Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.
Risaletin ilk üç yılında Allah Rasûlü vahyin direktifleri doğrultusunda bireysel daveti gerçekleştirdi. Evrensel mesajı en güçlü şekilde insanlığa taşıyacak ve aktaracak olan neslin eğitimi, çok titiz bir şekilde sürdürüldü.
Mekke toplumunun geneli ve ileri gelenleri bu yeni çağrıdan haberdardılar. Huzursuz olmalarına rağmen açıktan müdahaleye girişmediler. Böyle davranmalarının en önemli sebebi, Allah Rasûlü ve ashabının Mekke sistemini açıktan hedef alacak bir girişimde bulunmamalarıydı.
Mekke, birçok farklı dinin mensuplarının karşıtlarına karışmadan kendi inançlarını yaşadıkları bir toprak parçası idi. Allah Rasûlü’nün bireysel davet çalışmaları ve bunun sonucunda teşekkül eden yapı da Mekkelilere bu dinsel çeşitliliğin bir parçasıymış gibi göründü. (Hz. Peygamberin Hayatı, Celalettin Vatandaş, Cilt: 1, Sayfa: 202.)
Ancak bu yapının fertlerinin günden güne çoğalması ve toplumun her tabakasından kişilerin İslam’a girmesi, bireysel davet çalışmalarının gündemde kalmasını sağlıyordu.
Durum genel hatları ile böyle iken Allah subhanehu ve teâlâ Peygamberi’ne yeni bir aşamaya geçme yönünde emir verdi. Artık Allah’ın subhanehu ve teâlâ dini belli başlı kişilere, gizli-saklı bir hâlde değil, tüm topluma en yüksek sesle ulaştırılacaktı.
“(Önce) en yakın akrabanı uyar. Ve mü’minlerden, sana tâbî olan kimselere kanatlarını ger.” (26/Şuara, 214-215)
“Ey Muhammed! Şimdi sen, sana emrolunanı açıkça ortaya koy ve Allah’a şirk/ortak koşanlara aldırış etme.” (15/Hicr, 94)
Siyeri vahiyden soyutlayarak anlamamız mümkün değildir. Çünkü Allah Rasûlü’nün yaşantısı vahyin ete kemiğe bürünmüş hâli idi. Dolayısıyla genel davet döneminin startını veren bu ayetlerin içeriği ve Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem onu hayata geçiriş şekli biz davetçileri yakından ilgilendirmektedir.
Ayetlere baktığımızda öncelikle dikkat çeken husus Şuara 214. ayetin öncesi ve surenin genel olarak içeriğidir. Allah subhanehu ve teâlâ, Peygamber’e ve dolayısıyla birer davetçi olarak yetişen Daru’l Erkam’ın müdavimlerine, genel davet emri vermeden, önceki peygamberlerin tecrübelerini aktarmıştır. Şuara suresinin genelinde geçmiş milletlere gelen nebilerin daveti, davetin içeriği, kavimlerin tepkileri ve sonuç itibari ile Allah’ın subhanehu ve teâlâ onları helakı anlatılmaktadır.
Kur’an kıssalarının hikmetlerinden birisi de, Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinini kitlelere ulaştırmaya çalışanlara bir tecrübe sağlamaktır. Allah Rasûlü ve sahabe, Hicr ve Şuara surelerindeki emri hayata geçirmeden, ders alacakları kıssaları özümsemişler; en önemlisi de karşılaşacakları musibetlere zihnen hazırlanıp, Rabblerine hakkıyla tevekkül edebilmenin uğraşını vermişlerdir.
Öyleyse hangi toplumda yaşarsa yaşasın bir davetçinin bu emirleri, öncesinden kopuk bir şekilde algılaması ve hayata geçirmesi ciddi manada sıkıntı yaratacaktır. Yaşadığı çağdaki tağutlardan kat-kat daha güçlü olan firavunların, nemrutların vesair tağutların, sadece Rabblerinin bir emri ile yeryüzünden silindiğini bilmeyen ve bunun sonraki nesiller için de bir vâd olduğundan habersiz olan davetçi, en ufak sıkıntıda umutsuzluğa düşecektir. Her bir engelleme ve zorluk onu birkez daha yıkacak ve elini eteğini çekip bir köşeye sinecektir.
Genel davet emrinin öncesindeki ayetleri fehmeden ve hayatına geçiren davetçi ise, sonuçtan değil adım atmaktan sorumlu olduğunun bilincine erecektir. Rabbinin “Biz alay edenlere karşı sana yeteriz.” (15/Hicr, 95) buyruğu ile göğsü genişleyecektir.
“Zulmedenler de yakında nasıl bir yere devrileceklerini bileceklerdir.” (26/Şuara, 227) müjdesi ile gözleri hesap gününde, tüm azaları ise Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinine hizmette olacak şekilde adımlarını sıklaştıracaktır.
“Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (15/Hicr, 99)
Ayetlerde dikkatimizi çeken bir başka husus ise Hicr suresi 94. ayetteki “الصدع” kelimesidir. Normalde bu kelimenin manası yarmak, sert cisimlerin yarılmasıdır. Allah subhanehu ve teâlâ Rum suresinde bu kelimeyi kavimlerin yarılması, ayrılması manasında kullanmıştır.
“يَوْمَئِذٍ يَصَّدَّعُونَ”
“Bölük bölük ayrılacakları gün” (30/Rum, 43)
Bu mana ile ayeti anlamaya çalıştığımızda müfessirlerin şöyle bir yorum yaptığını görürüz:
‘Sen onları tevhide çağırmayla topluluklarını ve sözbirliklerini dağıt’ (Kurtubi 10. cilt 96. sayfa)
Gerçekten tevhidin hakkıyla anlatılıp anlatılmadığının sağlaması bu manada gizlidir. Bütün peygamberlerin tek olan ilaha açıktan çağırdıkları anda karşılaştıkları ilk şey toplumun keskin bir şekilde ortadan ikiye ayrılması ve küfür kanadının bu ilahi mesaj karşısında ne yapacaklarını bilemez hâlde sağa sola yalpalamasıdır. Kendi ülkelerinin geleceği ile ilgili yüz yıllık planlar yapan süper güçler ‘Tevhid davetini nasıl engelleyebiliriz?’ sorusunda günü birlik strateji değiştirmektedirler.
Davetçiler kendi çalışmalarının sonuçlarını tahlil ederek nebevi menhec üzere bir genel davet yapıp yapmadıklarını ölçebilirler. Bu yolu göstermekle beraber maalesef davet sahasındaki durumun hiç de iç açıcı olmadığını söylemek gerekiyor.
Hakka davet misyonunu yüklendiğini iddia eden Müslümanlar genel davet için ya adım atmamakta ya da harekete geçtikten sonraki süreçlerin ağır gelmesi nedeniyle onlar da ağırlaşmaktadırlar. Böylece küfür toplumu ile olması beklenen ayrışma gerçeklememektedir.
Bunlardan daha kötüsü ise tevhidi kitlelere ulaştırdığını iddia etmekle beraber toplumla aralarında hiçbir ayrılık meydana gelmeyenlerdir. Bu taifeler anlattıkları tevhidin içeriğini ve davet yöntemlerini sorgulama ihtiyacı hissetmedikleri için ortaya çıkan çelişkiyi, bütün hücrelerine kadar küfür sinmiş bu topluma Müslüman muamelesi yapmakla çözmeye çalışmışlardır. Daha doğrusu kendilerini kandırmışlardır.
Hicr suresi 94. ayetteki “الصدع” kelimesine verilebilecek başka manada şudur:
Araplar bu kelimeyi şiddetli baş ağrısını ifade etmek için yani tabiri caizse “başlarının çatladığını” anlatmak için kullanırlar. Bu şekilde mana vererek ayeti anlamaya çalıştığımızda Allah’ın subhanehu ve teâlâ Peygamberi’ne sanki “Emrolunduğun şeyi başın çatlayacak şekilde insanlara anlat.”, “emrolunduğun önce senin başını çatlatsın, ağrıtsın” dediğini görürüz.
Gerçekten bu manayı destekleyecek koca bir siyer tarihi ve birçok ayet vardır.
“Demek sen, bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!” (18/Kehf, 6)
“Ey Muhammed! İman etmiyorlar diye adetâ kendini helak edeceksin!” (26/Şuara, 3)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem “Ben anlatayım, gerisi beni ilgilendirmez” mantığı ile hareket etmemiştir, dertlenmiştir.
Günümüz davetçileri olarak bizler de aynı ruh hâlini yaşıyor muyuz?
Komşumuzun hidayete ulaşamaması aklımıza gelince yemeğin tadı tuzu kaçıyor mu?
Ailemizin hâlâ küfürde olması uykularımızı bölüyor mu?
Bir günü devirip de kimseye tevhidi ulaştıramadığımızı anlayınca içimizi bir huzursuzluk kaplıyor mu?
Yoksa ateşin kenarındaki bu topluma Nebi sallallahu aleyhi ve sellem gibi elimizi uzatmak gelmiyor mu içimizden?
İşte bu ve benzeri sorular dertli olup olmadığımızın cevabını verecektir ve şu bir hakikattir ki; insanoğlu ancak dertlendiği oranda harekete geçer. Muhatabın kalbi de ancak dertli bir yüreğin sesi ile yumuşar. Süslü şatafatlı cümlelerin çıktığı ağızdan değil.
Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap