaşan kimseler Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridirler.” [13]

“Rableri (onların duasına) icabet etti (ve dedi ki): ‘Sizden erkek olsun, kadın olsun amel yapanların amelini zayi etmeyeceğim. Siz birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, benim yolumda eziyet gören, savaşan ve öldürülen kimselerin günahlarını örteceğim ve onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu mükâfat, yaptıklarına karşılık) Allah katından bir sevaptır. Allah, yanında sevabın en güzeli olandır.’ ” [14]

Biat sırasında geçmiş günahlarının affedilmesini şart koşan Amr bin As’a Allah Resûlü şöyle cevap vermiştir:

“İslam’ın kendinden önceki her şeyi silip süpürdüğünü, hicretin kendinden önceki her şeyi silip süpürdüğünü, haccın kendinden önceki her şeyi silip süpürdüğünü bilmiyor musun?” [15]

Ayetlere ve hadise dikkatli bir şekilde bakan her mümin her bir nasta birbirinden büyük nimetler vadedildiğini rahatlıkla görecektir.

Nefisleri böyle harikulade nimetler ile harekete geçiren Kur’an ve Sünnet hâlâ yerinde saymakta ısrarcı olanları bu sefer azap içerikli naslar ile kendine getirmeye çalışır.

“Melekler, nefislerine zulmedenlerin canını aldığında: ‘Nerede idiniz/hangi saftaydınız?’ derler. Derler ki: ‘Biz yeryüzünde (müşriklerin safında yer almak zorunda olan, çaresiz) mustazaflardık.’ (Melekler:) ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ derler. Bunların barınağı cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o!” [16]

Bu süreçteki eğitimin başka bir parçası ise geçmiş ümmetlerin kıssalarıdır. Allah onların hayatlarını, tarihi bir malumat sahibi olunsun diye vahyetmemiştir. Sünnetullah değişmez. Onların başına gelenler sahabilerin de başına gelecekti. O yüzden Kur’an kıssalarını iyice tefekkür etmeli, dersler çıkarmalıydılar.

“Kavminden ileri gelen müstekbirler demişlerdi ki: ‘Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber iman edenleri kesinlikle yurdumuzdan çıkarıp süreceğiz. Ya da kesinlikle dinimize geri dönersiniz.’ demişti ki: ‘İstemesek de mi?’ ” [17]

Sapmış bir toplumda tevhid ve sünnet sancağı havaya kaldırıldığında toplum iki karşıt cepheye ayrılıverir. Kâfirler Allah’ın dilemesi neticesinde her gün azgınlıklarına yeni bir azgınlık katarlar. Müminler imtihanlarda piştikçe nefislerinin zayıflıklarını görüp azıklarını artırırlar. Artık “Rabbim! Mağlup oldum. Yetiş!” diye nida ettiklerinde şu üç şeyden biri ile onlara icabet edilir:

Ya Allah kâfirleri helak eder ve Müslümanları o topraklara varis kılar. Ya Müslümanlara güven içinde yaşayacakları bir yurt bahşeder. Ya da Ashab-ı Uhdud gibi onları kendi katına alır.

Rabbimizden her daim af ve afiyet ister, kaldıramayacağımız yükleri bize yüklememesini dileriz.

Allah Resûlü daha vahyin ilk gününde bu hakikati öğrenmiş ve müminlere haber vermiştir. Allah Resûlü, eşi ile beraber ilk inen vahyin şokunu atlatmak için Varaka’nın yanına gittiğinde, Varaka’nın ağzından şu sözler dökülmüştü:

“Keşke kavmin seni yurdundan çıkarttığında hayatta olsam! Keşke o zaman kuvvetli bir genç olsam.” [18]

Hicrete hazırlık sürecindeki eğitimin başka bir parçası da zihinlerde var olan yanlış algıları düzeltmektir. Mesela, bunlardan birisi rızık meselesidir. İnsan, Rabbinin onu hiçbir şey iken pis bir sudan yarattığını ve herhangi bir çaba göstermeden türlü türlü rızıklar bahşettiğini çoğu zaman unutur. Ve rızkı kendi çabası ile elde ettiğine inanır. Bu sakat düşünce onu cimriliğe ve malını kaybettiğinde nasıl yaşayacağı endişesi içerisine sürükler. Allah ise mümin kullarını infaka davet eder ve genellikle bu daveti yaparken “size verdiğimiz rızıktan” diyerek, malın gerçek sahibi hakkında zihinlerde yanlış bir algının oluşmasına engel olur. Daha sonrasında da umumi naslar ile rızık endişesi yaşayıp hicretten ya da başka salih amellerden uzaklaşanlara doğru yolu gösterir.

“Kim de Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde barınabileceği çokça belde ve (her konuda) genişlik bulacaktır. Kim de Allah’a ve Resûlü’ne hicret etmek için evinden çıkar sonra (yolda) ölürse onun ecri Allah’a aittir. Allah (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafur, (kullarına karşı merhametli olan) Rahim’dir.” [19]

“Yeryüzünde kıpırdayan hiçbir canlı yoktur ki mutlaka onun rızkı Allah’a aittir. O, (canlıların) karar kıldıkları yeri de geçici olarak bulundukları yeri de bilir. Hepsi apaçık bir Kitap’ta yazılıdır.” [20]

“Nice canlı vardır ki kendi rızkını taşıyamaz. Onları da sizi de Allah rızıklandırır. O, (işiten ve dualara icabet eden) Es-Semi’, (her şeyi bilen) El-Alîm’dir.” [21]

Bu süreçte düzeltilen başka bir bozuk inanç ise kişinin hicret etmeyerek başta ölüm olmak üzere ortaya çıkacak farklı sıkıntılardan kendi kendine aldığı tedbirler ile korunabileceği zannıdır. Böyle düşünen biri ölümün hakikatini asla kavrayamamış ve itiraf etse de etmese de uzun emelinin peşinden sürüklenen bir kişidir. İşte Kur’an ve Sünnet bu bozuk inanışı da hicrete hazırlık sürecinde düzeltmektedir.

“Allah’ın izniyle belirlenmiş ecel dolmadan, bir nefsin ölmesi söz konusu olamaz. Kim dünya sevabını isterse ona ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da (istediğinden) veririz. Şükredenleri mükâfatlandıracağız.” [22]

“Nerede olursanız olun -korunaklı burçlarda dahi olsanız- ölüm sizi bulacaktır. Onların başına bir güzellik geldiğinde: ‘Bu, Allah’tandır.’ diyorlar. Başlarına bir kötülük geldiğinde: ‘Bu, senden dolayıdır.’ diyorlar. De ki: ‘Hepsi Allah’tandır.’ Ne oluyor bu topluluğa? Neredeyse hiçbir sözü anlamayacaklar.” [23]

“İnsanlardan öylesi vardır ki: ‘Allah’a iman ettik.’ der. Allah’ın dini uğruna eziyete uğradığında da insanların ezasını Allah’ın azabına denk tutar. Şayet Rabbinden bir zafer/yardım gelecek olsa: ‘Kuşkusuz biz, sizinle beraberdik.’ derler. Allah, âlemlerin sinesinde olan (iman ve nifağı) en iyi bilen değil midir?” [24]

“De ki: ‘Allah’ın yazdığından/takdir ettiğinden başkası başımıza gelmez. O, bizim Mevlamızdır. (Öyleyse) müminler, yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.’ ” [25]

“Hiç kimse nerede öleceğini bilemez.” [26]

“Onların ecelleri gelince ne bir saat öne alınabilir ne de ertelenebilinir.” [27]

Enes radiyallahu anh şöyle demiştir:

“Peygamber birtakım çizgiler çizdi ve ‘Şu, insanın emelidir, şu da eceli. İnsan bu şekilde sürdürürken ona en yakın çizgi geliverir.’ buyurdu.” [28]

Kur’an ve Sünnet hicrete hazırladığı fertlerdeki bozuk olan bu anlayışları tedavi ettikten sonra, o sakat düşüncelerin yerine doğru olanı inşa etmeye başlar ve müminlerin gözlerini ahirete dikmelerini, arzuların hepsini ahiretteki nimetlere yöneltmelerini vaaz eder.

“Kadınlar, evlatlar, kantar kantar altın ve gümüş, besili atlar, hayvanlar ve ekinlerden oluşan şehvetlerin sevgisi insanlara süslü gösterildi. Bu, dünya hayatının (kendinden faydalanılan geçici) metaıdır. (Ebedî ve hakiki nimetlerin olduğu) güzel dönüş, Allah katındadır.” [29]

“Bu dünya hayatı, bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Asıl (yaşanılacak ve ebedî olan) ahiret hayatıdır. Keşke bilselerdi.” [30]

Enes radiyallahu anh Peygamber’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Allahım, kalıcı hayat ahiret hayatıdır.” [31]

Enes radiyallahu anh Peygamber’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Cenazeyi üç şey takip eder. Ailesi/arkadaşları, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri orada kalır. Ailesi/arkadaşları ve malı geri döner ameli ile baş başa kalır.” [32]

Müstevrid b. Şeddad, Peygamber’in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Allah’a yemin olsun ki ahirete göre dünyanın durumu, birinizin şu parmağını denize daldırmasının durumu gibidir. Parmağının denizden ne kadarla döndüğüne bir baksın.” [33]

Eğitimin her aşamasında ise Allah müminlere, verdikleri sözü, yaptıkları alışverişi hatırlatır.

“Şüphesiz ki Allah, cennet karşılığında müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler. (Bu) Tevrat, İncil ve Kur’an’da Allah’ın hak olan vaadidir. Kim Allah kadar sözüne bağlı olabilir ki? (O hâlde) yaptığınız bu alışverişten dolayı müjdelenin. En büyük kurtuluş budur işte!” [34]

Bu süreçteki eğitimin içerisine daha birçok madde eklenebilir. Ancak bu saydıklarımız eğitimin temellerini oluşturmakta, sadece hicret için değil İslami hareketin her aşamasında değişmez maddeler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Rabbim bizleri şeytanın vesveselerine, dünyanın çekiciliğine karşı tek başımıza bırakmasın ve O’nun dinine hizmet üzerine verdiğimiz sözde bizi sadıklardan kılsın.

Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

 

[1]       .   Buhari, Müslim

[2]       .   9/Tevbe, 128

[3]       .   Merve, duvardan bakmak için ayaklarının altına koyduğu taşın ismidir.

[4]       .   Siyer-i İbni Hişam

[5]       .   Buhari, Müslim

[6]       .   Tirmizi, Emsâl, 3

[7]       .   Nesai, Ahmed bin Hanbel, Müsned; Albani, Sahiha,1653.

[8]       .   Ahmed, Tirmizi

[9]       .   Siyer-i İbni Hişam

[10]      .   Buhârî-Müslim

[11]      .   16/Nahl, 41

[12]      .   16/Nahl, 110

[13]      .   9/Tevbe, 20

[14]      .   3/Âl-i İmran, 195

[15]      .   Müslim

[16]      .   4/Nisa, 97

[17]      .   7/A’raf, 88

[18]      .   Buhari, Müslim

[19]      .   4/Nisa, 100

[20]      .   11/Hud, 6

[21]      .   29/Ankebut, 60

[22]      .   3/Âl-i İmran, 145

[23]      .   4/Nisa, 78

[24]      .   29/Ankebut, 10

[25]      .   9/Tevbe, 51

[26]      .   31/Lokman, 34

[27]      .   16/Nahl 61

[28]      .   Buhari

[29]      .   3/Âl-i İmran, 14

[30]      .   29/Ankebut, 64

[31]      .   Muttefekun aleyh

[32]      .   Muttefekun aleyh

[33]      .   Müslim

[34]      .   9/Tevbe, 111

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver